24 Aralık 2023 Pazar

Ottessa Moshfegh "My Year of Rest and Relaxation"

Ottessa Moshfegh'in bu kitabını sanırım yayınlandığı zamandan beri okumak istiyordum ve her seferinde erteliyordum. Genelde soğuk diyar polisiyesi okuyunca kendimi daha iyi hissettiğim için olabilir; kitabın yayınlandığı 2018 yılından beri nedense doom metal tadında bir azap yaşıyor gibiyim, gibiyiz, genel, biz... 

Büyük bir cahillikle bu türü adlandıramayıp uzun cümlelerle tanımlamaya çalışıyorum, blog'da son zamanlarda yer verdiğim o türden bir roman yine. Goodreads'te bu kitabın tanıtım kısmındaki etiketlere bakarsak "mental health", "literary fiction", "contemporary" gibi etiketlere uyuyor; fakat bu literary fiction benim için hala sıkıntılı bir sınıflandırma. Bunu uzun uzun, boş zamanlarımda kendi kendime kafamın içinde tartışıyorum ve buraya yazmaya gerek yok, herkes evinde tartışsın.

Romana gelelim. Geçenlerde Ruth Madievsky'nin "All Night Pharmacy"sini okuyup burada da hakkında yazmıştım; eğer o roman bir şeyin olmamışıysa, olmuş hali My Year of Rest and Relaxation diyebilirim sanırım. Fakat şu mesele bu türden herhangi bir eser okurken aklınızda sürekli dönmeli sanki; literary fiction... ve fabrikasyon Amerikan x y z artık hangisindense eser, o gruba ait tüketim malı okuduğunuzu atlamadan okumanız lazım, beklentileriniz ona göre olmalı; bir virginia woolf beklerseniz mesela, ya da ne bileyim scarlett thomas gibi bir ustanın kaleminden bir şeyler beklerseniz, sadece kitabı fırlatıp duvara atarsınız. Ancak düşük beklentiyle okursanız, türün güzel örneklerinin ardındaki pazarlama başarısıyla elinizde sonlanan yolculuğu nedeniyle cinnet geçirmezsiniz.

Romanda anlatıcımız buz gibi bir aileden çıkma, iyi bir eğitim almış 20li yaşlarının başında, okulu yeni bitmiş, New York'ta rahat ve konforlu bir hayat süren ve kendisine bir yıllık bir "dinlenme uykusu" peşinde olan, muhtelif psikiyatrik bozukluklara sahip genç bir kadın. Ailesinden kalan mirastan gelen kazançla hayatta kalmak için para kazanma derdi olmadığı için, kendine gelmek için böylesine bir işe girişebilecek konfora sahip. Bulduğu ilgisiz bir psikiyatriste suistimal etmek için yazdırdığı psikiyatrik haplarla kendisini yarı komaya sokup bir yılın geçmesini bekliyor; dönüp dönüp gördüğümüz rutin ve hayat bu. Gerçekten, dediğimi anlatabiliyor muyum, bu literary fiction işinin sınırsızlığı ürkütücü bir boyutta...

Roman hakkında uzun uzun analizlere girenler ne sonuçla çıkıyor bilmiyorum; 300 sayfa kadar dünyadan elini ayağını çekmiş bir zengin kızının elindeki yegane derdin boyutuna bakarak derdin dönüştüğü şeye teslim olmasını okuyoruz. Bu kadar, bu romanı sadece okumak için okursanız, o arada da kötü ve zorlama bir metin olmasın arzunuz varsa okuyun.

Mesela böylesine bir dünyadan el çekmenin sayfalara yansıdığı, ne bileyim dostoyevski'nin beyaz geceler'de, kısacık bir eserde verdiği iç dünyanın derinliğini görme ihtimaliniz yok, bunlar niye yok mesela, literary fiction... Biz derinliği olan her şeyi yitirdik, elimizde de literary fiction olarak sadece bunlar var. İşte neden bunlar var, bu romandaki anlatıcının yazıp okuduğu ürettiği ve talep ettiği "şeyler" dünyasından mürekkep bir hayat yaşanıyor, o yüzden var.

Küreselleşmeden nefret ediyorum.

21 Aralık 2023 Perşembe

Ragnar Jónasson "Winterkill"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu devam ediyor yine. Arnaldur Indridason'la beraber en sevdiğim İzlandalı polisiye yazarı olan Ragnar Jonasson'un Dark Iceland serisinin 6. kitabı olan Winterkill ile devam ediyor hem de. En sevdiğim yazarlar olunca, yedekte okumadığım bir kitapları da oluyor, zor günlerde sığınakta okuyarak hayatta kalma yolları gibi düşünün. Bu da onlardan biriydi; her zamanki gibi tam tadında, serinin tamamı kadar beğendiğim bir başka Ari Thor romanı oldu.

Ari Thor'un Siglufjordur günleri devam ediyor Winterkill'de. Başarısız evliliğinin bitmesinin ardından eski eşi ve oğlu İsveç'e taşınmış bir Ari Thor var karşımızda. Paskalya'da kendisini ziyarete gelecek eski eşi ve oğluyla ilgili planlar yapan Ari Thor, tüm planlarının ve belirli belirsiz umutlarının boşa çıkacağı bir Paskalya geçireceğinden habersiz, hayatına devam etmekte. 

19 yaşındaki genç bir kız, neden orada olduğu anlaşılamayan biçimde kendi evi olmayan bir evin balkonundan düşerek hayatını kaybettiğinde sakin, sessiz bir İzlanda kasabası olan Siglufjordur'da hayat da kendi ritminde devam etmektedir. Gencecik bir kızın hayatının baharında intihar etmesi, üstelik annesiyle yaşadığı hayatında ve okulda hiçbir sorunu olduğuna dair iz bulunamaması oldukça şüpheli görünür. Annesi ya da çok da yakın olmadığı fakat en yakın olduğu arkadaşı da şüpheli ölümünü kabullenemez; Ari Thor da bu denli beklenmedik bir ölümün yalnızca intihar olmadığını düşünmeye başlar. Araştırmaları, Dark Iceland serisindeki diğer romanda olduğu gibi bir yandan çetin İzlanda doğası kadar keskin ve karanlık, diğer yandan görünürdeki sükunetinden hiçbir koşulda taviz vermeyen bir atmosferde devam eder. En sevdiğim yanı, bu soğuk diyar polisiyesi tanımına uyan yanı Ragnar Jonasson'un romanlarındaki bu hava; bazen zayıflasa da aslında bu hava kaybolmuyor. Bir şekilde siz de soğuk, karanlık, hüzün sinmiş bir yerde buluyorsunuz kendinizi okurken.

Gereksiz tek bir karakter, olay, cümle yok. Ari Thor'un eski karısıyla ya da oğluyla ilişkisi hiçbir klişeye saplanmadan aktarılıyor; yazar asla polisiyenin soğuk diyar havasını bozacak bir üsluba kapılmıyor. Çok yalın ve başarılı bir polisiye yazarı olarak yine kendisi gibi yazmış.

Dediğim gibi üslup benim için önemli; kurgunun ya da hikayenin değerini yazarın üslubuyla birleştiremezsem beğenmiyor. Burada ne imkansız bir kurgu, ne akla hayale gelmeyecek bir polisiye olay ne de beklenmedik sonlarla oradan oraya savuran bir roman var. Okur da tahmin edebilir; okur da anlayabilir, süprizlerinin geleceğini hissedebilir. Finalde de beklenmedik, okurun ağzını açık bırakacak hiçbir şey yok. Ama Jonasson'un devam ettirdiği bir gelenek varsa, kendisinden başka yeni bir örneği de yok.

Bu nedenle denk gelirseniz seriyi atlamayın, tavsiyedir.

13 Aralık 2023 Çarşamba

Daisy Alpert Florin "My Last Innocent Year"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu olmayan turu devam ediyor. Turun şimdiki adı goodreads'te çok reklamı yapılan kitaplar turu gibi bir şey olabilir. "My Last Innocent Year" da sıklıkla öneriler arasında denk geldiğim, bu yazın hemen her listesinde bir şekilde karşıma çıkan romanlardan biriydi. Kesinlikle beklentisiz biçimde okumaya başladım. Sanırım bu "coming of age" denilen türün endüstri içinde çılgın bir payı var; seri üretimdeymiş gibi benzer karakterlerle benzer hikayeler dolu. Bu da onlardan biri, ancak ne akılda kalacak çarpıcı bir eser ne de okurken okuru tırmalayacak sivriltmeler, abartılar ya da pazarlama kolaylığı için ayarsızca sömürülmüş kimlikçilik kaygıları var. Tüm bunları dozunda kullanmış roman; bakın yok demiyorum, var. Sadece yazar başarılı biçimde, kontrollü olarak işlemiş işleyeceği biden-obama-harris'çiliği ya da lena dunham-variliği.

Olaylar 1998'de geçiyor; anlatıcımı Isabel Rosen. Bu türün standardı gereği sanırım yine anlatıcımız kadın, yine bir genç kadın, yine bir Amerikalı Yahudi kadın. Yahudi kimliği ve Amerika'daki orta sınıf Yahudiler'e dair hayatta kalma çabası içinde ömrün nasıl geçtiğine dair Rosen ailesi üzerinden bir okuma mümkün; dediğim gibi yazar romanda ne bir konuya ne diğer konuya çok yüklenmiş. Wilder Collage'daki son yılında Isabel'le tanışıyoruz; annesini kaybettikten sonra daima adıyla hitap ederek bahsettiği babasıyla birlikte yaşayan Isabel, babasının büyük özverileri sonucu oldukça pahalı bir okul olan Wilder'da okuyor, edebiyat alanında öğrenim görüyor. Klasik bir gençlik romanındaki tüm özellikleri sanırım kampüs hayatı içinde görüyoruz. Son yılı oldukça kötü başlıyor; başka bir Yahudi erkek öğrenciyle yaşadığı tecavüz mü değil mi kafasında karar veremediği iğrenç bir deneyimle aslında. Ancak ilişkilere ve erkeklere dair düşüncelerini daha da etkileyecek, yine sıkıntılı bir durumda kendisini buluyor: Aldığı derslerden birini veren hocasının evliliğindeki sorunlar yüzünden geçici bir süreliğine derslerini yürütecekleri eski şair R.H. Connelly ile de romanın adından da anlayacağınız üzere yasak bir ilişki yaşamaya başlıyor. Son yılı bir yandan hayatının geriye dönük analizi, bir yandan geleceğin planlanması ve nereye varacağı belli olmayan yasak bir ilişkiyle geçiyor. Bunların hepsini yazar tadında bırakarak anlattığı için de roman bir çırpıda sıkılmadan okunuyor.

Romana dair yazabileceğim şeyler bu kadar, şöyle kafam dağılsın, öylesine açılmış bir filmden tesadüfi hoşlanmanın tadı gibi bir roman okuyayım derseniz okuyun. 

6 Aralık 2023 Çarşamba

R. F. Kuang "Yellowface"

Goodreads'in ve bloggerların çılgınca övmesi sonucu, yine bir pazarlama ürünü olduğunu bilerek okumaya karar verdiğim, kararımdan da hiç pişman olmadığım bir roman oldu Yellowface. Okumayı düşünen varsa direkt okusun, yakında da Türkçe yayınlanır eminim.

Anlatıcımız June Hayward, pek de yakın olmadıkları okul arkadaşı ise çok ünlü bir yazar, çok satan, Netflix'te de bir romanının uyarlaması dizi olacak olan, NYT'nin en çok satanlar listesini alt üst etmiş genç yazar Athena Liu. Aralarında yakın bir dostluk yok. Hatta ikisi de ayrı uçlar ve yaşamlardalar. Buna rağmen, ikisi de birbirinden yalnız iki insan var karşımızda; biri başarılı bir yalnız diğeri başarısız bir yalnız. Bu nedenle okuldan kalmış tanışıklığın üzerine beraber zaman geçirmekten ibaret, oldukça da yüzeysel bir iletişim kurmuşlar. Athena'nın Netflix ile bir uyarlama için anlaşma imzalamasını kutladıkları gece de, June Athena'nın evine ilk kez gidiyor ve şanssızlığa bakın, Athena krep yerken June'un gözleri önünde ölüyor. Athena'nın evinden ayrılmadan June o gece, ambulans gelip Athena'yı götürdükten sonra, çantasına bir şey atıyor. Bu şey, Athena'nın yeni romanının bitmiş, daktiloda yazılmış, kimsenin daha önce haberdar olmadığı, konusuna dair bir şey bilmediği yeni romanı. İşte o romanı, artık şeytana uymak mı dersiniz yoksa çaresizlik mi ya da düpedüz vicdansızlık mı, June açıkça çalıyor. Ve romanı yayınlanmasının ardından, Athena'nın tahtına June Hayward geçiyor. 

Olaylar bununla birlikte çılgınca hızlanıyor romanda; bir yandan sanırım güncel olarak örneğin goodreads'te çok övülen romanların nasıl övdürüldüğü, sistemin reklam ve pazarlama ayaklarının nasıl işlediğini, nelerin çok satacağını ve hangi ödülleri alacağını aslında önceden karar veren bir mekanizma ve ilişkiler ağı olduğunu yazar o açıkça anlatıyor. Bu anlatı ise June'un süreçte yaşadıkları üzerinden, anlatıcımızın doğrudan dahil olduğu ve etkilendiği durumlar üzerinden ilerliyor.

Bir yanda June'un daima "yakalanacağım, her şey ortaya çıkacak ve bitecek, rezil olacağım, bir daha asla hiçbir kitabımı kimse basmayacak" gerilimi devam ederken diğer yandan ünlü bir yazara dönüşmesini görüyoruz. Fakat süreç ilerledikçe anksiyetesi artmaya başlıyor; üstelik tüm şöhret ve paraya rağmen June'un tamamen bir çukura gömülür gibi yalnızlığa nasıl hapsolduğunu görüyoruz. 

Ama roman ilerledikçe bir şey çözülmeye başlıyor; gerçek hırsızın Athena olup olmadığını sorusunu okurun kafasına yerleştirmeye başlayan bölümlerle Athena'ya da yakından bakıyoruz. Anlatıcımız yine June, ancak Athena'nın gösterişli başarısının içinde neden yalnız olduğunu anlamaya çalışırken, kafamızda sorular dönmeye başlıyor. Bir yazar, ne kadar hırsızdır? Bir yazar, ne zaman hırsız olur? Yazarlar neyi çalar?

Yazarın taraflılığı ve tarafsızlığını anlatıcı karakter üzerinden dengelemesi çok hoşuma gitti; bir yandan mikro-kimlikçiliğin varlığını gösterip bunun birden fazla yüzüyle hem anlatıcı üzerinden hem de anlatıcının karşılaştığı olaylar içindeki karakterler üzerinden gösteriyor. Zira kitap kapağından da anlamanız mümkün, Amerika'da Çinli olmak. 

Etnik kimlik kanalını bulup buradan yürüyen Amerikan popüler kültür endüstrisinin içinden bir ürün olarak Yellowface, bu sistemin bir eleştirisini de yapıyor. Kimlikçilik oyununun pazarlama başarısı, June'un romanı yayınlarken adında yapılan küçük değişiklik gibi gösterilerle sürüyor. 

Çok beğendim, goodreads'te oy bile verdim yılın en iyi kurgusundaki adaylığına. Çünkü yazarın kaleminden anladığımız kadarıyla bu işler, birinciler, listeler önceden belli. Dolayısıyla hiçbir anlamı olmayacak bir oy vermekten çekinmedim.

3 Aralık 2023 Pazar

Halle Butler "The New Me"

Tam olarak Goodreads'in başarılı biçimde pazarlama amacıyla kullanılması sonucu okuduğum kitaplardan biri The New Me. Bunun farkında olarak okumaya başlayınca asla hayalkırıklığı yaşamıyorum; eğer beğenirsem okumaya karar verdiğime iyi yapmışım diyorum. Beklentileri düşük tutarak okunması gereken kitaplar listesi yapmaya karar verdim tam şu anda ayrıca.

Öncelikle yine kadın anlatıcımız; yine yalnız, arkadaşsız, ailesiyle arası yok gibi, işsiz güçsüzlüğünün içinde kalıcı olmayan işler içinde oradan oraya sekerek oldukça sevimsiz bir hayat yaşıyor. Sevimsizliğini anlatıcımızdan anlıyoruz bu arada, işsizliği ya da kalıcı bir işte duramamasının sevimsizliğiyle ilgisi doğrudan yok.

The New Me, 30 yaşındaki Millie'nin dibe vurmuş hayatının bir portresi; romandaki en büyük sıkıntı ise bunun roman olarak basılması. İlk yorumum da böyle olmuştu aslında kitap bitince; bunun öykü olması aklıma yatar, ancak romana çevrilmesi, roman olarak kabul edilmesi, basılması ve böylesine reklamı yapılarak üzerine bir de övgü dolu listelerde yer alması neyin başarısı bilmiyorum ama elimizdeki metnin değil, olamaz.

Kayıp kuşaklar üstüne kuşaklar eklenen dönemler başlayalı çok oldu. Millie de bunun günümüzden bir örneği; amaçsız, plansız, dağınık, özensiz, başarısız, tutunamamanın hakkını dibe vurarak hayli vermiş. Geçici olarak çalıştığı işte kalıcı olarak çalışmaya başlayacağına dair bir ihtimal olduğu yanılgısına kapılınca, hatta buna inanınca birden kendisine çeki-düzen vermeye girişiyor. Asla tutmayacak planlar ve umutlar, küçük adımlarla bir çöplüğü düzeltme girişimi vb derken roman bitiyor. Romanın başından sonuna dek 193 sayfada hiçbir hareket yok aslında, dalgalanma sayabileceğimiz şeylerden biri Millie'nin yeni kararlar almasına vesile olan bu kalıcı iş ihtimali, diğeri ise finalde bu ihtimalin gerçekliğiyle yani yokluğuyla yüzleşmesi.

Bu edebiyat türü nasıl bir açlığı tatmin ediyor bilmiyorum ancak daha ne kadar iyi pazarlanmış bol yıldızlı, çok görünür eserleri edebi ürünmüş gibi övmeye devam ederiz bilmiyorum. Bunları ayrı bir sınıfa koyalım bence. Mesela Dostoyevski'de bir saati anlatır bazen, aklınız o satırlardan kopamaz, derinlikte oradan oraya aklınıza ruhunuza bir şeyler çarpar, romanın içindeki bir durumdan hayatınıza bakarsınız, içiniz kararır; Çehov okursunuz, çocukluğunuzdan yaşlılığınıza aklınıza kazılı bir şey kalır. Bu seri üretim mevzusu, edebiyatı tüketimin en popüler ürünlerinden birine çevirmeseydi keşke.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Ruth Madievsky "All-Night Pharmacy"

Bu romanın ne polisiye ile ne de psikolojik gerilimle doğrudan bir ilgisi var aslında; ancak polisiye unsurlarını da gerilim unsurlarını da, "psikiloji"yi de aslında içeriyor. Böyle sıralayınca dolu dolu bir romanmış gibi gelmesin, baştan söylemek isterim. Tamamen pazarlama başarısı nedeniyle, bunun da farkında olarak seçip okuduğum romanlardan biriydi.

Anlatıcımızın adını asla bilmiyoruz ancak ablası Debbie ile Los Angeles gece hayatının aktığı bir gece kulübünde daima takıldıklarını biliyoruz. Mekanın adı da ironik biçimde "Salvation". Uyuşturucu ve tek gecelik ilişkilerle örülü bir ağın içinde amaçsızca takılıyorlar, ortada başka bir mevzu yok. Mevzu yaratmak için yazarın giriştiği şeylerden biri, iki kardeşin kavga ettiği bir gecenin ardından Debbie'nin ortadan kaybolması. İkincisi ise gerçek bir Netflix tadında kara propagandanın çok yüzeysel halinde işleyen Rusya'dan göçmüş bir ailenin torunları olarak Yahudi kimliklerinin öne çıkarılması.

Gerçekten doğduğumdan beri savaşla örülü çevrem ve yazarla da yaşlarımız yakın; Irak'ı, Afganistan'ı, Bosna'yı, Suriye'yi geçip de kıytırık bir "Putin çok kötü"ye sığınması o kadar ucuz geliyor ki, okurken Biden-Obama-Harris-Clinton çetesinin mi teşvikleriyle yazılıyor bunlar diye yine düşündüm.

Debbie nereye gitti, öldü mü kaldı mı derken bu arada anlatıcımızın aslında Debbie'yi öldürmüş olma ihtimalinin de bazen aklına geldiğini görüyoruz; zira sürekli çerez gibi ilaç kötüye kullanımı var; sayfa başında üç beş kırmızı reçeteli diye bildiğimiz ilaçlardan ya da yeşil reçetelilerden içiyor karakter. Kafasının sürekli ilaç dolu olması ve hafızasına da bazen güvenmediğini sezmemiz, bir süre sonra anlatıcımızda bir suçluluğun anksiyetesini de yaratıyor. Bu açılardan devam edip beşinci sınıf Clintoncılığa girişmeseymiş roman aslında daha derli toplu dururmuş. 

Koca romanda dünyada hiçbir şey olmuyormuş gibi dram yarattıkları husus, Rusya'dan çıkmış birkaç haberi okumaları. Gerçekten, bayağı taraflılığın basitliğiyle her yüzleşmemde ağzımı burnumu buruşturuyorum. Ancak, bu romandan bu kısımları atsak bu roman basılır mıydı ya da soruyu düzgün sorayım; basılsa bile bu kadar iyi pazarlanır mıydı, bu soru da aslında cevapsız. Obama-Biden çetesi kimlikçilik sosu dökülmeden küresel anlamda bir şeyin ne kadar pazarlanma kabiliyeti ya da imkanı vardır sorusunu birçok kültür ürünü için şu an sorabiliriz aslında.

Alice Feeney "Good Bad Girl"

Yazısını eklemeyi unuttuğum çabuk okunan psikolojik gerilim özel turuna devam etsin bakalım Kareler ve Sayfalar...

Blog'da daha önce birkaç kitabına yer verdiğim Alice Feeney var sırada yine, bu roman Türkçe'ye çevrilmiş sanırım, başlamadan onu belirteyim. İlgilisi varsa bakabilir.

Good Bad Girl, Alice Feeney'nin kendi kurgu kalıplarının içinde, bu "çabuk okunan psikolojik gerilim" seri üretim sistemi dahilinde kurguladığı bir roman yine. Örneğin yine kadın anlatıcılar, kadınlar etrafında dönen olaylar, kadınlar arasındaki olaylar ve kadınlar dışına taşan olaylar. Feeney'de kurgu, kendi içine doğru detaylanıp kompleks bir hale gelene kadar sıkıştırılıyor bazen. Good Bad Girl de bunun bir örneği olmuş. Karakter arasında kurduğu bağdan olayların akışına, kesişmelere ve süprizlere dek kurduğu bağ, bölümler ilerledikçe birbirine geçecek bir örgüye dönüşüyor. Bazen Feeney'de bana zorlama gelen kısım da bu oluyor açıkçası. Hemen her romanında bunu hissettim ancak zirve kesinlikle Good Bad Girl'de.

Romandaki olay ise şu; yıllar önceki bir anneler gününde bir anne alışveriş yaparken çocuğu, neredeyse gözlerini çevirdiği bir anda çalınıyor. Annenin çocuğundan kaynaklanan gerilimin akabinde çocuğun dikkatsizliği nedeniyle kaybolması, çocuğunun asla bulunamamasıyla birleşince adını bilmediğimiz annenin hayatına bir dramın yayıldığını anlıyoruz.

Romanın başlangıcında olan bu olayın ardından zaman hızla geçiyor ve bir başka bölümle günümüze dönüyoruz; bir yaşlı bakımevinde olan şüpheli olaylar nedeniyle tetikte olan yaşlı bir kadın, bakımevinde çalışan ve hemen her konuda yalan söyleyen genç bir kadın karakter, bakımevinde bir cinayetin işlendiği gün bakımevinden kaçan bir kadın konuk ve cinayeti çözmek için gelen bir kadın dedektif. Romanın neredeyse başlarında cinayetimiz, kaçağımız, yalancımız, olaylarla henüz yolu kesişmemiş, bir hapishanenin kütüphanesinde çalışan ve bir planını uygulamakta olduğunu fark ettiğimiz bir garip davranışları olan bir kadınımız oluyor. Tüm bunlar, kesişmelerin artmasıyla bir anda ya birbirlerini aramaya başlıyor ya da birbirlerinden kaçmaya. Karakterlerin hepsi bu kadar değil ancak öne çıkanları şöyle bir yazayım dedim.

Feeney'nin en zorlama romanı fakat kötü değil; kayıp bebek kim, annesi kim, bu insanlar da kim ve birbirleriyle yolları her kesiştiğinde nasıl bir ilişki içinde oluyorlar, romanın sonuna kadar net bir tablo belirene kadar merakta kalmanız mümkün. 

Lisa Jewell "Then She Was Gone"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilimin çok satanları adlı çok da özel olmayan listesi vardı bu yaz, hatırladınız mı? Ağustos ayının tamamında neredeyse günde bir kitap bitirecek şekilde okuduğum bir türdü. Cidden bir günde bitirmemeniz için hiçbir sebep olmuyor, üstelik sayfa sayısından da bağımsız. Böyle bir sektör ve seri üretim ürünleri kendileri yani, ben rahatsız değilim durumdan. Seveni çok sanırım. Sevmese de okuyanı da bol galiba; tam "mola" verdirecek türen eserler.

Lisa Jewell da bu türün en önde gelen isimlerinden, daha önce blog'da bir kitabına da yer verdim diye hatırlıyorum: "None of This is True" hakkındaki yazıyı blog'da bulabilirsiniz. Kesinlikle çabucak okunan, okurda gizemin çözülmesine dair istediği uyanık tutan romanlar yazıyor şu iki romanına bakarak bunu söyleyebilirim şimdilik.

"Then She Was Gone"ın da yazısını yazdım diye hatırlıyordum; yazmamışım. Kısaca da olsa yazayım. Anlatıcımız Luarel; kızı Ellie, yıllar önce aniden ortadan kayboluyor. Biz bu kaybın nerede ve nasıl gerçekleştiğini aslında kitabın başında birkaç bölümle anlıyoruz ancak haliyle ailesinin durumdan haberi yok. Bu kısım bana oldukça saçma gelmişti bu arada, yani kızın bulunamaması kısmı gerçekten zorlama olmuş, baştan söylemek isterim. Ortalama bir Arka Sokaklar bölümünden hallice, darılmayalım lütfen...

Ellie'nin kaybının üzerinden yıllar geçiyor, Laurel'in bir kızı daha var ancak Ellie'nin ortadan kaybolması ardından ailesi dağılıyor, eski eşi yeni bir hayat kuruyor, diğer kızı da öyle. None of This is True'daki aile formunu anımsamamak mümkün değil. Neyse devam edeyim; Laurel oldukça yalnız bir hayat sürüyor, yaşı ellilerine geldiğinde bir gün tesadüfen bir kafede biriyle tanışıyor. Floyd. Bunlar sevgili oluyor. Kızıyla yaşayan Floyd, sonunda Laurel ve kızını tanıştırıyor. Ve hikaye burada garipleşiyor; Poppy, Floyd'un kızı, Ellie'nin aynısı, sanki küçük bir kopyası. 

Roman, Laurel'in ortadan kaybolmasına rağmen aslında öldüğüne asla inanmadığı kızının başına gelenleri çözmekteki çabasını hararetlendiren bir tetikleyici olarak Poppy'yi karşımıza çıkarıyor. 

Sürükleyici bir roman, ama bu tarzın belirli bir formu ve neredeyse sayfa sayılarına kadar hesaplanmış bir düzeni var anladığım kadarıyla. Kalıplara karakter isimleri ve olayları değiştirip koymakla ilerliyor sanki biraz da.

Kafam dağılsın, okurken romandan başka bir şeyi düşünmeye fırsat kalmasın diyorsanız tavsiye ederim. Bu tür kurgular sanırım Netflix dizilerine uyarlanmaya da uygun olduklarından seri üretimde, o yüzden birçok örneğinin içinden bunu seçerseniz pişman etmez.

27 Kasım 2023 Pazartesi

Will Dean "Black River"

Eklemişken Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turuna, daha önce hiç konuk olmamış İsveçli bir yazar ve seriden de ilk kitabı eklemek istedim. Tuva Moodyson serisinin üçüncü kitabı Black River. Çok fazla denk geldiğim, okumadan geçmemek için de listeye eklediğim bir romandı. Okuyalı aylar oldu, ancak soğuk diyar polisiyesi olarak okumaya giriştiğim romandan pek de soğuk diyarlık da polisiyelik de sezemedim. İsveç'te geçmesi yeterliyse bilemem, bana yeterli değil, soğuk diyar polisiyesi dediğim kategoriye asla koyamayacağım bir roman.

Öncelikle fazla Amerikan polisiyesi tarzında. Bunu karakterlerden anlamak mümkün, yazarın karakterleri bence İsveçli değil o yüzden, İsveç'te yaşamakta olan Amerikalı deliler gibi canlandı özellikle şüphelileri.

Baş karakter Tuva da, gerçekten Clinton-Obama-Biden-Harris bir araya gelmiş de yaratmış gibi; çok zorlama ve gerçekten kıyafet gibi giydirilmiş özelliklerin karikatüre evrilmiş oturmamış bir "karakter" girişimine dönüşmüş. Keşke bu kadar sevilme kaygısı ve takdir kaygısı olmadan, o kaygının enerjisini iyi bir kurgu, polisiye kurgusu yazmaya harcasaymış yazar.

Olaylar şöyle; Tuva'nın eski görev yerinden yakın arkadaşı kayboluyor, onu bulmak için geri dönüyor. Kayıp kızın peşinde, neden ve kim kaçırmıştır diye koşuyor. Kayıp karakter de Clinton-Obama-Biden usulü, Netflix dizisi tadında kimlikçiliklerle süslenerek kötü bir kurguya malzeme edilmiştir.

Seriden başka kitap okumam. Ancak benim beğenmediğim başkasını rahatsız etmeyebilir; Netflix işi Amerikan polisiyesi severleri tatmin edecektir.

26 Kasım 2023 Pazar

Ragnar Jónasson & Katrín Jakobsdóttir "Reykjavík: A Crime Story"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu öldü gibi görünse de aslında ölmedi. 2023'e dair tek beklentim olarak yolunu gözlediğim, yayınlanmasından bir ay kadar sonra da okuma fırsatı bulduğum "Reykjavik"le devam ediyor tur. Üstelik en sevdiğim İzlandalı polisiye yazarının yanında şimdi İzlanda başbakanı da var; ikilinin nasıl bir roman yazacağını merak ediyordum. Zira Jakobstdottir'in yüksek lisans tezi de Arnaldur Indridason üzerineymiş. Şöyle bi bakın yazdığımız isimlere, soğuk diyar polisiyesi için bence beklentiyi yükseltmişlerdi.

Romanın konusu şöyle; 1956'da, İzlanda'nın ücra bir köşesindeki bir adada, ev işlerinde çalışmak üzere işe giden genç bir kız, işten ayrılacağını söylediği gün ortadan kaybolur. Adaya ulaşım sınırlı imkan dahilinde olduğundan, genç kızın adadan nasıl ayrıldığı, ayrıldıktan sonra nereye gittiğine dair de hiçbir şey bulunamaz. On dört yaşındaki Lara, adeta buhar olup havaya karışmıştır. O dönem genç kızın kaybıyla ilgilnen dedektifin hayatında hala bir bilinmez olarak kalan, olay gerçekleştiğinde İzlanda'nın gündemini uzun süre meşgul eden bu olay, zamanla tarihe karışır.

Olaydan yıllar sonra, genç ve hevesli bir gazeteci olan Valur, bu olayı aydınlatmaya girişir. Lara'nın kaybıyla ilgili bilinmezlerin, gözden kaçırılmış olabilecek bir şeyler olduğu fikrinin ardından gider. Zira Lara'nın kaybolması, çalışmak üzere gittiği "elit kesim" eviyle de hayli dikkat çekicidir. Geçmişe dönen Valur, olaya dair bir yazı dizisine girişir. Olayın yankısı, birkaç ipucu ve büyük bir felaketle Valur'a geri döner.

Bu olay, İzlanda'da üstü örtülmeye çalışılan bir olay mıydı? Valur, neden ve kimin dikkatini çekti? Lara yaşıyor muydu, ölü müydü?

Tüm bunların peşinden giderken, Ragnar Jonasson'un romanlarına bakarak bir değerlendirme yaptığımda daha yavaş bir tempoda gidiyor roman bir süre. Açıkçası ikilinin beraber yazması bir eksiye de dönüşmemiş, bence devam ederler. Kurgusu kesinlikle sürprizlerle şaşırtacak güçte değil, Jonasson'un romanlarında genelde bahsettiğim mekansal kısıtlılık, doğanın sindiği sert ve çetin bir karanlık bu romanda o kadar belli değil. Ama tek kişi yazmadığı için, yazara yığmak istemem. Bunu olumsuzlu olarak değil, fark olarak belirtiyorum.

Daha çok şaşıracağım bir son ve hikaye bekliyordum açıkçası, çünkü neredeyse bir yıldan fazla zamandır bu romanı bekliyordum. Pişman olmadım ve öneriyorum, ancak çok daha iyilerine de vesile olmasını umarak bu ortaklığın.

17 Eylül 2023 Pazar

Alice Feeney "Rock Paper Scissors"

Kareler ve Sayfalar psikolojik gerilimin çok satanları ve çok hızlı okunanları pek de özel olmayan turu devam ediyor.

Daha önce iki kitabına yer vermiştim Alice Feeney'nin; blog'da bu gidişle birkaç kitabını daha görmeniz mümkün olacak. Siz diye hitap ettim ama, aslında karşımda kimse yok. Biliyorsunuz (boşluğa diyor) bu blog'u kimse artık okumuyor.

Rock Paper Scissors okuduklarım içinde en sevdiğim Alice Feeney romanı oldu. Muhteşem, eşsiz bir roman değil. Hatta yazarın çok güvenli bir alanda hareket ederek daima aynı düzende romanlar yazarak kendini riske atmadığının farkındayım. Bu bir olumlu ya da olumsuz nokta mı, ona karar verecek kadar üzerinde kafa yoracağım okumalar olmadığı için, okuyanlara bırakıyorum bu kararı. 

Adam ve Amelia, evliliklerindeki çatlağı toparlamak için Amelia'nın iş yerindeki bir çekilişte kazandığı hediyeye doğru yanlarına köpeklerini de alarak yola çıkar. Bu hediye, İskoçya'nın ücra bir köşesinde, ıssız bir yerdeki bir oteldir. Hafta sonunu geçirmek üzere Amelia'nın ısrarıyla çıkıldığı belli olan yolculuk, romanında başında başladığı gibi bizi ikilinin evliliklerindeki çatlakla karşılaştırıyor. Yolun kendisi bile, karı koca için hayli çekilmez ve üzerinde anlaşılmaz bir yolculuğun parçası olduğu için, gerilimle başlıyoruz.

Gittikleri yer, kiliseden bozma bir oteldir. Ancak otelde onları kimse karşılamaz. Otelin kendilerini beklediği açıktır; yiyecekler, içecekler, odaları hazırdır. İkiliye hitap eden bir mektup, keyiflerine bakmalarını söyler.

Tek mekanda, iki günde geçen bir roman. Alice Feeney'nin mekansal güvenlik kaygılarından sanırım, karakterler çoğalıp mekan çeşitlendikçe romanı toparlayamamaktan korkmak. Yani sadece kendi fikrim, zira kurgu yazarken ben de aynı sorunu yaşıyorum.

Bu sırada, kar fırtınası etrafı da kaplamışken, aslında pek de yalnız olmadıklarını ama ıssız bucaksız bir yerde kimin olduğunu da anlamadıkları bir "biri var galiba" ihtimaliyle karşılaşırlar.

Anlatıcılarımız, Adam, Amelia ve Robin. Robin, bilinmez bir köşede inzivaya çekilmiş, tavşanıyla sade, çok sade, pes etmişçesine yaşayan bir karakter olarak gizemli biçimde karşımıza çıkıyor. Romandaki gizem ve gerilim kaynağı ise yalnızca Robin değil. Adam ve Amelia, anlatıcı oldukları bölümlerde birbirlerine karşı tahammülsüzlüklerini ve geçmişlerinden beri taşıdıkları yükleriyle karşımıza çıkıyor. Bu yükler, neden yolun bu ücrada bittiğine de zamanla artan işaretler barındırıyor. Aynı şekilde Robin'in de neden yaşamdan uzaklaşıp bir kulübede inzivaya çekildiğini zamanla öğreniyoruz.

Bu sırada, anlatıcılarımız haricinde roman, Adam'a eşinin evliliklerinin her yıl dönümünde yazdığı mektupları da içeriyor. İkili arasındaki ilişkinin on yıl içinde nasıl bir evrim geçirdiği bu mektuplarda saklı. Mektupların kendisi de saklı zira Adam bu mektupları aslında hiç görmüyor. Hiçbirini ona vermek için yazmıyor. Çiftin evlilik yıl dönümleri için kararlaştırdıkları materyallerde ya da olgularda hediyeleşmek gibi bir ritüeli de var; taş, kağıt, makas da hem bunlara dahil, hem de romanda çözümsüzlüğün çıkışı olarak karşımıza çıkan bir sembol.

Bir de Adam'la ilgili ilginç bir detay var; yine bu ücrada kazanılan tatilin tesadüf mü bir plan mı olduğuyla bir yerlerde temas ediyor, ikilinin tüm ilişkisinde öne çıkıyor, Adam'ın travmatik çocukluğundan beri hayatındaki en baskın özellik oluyor. Bu özellik, Adam'ın insan yüzlerini tam olarak algılayamadığı/göremediği bir hastalığa sahip olması. 

Roman çok hızlı okunuyor, kısıtlı mekanda geçen ancak çok hızlı akan psikolojik gerilim romanlarını seven es geçmesin.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Alice Feeney "His & Hers"

Kareler ve Sayfalar'la bir günde okunacak suç/gizem/psikolojik gerilim/polisiye (özel olmayan) turu devam ediyor. Muhteşem bir cümle oldu bu, her cümleye böyle bir ön cümle koyup yazacağım artık. Hatta belki konuşurken de bunu yapabilirim.

Aslında şöyle de olur; kareler ve sayfalar psikolojik gerilim (özel olmayan) turu devam ediyor.

Alice Feeney'den blog'da daha önce "Daisy Darker" ile bahsetmiştim, o romanını bir günde okuyup bitirince, okurken sıkılmadığım için diğer kitaplarını da okuyayım bari dedim. Bu türden tek beklentim bu çünkü. His&Hers de beklentimi karşıladı.

İki anlatıcımız var; ilk olarak Anna ile tanışıyoruz. Boşandıktan sonra klişe olarak alkole düşmüş bir karakter olarak karşımıza çıkan Anna, muhabir olarak çalıştığı kanalda bir tesadüf eseri ana haberleri sunmaya başlamış. Ancak romanın hemen başında, muhtemelen boşandıktan sonra uzun süre hiçbir güzel şey olmayan hayatındaki tek güzel şey olan bu durum da beklenmedik biçimde değişiyor, Anna kendisini yeniden muhabir olarak buluyor. Hayalkırıklığı ve sinir içinde, Blackdown adlı yerdeki bir ormanda bulunan kadın cesedinin haberini yapmak üzere yola koyuluyor. 

O sırada ikinci anlatıcımız ile tanışıyoruz; yine boşanmış bir karakter olan dedektif Jack de aynı anda haber aldığı cinayet soruşturmasına ilk adımını atıyor Blackdown'da. 

İkilinin yolu, her ikisinin anlatımıyla da böylece Blackdown'da kesişmiş oluyor. 30'lu yaşlarındaki kadının öldürülmesinin ardında yatanları çözmek için, her ikisi de bir şekilde kendi geçmişlerine doğru gidiyor diyebilirim. Sürprizleri kaçırmadan anlatmak için neredeyse cümle kuramaz hale geldim, hoşnutsuzum. Ama oldukça hızlı akan, zaman zaman bu türde gördüğüm klişeler ve çok tat kaçırmayan ufak tefek zorlamalar kurgunun keyfini azaltmıyor bence. 

Olayları ve Blackdown'ı bir Anna bir de Jack'den okuyarak geçmişte kalmış rezilliklere kepazeliklere sakat sakat işlere yelken açıyoruz. Bu sırada Jack, bir şekilde soruşturduğu cinayette zanlı konumuna düşüyor. Kuyusunu kazmakta olan biri var, ama kim, bunu da anlamaya çalışıyoruz. İki anlatıcının anlattıklarından hangisi doğru, Jack gerçekten katil mi, ölen kadının hayatındaki gizemler ne ve tüm olan bitenin Blackdown'la ilgisi ne. Daha soru yazayım mı...

Kısa bölümler, yalın anlatım, dikkat dağıtmaya fırsat vermeyecek hızdaki kurgu, tadında kalmış klişeler ve zorlamalarla ortaya çıkan roman, bir günde bitsin, okurken aklıma başka bir şey gelmesine fırsat kalmasın diyenler için muhteşem işlevli.

Tavsiyedir.

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Rebecca Makkai "I Have Some Questions for You"

Kitabın adını, durup kitaba sormak istiyorum.... Başarılı reklam kampanyası ve mikro-blogger teörü sayesinde her yerde karşıma çıkan, üstelik sürekli de övülen bu kitapla ilgili en çok üzüldüğüm şey, bu kitabın basılı kopyaları adına israf edilen kağıtlar. 

İlk kez okuduğum bir yazar Rebecca Makkai. Anladığım kadarıyla başka romanları bu kadar başarısız değil, ona da güvenerek yayınevi bu romanı basmayı kabul etmiş olabilir. Mantıklı bir açıklama bulmaya çalışıyorum NEDEN bu roman var diye. Pskilojik gerilim, suç, korku, polisiye vb. türleri içine dâhil edilmiş ancak amaçladığı şeyin ne olduğunu anlasam da bu türlerin hiçbirinin ortalama bir örneği bile olamayacak kadar vasat bir roman. 

Uzatıldıkça uzatılmış, maksimum 100 sayfada anlatılacak bir hikayesi var oysa. Hiçbir anlamı olmayan yan öyküler, hiçbir anlamı olmayan olaylar ve özelliklerle doldurulmuş. Kimse okumadı mı cidden bu romanın basılmasından önce ya. 

Artık her yeni romanda görmekten fenalık geçirdiğim Biden/Clinton/Obama çetesi işi kimliklerle süslü karakterlerin resmen zorlayarak dâhil edildiği bir roman ayrıca. Fenalık geçiriyorum. Koyalım da daha çok okunsun, denilen kimlikler. Gerçekten yıldım.

Romanın konusunu hâla merak eden varsa; yıllar önce mezun olduğu yatılı okula (lise) bu sefer bir dönemlik hoca olarak giden anlatıcımız, yıllar önce öldürülen arkadaşının cinayetine dair cevapsız soruları yeniden deşmeye başlar. Ders verdiği öğrenci grubunun PODCAST FİKRİ ÖDEVİ nedeniyle öğrencileri, okulda işlenmiş ve tutuklanan katilin gerçekten cinayeti işlediği yönünde kesin kanıtlar olmaması nedeniyle bu konuya odaklanır. Gerçek katil kimdi, neden zamanında cinayet aceleyle örtbas edildi, gerçek katil şu an nerede, nasıl yırttı bu işten. İşte böyle klişe bir mevzu.

Podcast görmekten de fenalık geldi, podcast hazırlama dersi vermeye giden hoca ne ya, bu dünya nereye gidiyor, ne kadar saçma sapan oldu her şey. Dev bir kamala harrisçi seçim kampanyası da goodreads algoritması aracılığıyla yürütülüyor galiba.

Sıkıcılığından okunmuyor bile. Zorla okudum yine de. Tamam bitti cidden sıkıldım. Okumayın zaman israfı.

20 Ağustos 2023 Pazar

Sally Hepworth "The Soulmate"

Bu sefer de Avustralya'dayız; iyi açıldık. Sally Hepworth de ilk kez okuduğum bir yazar. Goodreads'te gezerken "The Soulmate"i görüp merak etmiştim.

Ruh eşi kavramı çok jilet üzerinde bir kavram, roman da bunu anlatıyor ama bunu bir polisiye kurguyla anlatıyor. Bir yandan ruh eşim diye tüm yükü sırtlanıp kimse ölmeye yaklaştığınızı fark etmeden hayat diye o yükü taşımaya devam edebilirsiniz; bir yandan da ruh eşiniz gerçekten ruh eşinizdir, herhalde bu da dünyada cenneti yaşamaya benzer. Onunla yaşayarak ölebilirsiniz, onsuz ölürüm sanarken aslında onsuz nasıl yaşayacağınızı düşününce hayret de edebilirsiniz. Meğer nefes sizin nefesinizmiş.

Gabe ve Pippa, uçurumun kıyısında, intihar noktası olarak bilinen bir yere çok yakın yaşamakta. Gabe, intihar etmeye gelen 7 kişiyi kararlarından vazgeçirebildiği için yerel kahraman gibi bir şey olmuş. Anlatıcımız Pippa. Hemen romanın başında, bu sefer ikna edilemeyen bir kadının uçurumdan atlayarak hayatını kaybetmesini anlatıyor Pippa. Kadının uçurumun kenarında belirmesiyle kadının yanına giden Gabe'i evin penceresinden izleyen Pippa, iki küçük kızlarını bir yandan zaptetmeye çalışırken gözü arada sırada Gabe'den evlerine dönüyor, gözünü arada kaçırması, kadının atladığı bir ana denk geliyor. Sonun başlangıcı da bu oluyor; zira son anda Pippa, kocası Gabe'in kollarının kadına uzanışında bir tuhaflık buluyor, onu tutmaya çalışmaktan ziyade itmeye çalışıyormuş gibi hissediyor. Bu şüphe, roman boyunca bizimle.

Gabe'in tanımadığını iddia ettiği kadın ise Amanda; bir diğer anlatıcımız. Bir yandan da Amanda'nın Max ile olan evliliğini okuyoruz. Gabe, kadının atlamadan önce kocasının "kendisine ihanet ettiğini öğrendiğini ve böyle yaşamak istemediğini" söylediğinden, işin buraya nasıl geldiğini Amanda'dan öğrenmeye başlıyoruz. Amanda ölü olsa da, kurgu ya, yazar onu aramızdan ayırmamış. Ölüme düştüğü andan itibaren romanın sonuna dek olaylarda izleyici konumda Amanda.

Biz bir yandan Pippa'nın, bir yandan Amanda'nın hikayesini okuyoruz, iki hikayenin nasıl ve neden kesiştiğini, Amanda'nın neden Pippa ve Gabe'in evinin önünde ölüme atladığını okuyoruz:

İkisinin de eşleri "ruh eşleri"; bu kavramı da iki çift üzerinden sorgulamak mümkün.

Bir günde okursunuz, öyle akıcı bir roman. Az karakter, zorlama olmadan kurgulanmış tesadüfler, okura çözüm için ipucu veren yazar. Finalde şoke olunsun diye bekletilen sırrı da çözmek mümkün. Beni çok şaşırtan sonu olmadı, beklentilerim gibi bitti. 

Lisa Jewell "None of This Is True"

İngiltere'den devam edeyim; okurken gerilimden sinir harbi yaşama ihtimaliniz olan bir kurgu. Bu arada Türkçe ilk yorumunu yazan ben olabilirim bu kitabın ya, bilmiyorum. Bilsem de sonuç değişmez, nasılsa kimse okumuyor. Neyse, roman diyorduk. Gerçekten psikolojik-gerilim romanı None of this is true. 

Lisa Jewell'ı da ilk kez okudum. Şu sıra bu kitabı okumayan yokmuş gibiydi instagram'da durum; popüler romanları okumam diye şoray kanunlarınız varsa siz okumak istemeyebilirsiniz, o yüzden yazının devamı da ilginizi çekmeyecektir. "Gidin buradan, beni yalnız bırakın" - Mülayim Sert. 

Aşırı kötü bir giriş oldu. Romana dönelim. Bir podcast'ten yola çıkılarak uyarlanmış bir Netflix yapımı, belgesel düşünün; onun metinlerini okuyoruz romanda yer yer. Zira uyarlamanın yapıldığı podcast, gerçek olaylara dayanıyor. Bir yandan belgeselden sahneleri okuyoruz, bir yandan podcast ilerliyor, bir yandan da bu podcast'in başlangıcına tanık oluyoruz. Şöyle; Alix Summer, iş hayatında öne çıkan kadınlara podcastinde yer veren birisi. 45. doğum gününü kutlamak için dışarı çıktığında, aynı yerde, aynı hastanede doğduklarını öğrendikleri Josie ile karşılaşıyorlar. Şaşırtıcı bir tesadüf.

Sonra Josie ile yine karşılaşıyorlar ertesi gün, sonrasında bu tesadüfler sonucu Alix, "Hi, I'm Your Birthday Twin" adlı bir podcast serisine başlıyor. Farklı bir formatta ilerleyecek yeni serisine onu "iten" aslında Josie. Manyağın önde gideni olan Josie, neredeyse görünmez bir zorbalıkla Alix'e kendi hayatını değiştirmeye karar verdiği bir dönemden geçtiğini ve hayat hikayesini, Alix'in normalde yaptığının aksine değişimden sonrasını değil, öncesini de anlatma "şansını" vererek podcast haline getirmesi önerisini yapıyor. 

Podcast için Alix'in stüdyosuna gidip gelmeye başlayan Josie, evli ve iki çocuk annesi. Eşi 72 yaşında, 21 yaşındaki kızı ise odasından çıkmıyor, online oyun oynuyor ve sadece püre haline gelmiş gıdalarla besleniyor. Josie'nin aynı evde olmalarına rağmen aylardır görmediği kızının haricinde, 16 yaşında evden kaçan bir kızı daha var. Josie'yi tanımaya başladıkça, podcastte anlattıklarını dinlemeye başladıkça Alix, karşısındaki kadının yaşadıkları karşısında şoke oluyor. En büyük sorunu içkiyi fazla kaçırınca sızan kocası olan iki küçük çocuk annesi olan Alix, zaman içinde Josie'nin hayatına "sızmaya" çalıştığını da fark ediyor. Ancak karşısında küçük yaştan itibaren yaşadığı mağduriyetleri anlatan kadına acımadan da edemediği için, Josie'yi "tepesine çıkarıyor".

Birgün Josie kayboluyor. Alix'in hayatı da dönülmez bir yere sapıyor. 

Takıntılı, hastalıklı bir ruhun, Funny Games'teki gibi neredeyse hedefinin rızasını alacak kadar sinsice ilerleyip onu ele geçirdiği, zorbalığa gönüllü bir boyun eğişi sağlamak için manyakça manipülasyonları ustaca kullandığı bir roman. Bu açıdan beğendim, okurken Alix güzel kardeşim sen salak mısın kov şunu evden, gibi çok hoş düşüncelere boğuldum. Okurken de yazarın yarattığı, gittikçe çığrından çıkacağı sinyallerini her satırda veren gerilimle boğuldum. Bunu yaratabilmesi güzel. Alix'in yer yer pasifliğini anlayamasam da.

Finalinde yazar, ortaya ucu açık bir mevzu yerleştiriyor. Ancak kitabın adı yeterince açık, kapalı olan mevzuları da böyle çözelim diye.

Tavsiyedir.

Lucy Foley "The Guest List"

Kareler ve Sayfalar mekansal kısıtlılık içeren polisiyeler özel serisi mi yapsaydım acaba. Yine Agatha Christie'nin "and there were none"ından ilham almış, yine bir ıssız adada hesapların kesildiği gerilim romanından bahsedeceğim çünkü: İlk kez okuduğum bir yazar olan Lucy Foley'den "The Guest List".

Ünlü bir blogger ve ünlü bir tv programcısı/sunucusu, evlenmek için özel günlere ev sahipliği yapan, küçük ama pahalı bir yer seçerler. Issız bir adada, evli bir çiftin işletmecisi olduğu yerde tüm konuklar toplanır. Bir kısmı da düğünden bir gün önce gelerek aynı yerde konaklar. İşte biz, bu gece de konaklayacak olanların adaya doğru gelmesiyle başlıyoruz olayları okumaya. Konuklar yavaş yavaş geliyor, her gelen konuğun hayatında bir dram olduğunu seziyoruz. Gelin ve damat tarafından az sayıda yakın arkadaştan oluşan bu ekip, birbirini önceden tanımayan birkaç kişiyi de kapsıyor, damadın yatılı okuldan manyaklıklarını geleneğe çevirdikleri bir okuldaki arkadaşlarını da. 

Genelde yatılı okul demek gerilim romanlarında bela demektir bu arada, bunu asla unutmayın. Bunu "ehehehe" diye bitirmek isterdim ama ayrıca bir cümle olarak eklemeyi seçtim.

Neyse, çok gözde, göz alıcı duran çift ve arkadaşlarından bazılarının, bir de işletmeci kadının anlatıcılar arasında olduğu romanda yer yer dışarıdan da baktığımız bölümler var; olaylar zamanda ileri geri akarak ilerliyor. Düğün pastası kesilirken birden ışıkların gitmesi, olayların kırılma noktası. Bu olayın öncesindeki farklı zaman dilimlerine, ancak yine de yalnızca hafta sonu içinde kalarak tanık oluyoruz. İçlerinden biri öldürülüyor. Kimin öldürüldüğünü de romanın başında bilmiyoruz. Zamanla açığa çıkacak olan şey ise, her konuğun öldürmek için bir nedeni olduğu.

Bir kırılma noktasına, açıklamaya her karakteri kendisinden dinledikçe daha da yaklaşıyoruz. Birçok bilinmezin hayatlarını doldurduğu karakterlerin içinde daimi bir intikam, acının hesabını sorma güdüsü var. Romanda, düğünü çevreleyen duygu bu; intikam. 

Bana fazlasıyla zorlama gelen yön ise karakterlerin nefret ettikleri ortak "şeyin" karşılarına nasıl olup da çıktığı. Ancak bu bir roman, sadece kurgularda olacak tesadüfler benzeri tesadüfler olmasa, içlerinden birinin öldüğü bu romanda katilin de cinayet nedeninin de açıklaması olmayabilirdi. 

İntikam duygusunun baskınlığı da Agatha Christie'yi çağrıştırdı. Onun da bazı romanlarında çok sert bir intikam arzusu baskındır. Her cinayet intikam için işlenmiyor onun romanlarında malum, bu nedenle intikamı işledikleri ayrıca ilgimi çeker. The Guest List'teki olayların iskeleti de karakterlerin hemen hepsine sinmiş, geçmişin yüküyle ağırlığını her daim hissettirmiş intikam duygusu.

Bir günde okunabilecek bir kurgu, özellikle bölümlerin kısalığı romanı çok akıcı hale getirmiş. Tavsiye edebileceğim bir polisiye.

17 Ağustos 2023 Perşembe

A.J. Finn "The Woman in the Window"

Yine soğuk diyar polisiyesi değil, yine psikolojik-gerilim ekli polisiye. Ve Amerikan. Gerçekten, normalde hiç ilgimi çekmeyecek bu kombinasyonlarla geçirdiğim bir Ağustos ayı oluyor, beğenerek okuyorum üstelik.

Adından direkt, Hitchcock aklınıza gelecektir. Binlerce kez yeniden kurgulanmış bir kurgunun atası olarak, yazar da sıklıkla anlatıcımız olan ana karakter üzerinden atıfta bulunuyor zaten. Evet, karşı komşu; karşı pencereden gördüğü bir şeyler, bu bir şeyler yüzünden düştüğü gerilim, korku ve yaşadıkları. Ve kapanış.

Anlatıcımız olan ana karakter, Anna Fox, romanın başında anladığımız kadarıyla agorafobik, yani açık alanlara çıkma korkusu yaşıyor. Bu nedenle yaklaşık 10 aydır evinden dışarı çıkmamış. Aynı zamanda çocuklar üzerine uzmanlaşmış bir psikiyatrist, ancak online olarak kendisiyle aynı sorunu yaşayan insanlara da anonim biçimde yardımcı olmaya çalışıyor. Anna, zamanını siyah-beyaz korku, gerilim klasiklerini izleyerek, bol bol içerek geçiriyor. Anladığımız kadarıyla ayrı yaşadıkları eşi ve kızıyla da sık sık konuşuyor, onun haricinde etrafı gözetliyor... Komşularını gizli gizli izliyor, bir pencereden gördükleri kadarıyla yaşıyormuş gibi hissetmeye çalışıyor. 

Ve klasiktir, sokağa yeni taşınan bir aile dikkatini çekiyor, ailenin önce çocuğuyla, sonra tesadüfen çocuğun annesiyle tanışıyor, uzun zamandır kiracısı, spor hocası, pskiyatristi dışında gelenin gidenin olmadığı evinde "Jane" ile bir süre eğlenceli zaman geçiriyor.

Sonrasında, pencereden bir şey görüyor; Jane'in evinde, Jane'e bir şey oluyor. Evden çıkamayan biri olarak olaylara sadece "dikizleyerek" de dahil olmuş olsa, Jane'le geçirdiği zamanın da etkisiyle kendisini bir şekilde olaylara çekilmiş halde buluyor.

Çok klasik, hatta klişe bir kurguya sahip. Anna'nın neden evden çıkmadığına dair açıklama beklenmedik olmuyor, ortada çok şaşırtacak bir şey bana göre yoktu. Kocası ve kızından neden ayrı yaşamak zorunda olduğunun açıklaması, romanın başından beri tahmin edilebilir halde olduğu için sürpriz oradan da gelmedi. Karşı evde gördüğü olayların detaylı açıklamasını elbette getiremiyor insan okurken ama sorumlunun kim olduğuna dair okura fazlasıyla ipucu veriyor. Peşinde olduğu şüphelinin kim olduğunu okur olarak tahmin etmek kolay, fazla kolay ve çabuk olmuş. Ancak finale kadar roman ortaya aleni bir açıklama sunmuyor, düğüm finalde çözülüyor yani tatsız biçimde bildiğiniz bir sonucu okumuyorsunuz. Dediğim gibi, çok klişelerle dolu olduğu için, yazar da ipucunda bonkör davrandığından beni çok şaşırtmadı.

Fakat bir günde okunuyor, sizin için tatmin edici olacak bir özellikle bunu da belirteyim. Ben yazarın yeni kitabı çıksın, onu da okurum mesela.

Greer Hendricks & Sarah Pekkanen "The Wife Between Us"

Soğuk diyar polisiyesi olmayan psikolojik-gerilim türünde bir kurguyla devam edelim. Ağustos'un başından beri bu türden okuyorum, merak eden olursa bu hayati bilgiyi paylaşmak istedim.

İki yazarı da daha önceden hiç okumamıştım, ikisinin birlikte yazdığı hiçbir romanı da okumamış oluyorum bu durumda. The Wife Between Us, farklı bölümlerde anlatıcının karakterlerden biri ya da yazarlar olduğu bölümlerden oluşuyor. Bunu başlangıçta belirtmek istedim, zira anlatıcının romandaki karakterlerden biri olan Vanessa olduğu bölümlerde, Vanessa'nın kendisini başka bir kadın için terk eden eşinin ardından yaşadığı hayatın çöküklüğünü birinci ağızdan okuyoruz. Öte yandan, eşi Richard'ın kendisini uğruna terk ettiği kadın Nellie'nin hikayesini ise yazarlar üzerinden okuyoruz, yani bizimle konuşan tek kişi Vanessa; diğer karakterlerle temas ettiğimiz bölümler ise karakterlere dışarıdan bakıyoruz.

Ayrılık sonrası, biraz takıntılı biçimde karşımıza çıkan Vanessa. Öte yandan sürekli sessiz telefonlar alan, sürekli bir korku ve gerilim içinde olduğu, takip edildiği "birinin" korkusunu hayatını New York'a taşıyıp değiştirmeye çalışsa da geride bırakmaya çalıştığı geçmişiyle birlikte peşinden getirmiş gibi duran Nellie. Bir yandan Richard'la evlenmek üzere olan, Vanessa'nın "yerine geçen"in düğününe kısa bir zaman kalmışken okuyoruz; ve bu süreç, Vanessa'nın aslında engellemek istediği bir sürece dönüşüyor.

Neden peki?

Vanessa neden Richard'ın yeniden evlenmesini istemiyor, işin içinde sadece basit bir kıskançlık mı var, yoksa başka bir şeyler mi? 

Richard kim peki, iki kadının hayatı üzerinden okuyabildiğimiz kadarıyla tanımakla kaldığımız bu adam kim...

İşte bu soruların cevaplarına yaklaşmaya başladıkça roman birden hız kazanıyor, belki yarısına kadar karakterleri tanımaya çalıştığımız romanda tempo yüksek olmasa da sonrasında çok hızlı akıyor. Mesela ben "nEEY" diyerek (aynı böyle evin içinde nEEY dediğimi düşünün) okudum, birden beklenmedik bir süreç başlıyor romanda. Biz ne okuyormuşuz meğer, diyecek bir şaşkınlık yaratıyor.

Kendisini okutan, hızlı akan, kesinlike soğuk diyar polisiyeleriyle alakası olmayan, zaten soğuk diyardan da olmayan popüler bir psikolojik-gerilim romanı. Bu tarz sevenler kesin okumuştur, benim pek düşkünü olmadığım bir tür, böyle dönem dönem alakasız tarzlarda okuyorum ama. neyse, romanı okumayana da bu yazı vesile olur belki. Romanın Türkçe baskısı varmış, ama satışta yok sanırım.

8 Ağustos 2023 Salı

Alice Feeney "Daisy Darker"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu değil bu sefer, olay yeri İngiltere: Muhteşem ve ironik bir isim ve soyisim kombinasyonuna sahip, anlatıcımız Daisy Darker'la aynı adı taşıyan roman.

Alice Feeney ilk kez okuduğum bir yazar, goodreads'te gezerken denk geldiğim popüler/çok satan polisiye ve gerilim türündeki romanlar arasında denk gelmiş, listeye almıştım. Sırayla okuyorum bu listelerden eklediklerimi.

Daisy Darker, Donnie Darko gibi bir isim olduğu için beni çekti, merak ettim. Elbette bir Donnie Darko daha beklemiyorum herhangi bir kurgudan. Darker ailesinin büyükannesinin cadılar bayramına denk gelen 80. doğum gününü kutlamak üzere bir araya gelmesiyle başlayan ve yalnızca bu buluşmayla başlayıp ertesi sabah sonlanan olayları anlatan bir roman. Tek mekanda, mekansal kısıtlılıkla sarılı geçiyor roman. Zira evin olduğu adanın karayla bağlantısı, gel-git nedeniyle sekiz saatliğine kapanıyor. Böylece hareket imkânı karakterler için neredeyse ancak evin içinden ibaret kalıyor. Bu tür romanları özellikle seven ya da sevmeyen varsa diye belirtmiş olalım; izlerken ya da okurken tek mekanda geçen kurgular bazen beni boğuyor mesela. Ancak Daisy Darker'da bu böyle olmadı.

"Bozuk bir kalp" ile doğan Daisy Darker, kalbindeki sorun nedeniyle çocukluğu boyunca birden fazla kez "ölmüştür". Kalbi durduğu her seferde yeniden hayata döndürülen Daisy Darker, yaşadığı sorun nedeniyle eve kapalı, anne ve babasının ayrılmasının ardından kaldığı yalnızlıkla birleşmiş "bozuk kalbi"nin bir daha durmaması için de aslında genellikle büyükannesi Nana'yla birlikte yaşamaktadır. İki kardeşi, yeğeni, büyükannesi, annesi, babası, büyükannesinin köpeği ve aile dışındaki tek yakınları olan arkadaşları, kutlama amacıyla evde toplanıyor. Ailenin birbirinden nefret etmeyen bireyi yok gibi; çocuğunu sevmeyen anneler, gelinini sevmeyen kaynana, eski karısını ya da kocasını sevmeyen eş, annesini ya da kızlarını ya da torununu sevmeyen baba... Daisy Darker, tüm bu nefret ağının için adeta görülmez, muhatap alınmaz bir konumda bu arada; yıllar önce yaşanan, romanın ilerlemesiyle birlikte ne olduğunu öğreneceğimiz bir olay ardından kardeşleri ve arkadaşı onunla bir daha konuşmamıştır; annesi ise "bozuk kalbi" yüzünden daima ona mesafeli ve soğuk durmuştur. Romanda kırık kalpli yalnız Daisy, sadece kardeşinin çocuğu ve büyükannesi arasında içten bir bağla kurulmuş sevgiyi hissediyor aslında. Üçü hariç, birbirinden nefret etmeyen kimse yok buluşmada. Tüm bu nefret ve gerilim içinde, Daisy Darker'ın büyükannesi, uzun yıllardır söyleyegeldiği üzere son doğumgünü olduğunu düşündüğü 80. doğum gününü kutladığı gece, aynı zamanda vasiyetini de açıklar.

Ardından çıkan minik aile içi kriz, sırlarla dolu Darker ailesindeki herkesin gerçek yüzünü, dışavurduklarından daha da yoğun biçimde yansıtacakları bir geceyi başlatır. Tek mekanda geçmesine ve hemen herkes birbirinin sürekli gözü önünde olmasına rağmen, gece yarısı içlerinden biri ölür. Kimin yazdığı belirsiz mesajlar evde belirmeye, Darker ailesinin geçmişinden kalan vhs'ler, izlenmeleri için mesajlarla birlikte evde ortaya çıkmaya başlar. Her bir mesaj, Darker ailesinin bir üyesinin içine bir bakış gibidir; tüm kiri, sırları ve kötülüğü gizemli biçimde anlatır. 

Şimdiiii. Agatha Christie'nin and then there were none'ını düşünün, onlarca kurguyu etkilemiş (hatta yüzlercedir, belki binlercedir) kurgu, yeniden Daisy Darker'da da karşımıza çıkıyor. Geçmişle hesaplaşma, intikam, sevgisizlik, yalanlar ve sırlarla örülü geçmişin yükü, çıkarcılık ve bencillikle örülü birçok hikayeyi karakterler üzerinden işleyip, Daisy Darker'ın yıllardır sakladığı sırra doğru da ilerliyor roman. Bir yandan şimdiki gizem, bir yandan da Daisy'nin sakladığı şeyin ne olduğunu merak ettiriyor. 

Soğuk diyar polisiyesi değil, sadece kendini okutan sürükleyici bir polisiye. Bir de finalde gözünüzün dolması mümkün, mendil alın yanınıza... 

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Jenny Lund Madsen "Thirty Days of Darkness"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu'nda ilk kez yer alan bir yazar Jenny Lund Madsen. Bu sıralar Amerikan ve İngiliz polisiyelerine, psikolojik gerilim türündeki romanlara da bakıyorum; bakıyorum dediğim okuyorum. Onları da Kareler ve sayfalar'ın parantez içinde "özel" yazan bir başka serisi olarak yorumlarım belki, ya da dümdüz yorumlarım, serisiz. Kemiksiz. 

Thirty Days of Darkness, Danimarkalı bir yazara sahip olsa da olayların neredeyse tamamı İzlanda'da geçtiği için etiketlere İzlanda polisiye ve Danimarka polisiyesini de ekledim. Eğer bunlar olmasa hayatında bir şeyler eksikmiş gibi hissedecek olan varsa diye. Yoktur, blog'u okuyan bile yok çünkü.

Romanın ana karakteri, "bir yudum çay içip, sonrasındaki yuduma kadar 50 sayfa karakterin düşüncelerini paylaşan" tarzda romanlar yazan Hannah. Bu benzetmeyi romanın içinde de bulabileceğiniz için, tam da işe yarayacak tanımı sunduğu için yazmak istedim. Hannah, kendi romanlarının yüksek edebi değeri olduğunu düşünen, aslında aşırı popüler olmasa da anladığım kadarıyla geniş kitlelere değil, hedeflediği kitleye ulaşabilen bir yazar. Bu durum, çılgınca satan polisiye romanlara karşı bir nefret de yaratıyor Hannah'da; polisiyeye olan önyargıyı bir polisiye roman içinde, ana karakteriyle işleme cesareti gösterdiği için tebrik ederim sayın Jenny Lund Madsen'i de. Polisiye romanların belirli bir formül çerçevesinde yazıldığı, bu nedenle yaratıcılık ve edebi değerden uzak olduğunu düşünen Hannah, bir imza gününde, hemen karşısındaki sahnede büyük bir hayran kitlesi eşliğinde röportaj vermekte olan, nefret ettiği polisiye yazarını görünce çileden çıkıyor, adamın kafasına adamın romanını atıyor ve bir geri zekalının bile bir ayda bir polisiye roman yazabileceğini söylüyor. Hannah biraz.... gergin bir insan; romanda uzun süre boyunca sevdiği ya da hoşnut olduğu herhangi bir durum görmüyoruz; hatta saçtığı nefretle yer yer komik bile bulabilirsiniz. Tadında bir gıcık olmuş Hannah. Neyse, işte bu iddiası ciddiye alınınca da kameraların önünde ettiği sözün ağırlığıyla kalıyor. Yayınevi, bir aylığına kendisine yazması için İzlanda'da kalabileceği bir yer ayarlıyor ve kafasına fırlattığı kitabın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra Hannah, polisiye yazarına olan tüm nefretiyle iddiasını kanıtlamak üzere İzlanda'ya uçuyor

Her şey, İzlanda'nın ücra bir köşesindeki eve konuk olarak gittikten bir gün sonra başlıyor; ev sahibinin yeğeni, şüpheli biçimde denizde boğulmuş olarak bulunuyor ve bir polisiye roman yazmaya çalışan Hannah, bir cinayet soruşturmasının içine düşüyor. Bunu da romanı için kullanmaya başlıyor.

Romanda en çok hoşuma giden nefret dolu Hannah ve bu nefretini sağa sola yöneltmesindeki bonkörlüğüyle karışmış kırgınlığı oldu. Bir yandan Hannah'nın yerel polis gücü olan tek polise soruşturma sırasında yardım etme önerisi eşliğinde, kafasına göre işin peşine düşmesini, diğer yandan da mekansal olarak sıkışmış ücra bir köşede, sert iklim şartları altında işlenen cinayetin herkesin üzerine nasıl bir gölge gibi düştüğünü okuyoruz. Polisiye tadını hiç kaybetmeden, sonuna kadar kendisini okutan bir roman. İpuçlarının peşinden okur da gidiyor, okura katile ve cinayete dair yavaş yavaş yoğunlaşan biçimde ipuçlarını sunuyor. Bir açıklamaya ulaşmak mümkün, finalde inanılmaz bir ters köşeyle okuru da sinir etmiyor.

Hannah'nın bencilce nefretinin, gıcıklığıyla karışmış huysuzluğunun romanda zamanla yumuşayarak gitmesine tanık olmak da güzeldi. 

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "You Can't See Me"

Bu seriyi çok sevdim. Kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun ayrılmaz parçası İzlanda'dan en sevdiğim üçüncü yazar sanırım. Oldukça yalın, öte yandan soğuk diyar polisiyesi tadını büyük bir yoğunlukla vermese de kesinlikle hiçbir zaman pişman etmeyen bir yazar ve seri.

Forbidden Iceland serisinin dördüncü kitabı You Can't See Me. Bu sefer serinin ana karakteri olan Elma yok, onun gelmesinden hemen önce gerçekleşmekte olan olaylar içindeyiz romanda. Finalde, Elma'nın geleceğinin haberini alıyor müstakbel eşi, ancak o zamanlar henüz haberi yok... Bizler biliyoruz... Seriyi sırayla okuyunca....

İzlanda'nın ücra bir köşesinde, Sneafellsnes'deki lava arazilerinin içinde, küçük ancak anladığım kadarıyla hayli "butik" ve "pahalı" bir otelde, İzlanda'nın en zengin ailelerinden biri olan Sneaberg ailesi bir hafta sonu için otelin tamamını kendileri için rezerve ettirmiştir. Ailenin büyükbabasının yüzüncü doğum gününü kutlamak için uzun süre sonra beraber olacak olan aile üyelerinin otele gelmeye başlamasıyla açılıyor roman. 

Anlatıcılar, bölümler arasında değişiyor. Bu nedenle farklı karakterler gözünden aileyi tanımak ya da birbirlerini görmek mümkün oluyor. Bir yandan da otel çalışanı genç bir kadın da anlatıcılar arasında; hem bir aileye kendi içlerinden bakıyoruz, hem de dışarıdan bir gözle okuyoruz. Olaya dahil olan polisler de ayrı bölümlerde soruşturmaları sırasında yazar tarafından anlatılıyor. Sürekli zamanda hareket var romanda, bir yandan en sonda, bir yandan en başta, bir yandan da ortadayız.

Bir kaybolma hikayesinin yanında bir de cinayet var, ancak kurbanın kim olduğunu uzuuuun süre bilmiyoruz. Kaybolana dair bir soruşturmaya da uzun süre girilmiyor romanda çünkü toplam iki günde geçen romanı okurken saatler ve günler arasında gidiş-dönüşler olduğu için eş zamanlı ilerlemiyor. Romanın başında, henüz hiçbir şey başlamamışken yazar birkaç sayfada sadece "birinin birini aradığı tekinsizliği" aktarıyor. Sonra, olayların başladığı güne dönüyor, tüm bu iki üç gün içinde gezip duruyoruz.

Okura çok fazla ipucunu bonkörce verse de, bazı merak unsurlarını kısa zamanda bu nedenle kaybetse de okuru kendisine çeken, son sayfaya kadar da kendisini okutan bir roman olmuş. Ancak okurken çoğu açıklamaya okur bu kadar da rahat ulaşamasaymış keşke; biraz daha kafa yorsak daha iyi olmaz mıydı.... En kapsamlı açıklamaya romanın ortalarına gelmeden bile ulaşmak mümkün. Birçok gizemi okurken çözebilmeniz mümkün; karakterlere içlerinden ya da dışlarından bakarken fazlaca ipucu bulmak mümkün. Finali insanı vuracak bir şekilde olmasa da, hatta bana biraz zorlama da gelse tatsız bir polisiye finaline sahip değil. Yine de serideki diğer romanların kurgusu yanında yazar ve okur için daha kolay buldum. 

Michael Hjorth & Hans Rosenfeldt "The Disciple"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu büyük çabalar sonucu, hava sıcaklığındaki korkunçluğa rağmen aylar sonra bula bula bu günü yazı yazmak için bularak devam ediyor. Bu cümleden sonra hiçbir insan bu blog'u okumaya yanaşmaz sanırım.

Sebastian Bergman serisinin ilk kitabı hakkında yazmıştım, merak eden blog'da saniyeler sürecek bir arama sonucu ulaşabilir. İkinci kitap, The Disciple ile devam edeyim. İlk kitaba da ölüp bitmemiştim ancak ikinci, kesinlikle okuma kararı almamda etkili olan nedenler için hiç tatmin edici sonuç vermedi. Elbette bunlar kişisel beğeni ve tercihler neticesinde şekillenen yorumlar; katili baştan beri biliyor olmamız, romanın Amerikan seri katil romanları tadında olması gibi iki başlıca özellik, benim için olumsuz noktalardı. 

Konuya gelirsek; yıllar önce hapse giren ve çıkma ihtimali olmayan seri katil Hinde'nin cinayetlerinin kopyaları yeniden gerçekleşmeye başlar. Dışarısıyla iletişimi, hatta hapishanedeki yüksek güvenlik önlemleri nedeniyle neredeyse insanlarla iletişimi oldukça kısıtlı ve denetimli olan Hinde'nin cinayetlerinin taklitlerinin yeniden, üstelik milimetrik detaylarına kadar yeniden işlenmeye başlaması bir korku doğurur. Sebastian Bergman, yıllar önce Hinde üzerine bir kitap yazdığı ve aslında hapse atılmasında da rol oynadığı için, cinayet soruşturmasına biraz da kendi çıkarlarını doğrultusunda dahil olur. Bir yandan cinayet soruşturmasını, bir yandan da Bergman'ın ilk kitaptan beri devam eden sorununu okuyoruz; yaşadığı yıkım ardından öğrendiğinde hayatını değiştiren bir gerçek olarak bir çocuğu daha olduğunu öğrenmesi, içinde olduğu bozuk ruh hali ve bunlara eşlik eden bir gerilim olarak gerçek babasının Sebastian olduğundan haberi olmayan kızıyla soruşturma nedeniyle yeniden beraber çalışmaya başlaması. 

Soruşturma ilerledikçe Bergman'ın da cinayetlere adeta çekilmek zorunda kaldığını görüyoruz. Hızlı okunan bir roman ancak çok klişelere boğulmuş. Başta dediğim gibi, Bron adlı muhteşem polisiyenin yaratıcısı olup da sonra böyle Amerikan seri katil romanlarından hallice bir roman yazmalarını anlamsız buldum. Hinde karakteri de, eski ve yeni cinayetlerin nedeni de, cinayetlerin kurgusu da çok klişe. Beni hiç çekmeyen bir tarz. Kesinlikle soğuk diyar polisiyesi olarak adlandırdığım ruh halinden ve incelikten yoksun. 

11 Nisan 2023 Salı

Inger Wolf "Frost and Ashes"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun 2023'teki ilk kitabını okumam için Nisan ayının gelmesi gerekmiş demek. İnatla devam eden bu turun inatla devam eden hayat içindeki yeri nedeniyle yıl verimsiz başladı, yapacak bir şey yok. Geçen yıl ilk kitabını okuduğum Daniel Trokic serisinin ikinci kitabı Frost and Ashes hakkında kısaca yazıp gideyim.

İlk kitap Dark September hakkındaki yazımı bi hatırlatmak isterim o yüzden şuradan okuyabilirsiniz. Şimdi, bu ilk kitabın ödül alması da garibime gitmişti, çünkü aman aman bir polisiye değildi. Finali sıkılıp da öylesine doldurulan sınav kağıtlarının son sayfaları gibi, bitsin diye yazılmış gibiydi. Merak ettirdiği noktaların finalde bağlandığı yer çok kolaya kaçmış gibiydi; en başta da karakterlere yakınlaşamıyor olmam sorundu. O yüzden ikinci kitabı okuyunca bakalım fikrim ne olacak diye okudum. Bence Frost and Ashes, ilk kitaptan daha iyi bir polisiye olmuş. Ancak yazarın final yazana kadar romanlarını yazmaktan sıkıldığını düşünmeye başladım. 

Romandaki olay şu; sekiz yaşındaki bir çocuk gölde boğulmuş halde bulunuyor. Kim, neden küçük bir çocuğu boğarak öldürmek ister? Daniel Trokic ve ekibinin peşinde olduğu soru bu. Soruşturmaya ilk sayfadan itibaren dahil oluyoruz okurken çünkü roman direkt olay yerine Trokic'in gitmesiyle başlıyor. İlk kitapta bu birden olaya girmek bana karakterlere alışma imkanı vermediğinden olumsuzdu benim için; ama şimdi nasılsa tanıdık diye selam verip devam ettim okumaya.

Frost and Ashes'da geçmişten gelen bir felaketin şimdiki zamanda yaşayan karakterleri nasıl şekillendirdiği, neye dönüştürdüğünü okuyoruz. İnsanın yazmak bile istemeyeceği bir olayın izleri, geçmişte küçük bir çocuğun intiharıyla sonuçlanan felaketin şimdiyi etkileme gücünü görüyoruz. 

Bence yazar klişe de olsa elindeki sorunu güzel işlemiş, okurken merak ettiriyor, hemen sonuca varmak için ekiple beraber gördüğümüz ipuçlarını biz de değerlendirebiliyoruz. Ancak yine finali, yarattığı gizemin 300 sayfa ilgisini çekmeyi başardığı okur için çok basit, hatta detaylardan yoksun, birkaç cümleyle geçiştirmiş gibi yazmış. 50 sayfalık final niye yok demiyorum, hatta nicelikle ilgili bir derdim de yok, biz birkaç cümleden daha derinlikli sonuçlar ya da açıklamalar da görebilirdik mesela. Katille karşılaştığımızda tüm bu felaket zincirine dair "işte katil bu, şunu yaptı, bu olmuş" kadarlık açıklama bence çok zayıf kalıyor.

Karakterlere alışmak konusunda da, Trokic'in hayatında sanırım seri boyunca devam edecek ve çevresindeki arkadaşlarıyla da ilgisi olan bir bilinmez var; onunla ilgili de her kitapta bir ipucu gelecek gibi. Savaş sırasında kaybolan kuzeninin varlığına dair bir ipucu bu kitapta belirdi mesela, bakalım ne olacak.

Üçüncü kitabı da okurum sanırım, Songbird. Finali umarım sıkılıp kesip atmamıştır yine.