Daha
önce okumadığım bir yazara karşı fazlasıyla kesin bir çizgi, anlamsız bir karar
gibi görünse de yıllardır bilinçli bir şekilde Virginia Woolf okumuyordum,
okumadım. Bunu bir marifet ya da edebiyattan çok iyi anlayan bir dehanın
haritası gibi sunmak da istemiyorum zira bunun aklıma gelen pek de somut bir
sebebi yok. Sadece, işte öyle. Okumak istemedim. Sylvia Plath’ı geçtiğimiz
yıllarda, yani yakın zamanda okumuş olmam gibi. Bir şeyleri beklemişim de
haberim yokmuş gibi. Ama o bekleyiş bittiğinde ilk sayfalar hızla akmaya
başladığında görüyorum ki aslında doğru bir zamanlama ile okuyorum bu yazarları
ben.
Woolf’un
biliç akışı tekniği ile yazdığı romanlarından biri olan Deniz Feneri, oldukça
depresif bir roman. Neresine kaçarsanız kaçın buhranların ve kalp ağrılarının
uzağına gitmeniz mümkün değil. Her bir karakterin kendi içinde bulunduğu durum
o denli ağır bir çöküntü içinde ki, heyecanların ya da umutların ortaya çıktığı
anlarda bile bu kabus gibi çöken karanlıktan zerre kadar bile sıyrılamıyorlar.
Ramsay
ailesi etrafında şekillenen, sekiz çocuklu Mrs. Ve Mr. Ramsay’in odak noktası
olduğu romanda ailedeki hemen her bireyin gözünden olduğu gibi, aileyi
gözlemlerken aynı zamanda kendi iç dünyalarının sorgusunu da yapan
karakterlerin gözünden hikaye ilerliyor.
Hayalkırıklıkları,
gençlik heyecanları, beklentiler, umutlar – bir yanda da tükenmişlik,
umutsuluk, nefret, vazgeçmişlik… Uç noktalar arasında gezinen duyguların
yarattığı gerilim ve sıkıntı roman boyunca boynunuza bir atkı gibi sıkıca
dolanıyor.
Virginia
Woolf okumaya alışma evresi diye bi,r dönem vardıur gibime geliyor. Yazrla ilk
kez tanışan birisinin, öncesinde yazara dair en ufak bir bilgisi olmayan bir
okuyucunun yazarla tanıştığı ilk sayfaların sıkıntı yaratacağı kanısındayım.
Kendisine o denli has bir anlatımı ve dili var ki, onu benimseyebilmek için o
evreyi atlatmak şart. Yoksa o karanlık dünyaya bir adım atıp, korkar da geri
çekilirseniz, bu efsane yazarla yakınlaşma şansınızı tamamen kaybedersiniz.