19 Temmuz 2014 Cumartesi

Virginia Woolf "Deniz Feneri"

Daha önce okumadığım bir yazara karşı fazlasıyla kesin bir çizgi, anlamsız bir karar gibi görünse de yıllardır bilinçli bir şekilde Virginia Woolf okumuyordum, okumadım. Bunu bir marifet ya da edebiyattan çok iyi anlayan bir dehanın haritası gibi sunmak da istemiyorum zira bunun aklıma gelen pek de somut bir sebebi yok. Sadece, işte öyle. Okumak istemedim. Sylvia Plath’ı geçtiğimiz yıllarda, yani yakın zamanda okumuş olmam gibi. Bir şeyleri beklemişim de haberim yokmuş gibi. Ama o bekleyiş bittiğinde ilk sayfalar hızla akmaya başladığında görüyorum ki aslında doğru bir zamanlama ile okuyorum bu yazarları ben.

Woolf’un biliç akışı tekniği ile yazdığı romanlarından biri olan Deniz Feneri, oldukça depresif bir roman. Neresine kaçarsanız kaçın buhranların ve kalp ağrılarının uzağına gitmeniz mümkün değil. Her bir karakterin kendi içinde bulunduğu durum o denli ağır bir çöküntü içinde ki, heyecanların ya da umutların ortaya çıktığı anlarda bile bu kabus gibi çöken karanlıktan zerre kadar bile sıyrılamıyorlar.

Ramsay ailesi etrafında şekillenen, sekiz çocuklu Mrs. Ve Mr. Ramsay’in odak noktası olduğu romanda ailedeki hemen her bireyin gözünden olduğu gibi, aileyi gözlemlerken aynı zamanda kendi iç dünyalarının sorgusunu da yapan karakterlerin gözünden hikaye ilerliyor.
Hayalkırıklıkları, gençlik heyecanları, beklentiler, umutlar – bir yanda da tükenmişlik, umutsuluk, nefret, vazgeçmişlik… Uç noktalar arasında gezinen duyguların yarattığı gerilim ve sıkıntı roman boyunca boynunuza bir atkı gibi sıkıca dolanıyor.


Virginia Woolf okumaya alışma evresi diye bi,r dönem vardıur gibime geliyor. Yazrla ilk kez tanışan birisinin, öncesinde yazara dair en ufak bir bilgisi olmayan bir okuyucunun yazarla tanıştığı ilk sayfaların sıkıntı yaratacağı kanısındayım. Kendisine o denli has bir anlatımı ve dili var ki, onu benimseyebilmek için o evreyi atlatmak şart. Yoksa o karanlık dünyaya bir adım atıp, korkar da geri çekilirseniz, bu efsane yazarla yakınlaşma şansınızı tamamen kaybedersiniz.

18 Temmuz 2014 Cuma

Terry Pratchett - Stephen Baxter "Uzun Dünya"

BİR DÜNYA YETMEZ Kİ…

Sıkılgan varlıklarız. İşin başında aslında hep kendimizden sıkıldığımız için mekanlardan, insanlardan sıkılmaya meyilliyiz. Yalnız kalmayı tercih ettiğimiz kadar kalabalık içinde olmayı de tercih ettiğimiz için, kendi içinde çelişkiyi ve çözümü barındıran bu duruma rağmen nasıl başarıyorsak her zaman sıkılıyoruz. Yerimiz dar geliyor. Dünya küçük geliyor. Her gün aynı mahallenin aynı sokaklarında güne başlamak ve yine aynı noktada günü sonlandırmak bir süre sonra bıkkınlık yaratıyor.

Var oluşun sıkıntısı bir yana, yaşadığımız dünyanın sonunu el birliğiyle getiriyor olmamızdan kaynaklı yıpranmışlık hissi her geçen gün yakamıza daha çok yapışıyor. Gelişen teknoloji ile beraber, bilim kurgu eserlerinin bizlere sunduğu farklı kurgularla içten içe meraklandığımız başka yaşamları, başka olasılıkları da sık sık düşünüyoruz. Bir kitabın içinde bizi bekleyen dünyayı satır satır okumak için, kitapçıda gördüğümüz o kitabı delicesine isteme sebebimiz aslında güzel bir kaçışı ya da olasılığı her ne şekilde olursa olsun bize sunuyor olması değil mi acaba?

Kendimizi alıp bir yerden bir yere ışınlamamız mümkün değil. Her gün bindiğimiz toplu taşımadan ya da uzun mesailerden kaçmamız mümkün değil. “Güneye yerleşme” fantezisi ise ulaşılamayan bir hayal olduğu müddetçe çekici zira gerçekleşmesi durumunda o hayatın da asla tatmin etmeyeceği dev bir gerçek. Aslında asıl hedef, var olan düzenin parçası olmaktan kendini kurtarmak ve belki daha basit ama daha rahat, istenen bir hayatı sağlamaya çalışmak.
Başka bir dünyanın hayali ile yaşıyoruz. Çünkü burası aslında yetmiyor, yetmediği halde fazla geliyor, korkutuyor ve geleceği kemiriyor. İhtiyaç umut dolu bir gelecek ve nefes alınabilecek başka bir dünya.

HER BİR ADIMDA BİR BAŞKA DÜNYA

Efsane yazar Terry Pratchett ve Stephen Baxter’in  kaleminden çıkma Uzun Dünya, Goodreads okurları tarafından 2012 yılının en iyi bilimkurgu romanı olarak gösterilmiş. İthaki Yayınları’nca dilimize kazandırılan Uzun Dünya’da karşımıza “adımlayabilen” insanlar (İlerleyen sayfalarda adımlamanın aslında daha geniş canlılarca gerçekleştirilebileceğini görüyoruz) çıkıyor. Peki nedir bu adımlamak? Adımlamak, başka dünyalara geçmek. Bir bilim adamının internet ortamına koyduğu ve bir patates(!) yardımıyla işlerlik kazanan düzenek şablonu sayesinde insanlar Adım Günü itibariyle başka dünyalara kendi “adımlayıcılarını” kullanarak geçiş yapabilmeye başlar. Farklı özellikler barındıran fakat temelinde Dünya’nın bir kopyası olan bu yeni, insan eli değmemiş ve keşfedilmeyi bekleyen diyarlara insanlık akın etmeye başlar. “Esas” ve “Uzun Dünya” arasında artık akış başlamıştır. Daha fazla fırsat, daha iyi bir hayat, daha fazla tarım alanı, daha az suç oranı ve aslında Esas’ta asla karşılarına çıkmayacak daha iyi bir dünya hayaliyle insanlar Esas’ı terk etmeye başlar. Sıfırdan kurulacak bir medeniyet için adımlamaya başlayan insanlar arkalarında yalnızca akıllı telefonlarını ya da elektrik sistemlerini, okullarını ya da alışveriş merkezlerini bırakmazlar. Yeni bir yaşam uğruna çocuklarını (Adımlamayan insanlar da vardır; tıpkı ailelerin geride bırakmaktan çekinmedikleri çocukları gibi) bile bırakırlar. İşte yeni bir hayata karşı beslenen o güçlü umut, böylesine yıkıcı ve göz boyayan bir gerçekliği de beraberinde getirir.

Başkahramanımız Joshua Valiente ise adımlayıcıya ihtiyaç duymadan adımlayabilen ender insanlardan biridir ve bu bilgiyi kendisine saklamaktadır. İnsanlardan uzak olmayı ve iletişim kurmamayı genellikle tercih eden Joshua’nın aynı zamanda süper kahramanlığa yakın bir yardımseverliği mevcut olsa da, bir başına adımlayan kahramanımızın yolu, Uzun Dünya’nın sınırlarını keşfetmeyi amaçlayan bir şirketin teklifiyle değişir. Öncesinde insan, ancak şimdi akıllı bir “sistem” olan Lobsang ile çıktıkları yolculukta, bilinmeyeni keşfetmeye doğru hızla adımlarken, bir yandan da gittikçe yakınlaştıkları bir tehlikenin sinyallerini de almaya başlayacaklardır.


Kendi eliyle sonunu hazırladığı dünyadan, yeni diyarları keşfetmek için yola koyulmaya hevesli insanoğlu ve asla kaçamayacağı sorunlarının, evrimin, insanlığın sıkça irdelendiği Uzun Dünya, bilimkurgunun cazibesini tüm satırlarına yayan bir roman. Roman, başka bir dünyanın mümkün olup olmayacağı hayalini okuyucuya kurdururken, olası bir şanslı durumda, gerçekten başka bir dünyanın ya da dünyaların elimizin altında olması durumunda izleyebileceğimiz yolları ve yapabileceğimiz şeyleri de hikaye içinde yer yer espirili, yer yer de doğrudan okuyucuya sunmayı seçmiş. 

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Iva Prochazkova "Çıplaklar"

BÜYÜMEK, KAT KAT GİYİNMEKTİR

Hayatın en zor dönemi ergenlik olabilir mi? Cevaplar aramaya çocuk yaşında başladığınızı düşünürseniz, elinizde hala hiçbir cevap olmadığını fark etmeniz ergenlik dönemine rastlamaz mı? Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna kendinizin karar vermesi gerektiğini, yıpratıcı insan ilişkilerini ve toplumdaki normları keşfettiğiniz, sertçe onlarla yüzleştiğiniz bu dönem hayatınız en zor dönemi değil midir?

Keşfettikçe daha çok karanlığa boğulduğunuz, elinizden hiçbir şey gelmeyen durumların çaresizliği içinde bazen yapıcı bazen de yıkıcı çözümlere yöneldiğiniz bu dönemden geçerken, ardınızda bıraktığını her şey hayatınız boyunca sizi gölge gibi takip etmiyor mu sanki? Mutlaka ediyordur. En unutulmaz hatalarla dolu bu dönemin, aslında kendi cevaplarını aramaya gidenler tarafından öğrenmenin en yoğun olduğu dönem olarak ele alınması taraftarıyım. En basitinden ergenlikte dinlediği müziği elli yaşında da dinleyebilen bir bireyin, kendince en verimli keşiflerinden biri olarak müzik zevki kalıcı ve sağlam bir yer edinmiştir hayatında. Ya da üniversite sınavına girerken, tüm hayatını etkileyecek seçimleri, akademik seçimleri yaptığı bu dönemde bu genç insanlar aslında hayatlarındaki en kalıcı çentikleri atıyor sayılmaz mı?

Her bir yaşla beraber, bireyin üzerine daha fazla kural; daha fazla keşifle gelen daha fazla acı gerçek, daha yıkıcı sorunlar yapışır. Bunlarla başa çıkma yöntemlerini de yine kendisi keşfedecektir. Tamamen kör karanlıkta hislerden başka hiçbir şeyden güç almadan ilerlemeye benzer bu. Kimi cevapları ailesinde, kimi sokakta, kimi sanatta, kimi psikiyatrda, kimi ise hepsinde ya da hiçbirinde arar. Sonuç ise aslında hiç değişmez; hayat acıdır ve bununla yüzleşmenin maalesef şimdi tam zamanıdır.

BERLİN'DE YOLLARI KESİŞEN BEŞ GENÇ

Iva Prochazkova'nın 2010 Magnesia Litera Ödülü sahibi romanı Çıplaklar, adında yaptığı "arınmışlık hali" vurgusu ile romanda geçen her bir karakterin kendine has oluşuna vurgu yapıyor. Büyümenin, katman sahibi olmanın ve çıplaklıktan, doğallıktan uzaklaşmayla eşdeğer olduğu mesajını veren Çıplaklar'da, karşımıza her biri kendi amaçları, hayalleri ve yaşamları içinde çırpınan beş genç çıkıyor. Yaşları on beş ve on yedi arasında değişen her bir genci, kitaptaki farklı bölümlerde akıp giden hikayeleri/hayatları içinde izliyoruz.

Parçalanan aileler ve umutsuzluk kitabın ilk sayfalarından itibaren göze çarpan kavramlardan. Uyum sorunu yaşayan ve kendi doğrularını, bir başınalığı içinde bulduğu yöntemlerle yaşayan genç bir kızın gözünden toplumun klasik eğitim ya da başarı anlayışının sorgulanmasını gösteriyor yazar ilk olarak. Çek Cumhuriyeti ve Almanya arasında gidip gelen ve hiçbir okula uyum sağlayamayan genç Sylvia'nın her fırsatta doğaya dönmesi, kitabın adındaki çıplaklığı, katmansızlığı ve doğal oluşu vurgular nitelikte. Fakat eklemek gerekir ki, kitapta sıkça karşımıza çıkan "mağara adamı" tabiri ile Sylvia'nın kendince ve psikologu tarafından özdeşleştirilmesi bir soruyu da beraberinde getiriyor; mağara adamı halimizden uzaklaştığımız ölçüde tatminsizlik ve bocalama içine mi yuvarlanıyoruz? Modern hayat girdabının içinde bize dayatılan tüm doğrular, aslında doğamıza ters ve bizi biz olmaktan çıkaran şeyler mi?

Kitapta bir kır kurdu üzerinden özgürlüğün sorgulanması, karakterlerin özgürlüğü sorgulaması ise Çıplaklar'a lezzet katan detaylardan biri. Tutsak olarak uzun bir hayat yaşamak ya da özgür olarak kısa da olsa, kendince bir hayat yaşamak.


 Bir gençlik romanı olarak, On8 Kitap'tan geçtiğimiz aylarda çıkan "Ağaçtaki" kadar etkileyici ve karanlık kitap. Avrupa'nın kendisine has karanlığının içine sindiğini düşündüğüm, her bir karakteri ile ayrı bir sorunu ele alan Çıplaklar, sadece gençler için değil, edebiyattan zevk alan herkes için bir seçenek.