25 Mart 2013 Pazartesi

Cesare Pavese "Yalnız Kadınlar Arasında"


Yalnız Kadınlar Arasında, gerçekten de yalnız kadınlar arasında geçiyor. Hayattan beklentilerinin ne olduğunu en azından benim açıkça göremediğim ama bir şeyin beklentisi içinde ve beklemekten aşırı derecede sıkılmış olduklarını düşündüğüm kadınların hikayesi. Çevrelerinde bıkkınlık, sıkıntı dolu hayatlar varken, yaşamaya çalıştıkça daha rahatsız ve bir o kadar zamanı boşa harcayan kadınlara dönüşmüş kadınlar, ve aslında kadınlarla sınırlı bırakmak yetmez bunu, erkekler.

Baktığınızda aslında bir burjuva eleştirisi gibi de duruyor Cesare Pavese’nin bu romanı. Zenginlikleri içinde galeriden galeriye, sergiden partiye, gezmeye, görmeye hayli zamanı olan ancak kitaptaki ana karakterin de dediğini gibi aslında ortaya pek de bir şey koyamayan insanların romanı.

Karakterimizin adı Clelia. Roma’dan Torino’ya, bir mağaza açmak için çalıştığı şirket tarafından yollanmış bir kadındır Clelia. Artık ailesinden hayatta kalan kimse yoktur ama o Torino’da gençliğine, çocukluğuna, kısaca geçmişine de bir yolculuk yapmaktadır aynı zamanda. Bunu sıklıkla sokaklarda gezerken hafızasında belirenlerden anlayabiliyoruz.

Celelia otele geldiği gece aynı katta bulunan Rosetta adlı bir kız da intihara kalkışmıştır; o zaman bu ikili henüz tanışmıyordur ama ilerleyen günlerde yolları kesişecektir. Yolların kesişmesi ile beraber inceden bir girişim de hikayeye dahil olur; Rosetta’yı yeniden hayata döndürmek ve aslında intihar fikrinden onu uzak tutarak hayat içine dahil etmek. Ama hangi hayat içine? Rosetta’nın zaten kaçmak istediği hayat içine mi?

Hikaye, Rosetta’nın dahil olacağı hikaye, bir grup zengin insanın etrafında geçiyor. Romanı okurken, Tezer Özlü’nün Pavese’yi sevmesinin bir nedeni de acaba her ikisinde de bir burjuva eleştirisi yatması mıdır acaba diye düşündüm. Öylesine boş görünen ve amaçsız hayatların içindeki bu yalnız kadınlar, aslında sıkıntıları ve intihara yönlenmeleri bile normal kaçıyor. Herhangi bir beklenti ya da umut bırakmayacak denli zaman öldürme girişimleri. Bir an bakıyorsunuz ki aslında zaman öldürmekle vakit harcanıyor; kendinizi öldürmeye ve sorunu kökten çözmeye karar veriyorsunuz. 

John Berger "Fotokopiler"


Uzun zamandır John Berger okumamıştım. En son, üniversitede okurken “Buluştuğumuz Yer Burası” adlı kitabını okumuştum. Yine topluca kitap almaya giriştiğim bir dönemde atlamak içime sinmedi, Fotokopiler’i de aldım.

Fotokopiler, bir çok kısa yazıyı (aslında anıyı) barındıran bir kitap. John Berger hayatındaki izleri bir şekilde kısa kısa kayde geçirmiş sanki. Geçmişinden bu gününe, aslında çoğlukla geçmişi içinde yolculuk yaparak ilerliyor kitap.

Zamanın ne kadar çabuk ve vicdansızca aktığı, insanlığın basit ve hayati gerçekleri, yaşlılar, gençler, yaşanmış acılar, beklentiler, aileler... ve sanat. Elbette Berger yazarken kendi içinde bulunduğu dünyadan, sanatçıların dünyasında da bahsetmese olmazdı. Öyle ki bir bölümde Abidin Dino’nun ölümü hakkında yazdıklarına denk geleceksiniz okurken, bir başkasında resimlerine uzun uzun baktıkları bir ressam arkadaşı ile aralarındaki bir çeşit sözsüz iletişime.

İnsanları yakından tanıyan ve insanlara değer veren bir sanatçının, yine insanlar hakkında oluşturduğu bir çeşit kayıt defteri olan Fotokopiler’i okursanız, su gibi akan zaman içinde siz de kendi kaydınızı tutmaya başlamayı düşünebilirsiniz belki.

Italo Svevo "Kötü Bir Şaka"


Italo Svevo’nun okuduğum ilk romanı oldu Kötü Bir Şaka. İyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Özellikle romanın dili ve bence çevirinin başarısı sayesinde şimdi Zeno’nun Bilinci’ni okumak için sabırsızlanıyorum.

Kitap, basit (bunu olumsuz anlamda söylemiyorum) hayatları içindeki insanlara bakış atıyor aslında. Bu basit hayatlar içinde ani kırılmalara yol açan “şeyler”den biri üzerinde de roman kurulu diyebiliriz. Tıpkı James Joyce’un öyküleri içindeki kırılma noktaları gibi, Svevo’nun hikayesinde de öyle bir kırılma var ki bir basit hayat şöyle bir çalkalanıyor.

Gut hastası abisi Guilioi ile beraber, savaş sonrasında kendilerine yetecek kadar bir gelirle sakin bir hayat süren Mario, altmışlı yaşlarının başında, kırk yıl önce yazdığı bir romanın bir gün hakettiği yere ulaşacağını uman, ve bu hayali içinde taşımaktan bile aslında mutlu olan bir adamdır. Basit bir işi, abisi ile beraber yaşadıkları hayatın içinde kendisine yeten bir rutini ve yazdığı romanın haricinde serçelerden yola çıkarark yazdığı bir çok “fablı” vardır. Bu fabllar da kendisi için bir tür günlük tutma yöntemidir aslında; kitapta sıkça görülebileceği üzere Mari hayat karşısında yaptığı herhangi bir çıkarımı bu fabllara yansıtmakta ve bir şekilde onları kaydetmektedir.

Kırk yıl önce yayınlanan kitabının üzerinden kendisine şaka yapmaya karar veren, aslında içi Mario’ya doğru derin bir nefret dolu olan pazarlamacı Gaia ise Mario’nun hayatında bir kırılmaya yol açacaktır. Gaia, aslında kendisinde zerre kadar olmayan bir umudu, mutluluğu ve huzuru Mario’da görmektedir. Bunun sebebi de kırk yıl önce yazılan o romandır; Gaia bu durumda hıncını yine roman üzerinden Mario’dan çıkarmaya karar verir: Kötü bir şaka işte böyle başlar; Mario’ya bir yayıncının romanın yurtdışındaki tüm yayın haklarını satın almak istediğini söyler ve ayarladığı başka bir arkadaşı da güya Alman yayıncı olarak çıkagelir; üçü buluşur ve Mario bir güzel işletilir. Ödeme olarak, çek yerine bir kağıt parçası eline tutuşturulur ki Mario’nun bunun bir paçavra olduğunu anlaması çok uzun sürecektir.

Romanının tekrar basılacağı ve ilgi uyandıracağı fikri ile abisi ile olan ilişkisi değişmeye başlar; abisine her gece daha rahat uykuya dalabilmesi için yaptığı okumalar artık yoktur; abisi romandan ne anlar ki zaten? İki yaşlı abi kardeşin hayatında belki de ilk kez bir kırılma yaşanır. Ve bu kırılma ile çatlak gittikçe büyümeye başlar.

Kötü Bir Şaka, bir umutla, beklentiyle bile mutlu bir hayat sürmeyi başarabilen basit bir adamın hayatının haince bir şaka ile nasıl rayından çıktığını ve iç dünyasının nasıl allak bullak olduğunu gösteriyor. Yeni beklentilerin açığa çıkmasıyla kendisini “aslında diğer insanlardan daha üstün görmeye başlayabilen” bir adamı, fabllarına yansıyan hayatını, gerçek dostunu ve gerçek düşmanını tanımasını anlatıyor.

22 Mart 2013 Cuma

Hermann Hesse "Klingsor'un Son Yazı"


“Bu kadar çok mektup yazan birisi mutlu olabilir mi?”

Hermann Hesse’yi okumak genellikle kaşlarımı çatmama neden olsa da (bunu kitabı beğenmediğim için yapmıyorum, elimde olmadan Hesse okurken kaşlarım çatılıyor), kendine has tarzı beni her zaman etkiliyor olsa da, yine de onun kitapları üzerine yazmakta zorlanıyorum. Mesela benim Bozkırkurdu üzerine ne yazabileceğimi çok merak ediyorum. Belki bir gün yazmaya çalışırım ve buraya da eklerim. Daha öncesinde ise, şimdi nasıl kelimeleri toparlayıp yazacağım, onu düşünüyorum.

Klingsor’un Son Yazı’na gelelim.

Klingsor, bir ressam. Hesse kitaplarında sanırım ressam görmeye, Hesse’yi görmeye alışkınız hepimiz. Bu kitapta da Klingsor adı altında aslında kendisini anlatıyor. Bundan önce Rosshalde adlı kitabında da kendisinden bahsettiğini, kendi fikirlerini açıkladığını ve bunu yaparken kullandığı yine bir ressam olan karakteri anımsıyorum da, Klingsor’la ne kadar ortak noktası var; hepsi de ne kadar Hesse aslında!

Bir ressamın gözünden, yaklaşan bir ölümü (yalnız bu ölümün anlamını biraz geniş tutmakta fayda var; ölen nedir, ölen kimdir; düşüncelerin ölümü mü, yeteneğin ölümü mü, insanın bedenen faaliyetlerinin sona ermesi mi, bir ruhun ölümü mü?) hissetmek ve yaşadığı anın tadını çıkarmak, yoğun tasvirlerle anı görmek ve hafızasına kazımak, yine bunu okuyucuya gerçekten bir ressam gözüyle, aynı zamanda usta bir yazar kalemiyle aktarmak. Klingsor’un yazında bunu gördüm. Bir ressamın fırçasıyla yazıyor Hesse satırları. Bu yüzden hikaye boyunca bir “an” içineki tüm detaylar, uzun uzun bir resme bakıyormuşsunuz hissi yaratıyor.

Etrafındaki insanlarla olan ilişkileri; özlediği arkadaşları, hayatı beraber doldurmaya çalıştığı arkadaşları, kitabın başında ve sonunda yeniden anılan Gina’ya olan duyguları... Klingsor, son yazında adeta bir vedayı sahnelerken ve son kez dünyayı içine çekerken, bir yandan da, kırklı yaşlarının başında ilk kez daha önce sahip olmadığı duyguları, bir kadına karşı hissetmeye başlıyor.
Kitap ince; 60 sayfa kadar. Ama okurken incecik bir kitabı bir saatte bitireceğim, diye düşünüp başlamayın. Süre oldukça uzayabilir. Her bir kelime o kadar yoğun ve ortaya çıkan her cümle öylesine dolu ki, okurken bu, işte tam olarak bu benim kaşlarımı çatmama sebep oluyor ve sürekli okuma hızımı düşürüyor. (Bunlar kötü manada değil; kesinlikle okumanızı önereceğim bir kitap zira.)

20 Mart 2013 Çarşamba

Nick Cave "Bunny Munro'nun Ölümü"





Bunny Munro, kapı kapı dolaşarak kozmetik ürünleri satmakta olan bir adamdır. Bu iş sıkıcı gibi görünse de aslında Bunny için paradan başka fırsatlara da gebedir her zaman; seks ihtimali.

Günün büyük kısmını o evden bu eve gezen ve yanında viskisi, sigarası eksik olmayan (o kadar çok sigara içiyor ki sigaraya karşı bir tutumu olmayan ben bile, yer yer sanki sigara soluyormuş gibi oldum, ağzıma tipik sigara sonrası leş tat yerleşti) ve kadınları, muhtemel seks fırsatlarını düşünerek geçirmektedir.

Tabi Bunny’nin evli bir adam olduğunu, karısı Libby’nin ilk aldatmayı farkettikten sonra ruhsal bir çöküntü yaşadığını (kitabın ilk sayfalarında Bunny karısına Tegretol’ünü içip içmediğini sorar, bir telefon konuşması sırasında –ve ne tesadüftür ki kaldığı otel odasında bir başka kadın varken- ), ortalığı ayağa kaldırmayarak kendi sessizliği içinde yavaş yavaş ölüme gittiğini kitabın ilerleyen sayfalarında görürüz. Kitap boyunca anılarla ortaya daha net biçimde konan Libby’nin çöküş süreci, hikayenin başlarındaki intiharı ile son bulur. Ve evet, sanırım Libby o gece Tegretol’ü içmemiştir. Çünkü artık içmesi için bir gerekçesi, bir gelecek saniyesi olmadığını kendisi de görmüştür.

Elbette, Amerikan rüyasının talan edildiği bu hikayede, bu ailenin bir de oğlu vardır; Bunny Munro Jr. Dokuz yaşında, elindeki ansiklopediyi okuyarak kafasına her bilgiyi kazıyan, annesinin sevgili oğlu, babasının farkettiğinde üstünkörü geçiştirdiği oğlu, gözlerinde sorun olan ve annesinin ölümü ardından annesinin hayaleti gören Bunny Munro Jr. Aynı hayalet, ama farklı bir his yaratarak aynı zamanda, farklı zaman ve mekanlarda Bunny Munro’yu da “ürkütmektedir”, Bunny’nin deyimiyle karısı hala buralarda bir yerdedir.

Cenazenin ardından baba Bunny Munro, oğlunu da yanına alarak hemen ertesi gün yeniden pazarlama işine döner. Bunny Munro Jr. ise neden okulda değil de babasının yanında olduğunu pek sorgulamaz çünkü babası onun gözünde sadece bir kahramandır.

Kitap, cenazeden sonraki (yanlış hatırlamıyorsam) yalnızca iki günü içeriyor. İlerleyişi anlatmaktansa, okumak isteyenlerden bu zevki çalmamak adına atlıyorum.
Eklemek istediklerim, Bunny’nin her ne kadar seks için yaşıyor imajı çizse de aslında, bazen kitapta da belirtildiği üzere gözünde bir damla yaş belirmesi. Tabii ki bu karısını aldatan, sürekli kozmetik ürünleri satmak için girdiği evlerdeki kadınları baştan çıkaran, hatta ve hatta kadınlara baygın haldeyken tecavüz bile etmiş olan bir adamı haklı ya da sevimli kılmaz. Aksi gibi, kitap boyunca ben Bunny’den çoğunlukla tiksindim. Ama kitaptaki acı kısım, ortada kalmış bir çocuğun gözünden hayatı görebilmekti. İşin ilginç yanı ise ilerleyen kısımlarda ortaya çıkıyor; Bunny Munro’da aslında kendisi gibi bir babanın ürünü. I. Bunny Munro’nun çapkınlığı ve kadın düşkünlüğünün sonucu, belki de aynı düzensiz hayat kendisine miras kalmş. Bunu tamamen buna bağlamak da olmaz, çünkü Bunny daha küçük bir çocukken kendisinde kadınları çeken bir şey olduğunu görüyor; havuzun başında oturan sarı mayolu kızla başlayan süreç bu. Kızın gözlerindeki ifadeyi daha sonra tüm kadınlarda görmeye başlıyor. Ve Bunny, kendisine verilen “yeteneği” buluyor!

Kadınlara yalnızca seks objesi olarak bakan, babalık duygusu gelişmemiş, hatalarla dolu koca Bunny, yalnızca ikinci bir şans elde ettiğinde kendisini değiştirmeye karar vermiş oluyor.

Ancak...

Sonrası kitapta.

Şeytanın kendisine sahip olduğunu gören Bunny.

Gerçekten dosdoğru anlatımlarıyla, yer yer rahatsız edici gelse de, büyük bir acı, dram Bunny Munro’nun ölümü. Neresinden bakarsanız bakın; zavallı bir çocuğun gözünden, seks manyağı Bunny Munro’nun gözünden, ölmek üzere olan I. Bunny Munro’nun gözünden, kocasının çektirdikleri sonucu ölüme giden Libby’nin gözünden, Bunny’le ilişki yaşamaya yeltenen ya da farkında olmadan o ilişkiyi yaşamış olanların gözünden. Her şey acı kaplı, ancak bir o kadar da anlamsız gelecek. Bunny, bomboş hayatların nasıl o kadar boş olduğunu gösterecek.

19 Mart 2013 Salı

Kitap Önerileri (Mart 2013)

Geçen ay başlamıştım, bu ay da unutmadan devamını getireyim dedim. 25 yıl içinde okuyup beğendiğim kitaplardan oluşan aylık kitap önerileri listesi bu ay için şöyle; (zevkler ne kadar benzerdir bilemiyorum ama)
  1. Açlık - Knut Hamson
  2. Cinayet Sırları - Neil Gaiman
  3. Ölüm Sessiz Geldi - Agatha Christie
  4. Şeytan Yıldızı - Jo Nesbo
  5. Broca'nın Beyni - Carl Sagan
Note: Image in this post is from http://24.media.tumblr.com/d451368d198a319a5b228cf2489711e7/tumblr_mfc52fXkWI1qa2txho1_1280.jpg

18 Mart 2013 Pazartesi

Henning Mankell "Riga'nın Köpekleri" 'nin İnanılmaz Keşfi

Başlık konusunda çok yaratıcıyım.
Mesleki deformasyon diyelim =)
Neyse. Eğer takip edeniniz varsa, biliyor musunuz bilmiyorum ama bende Henning Mankell saplantısı diyebileceğim, yer yer sapıklığa varan bir tutku var. Örnek olarak kitaplarına belirli aralıklar gidip uzun uzun bakmak, açıp açıp bakmak, tabii ki okumak ve özellikle yeni bir kitabı ne zaman çevrilir bilmediğim için yedekte iki kitabını tutmak gibi bir huyum var. Kendisinin, bu haftasonuna kadar Türkçe'ye çevrilmiş kitaplarından yalnızca iki tanesine sahip değildim. Bu sahip olmadığım iki kitap da baskısı olmadığı için uzun zamandır, hatta yıllardır bulamadığım iki kitabıydı. Riga'nın Köpekleri ve Beyaz Aslan.
Aslında Beyaz Aslan'ı bir sitede bulmuştum, bu ay almayı planlıyordum ama nedense almayı unuttum. (Hem sapığım mapığım diyip durdun hem de kitabı almayı unuttum diyorsun, ne ayaksın kızım sen, dediğinizi duyar gibiyim. Ama gerçekten her ay o kadar çok kitap alıyorum ki listeye bakmadan alışveriş ettiğimden arada kaynayanlar, tekrar aldıklarım bile oluyor. İşte böyle bir bilinç yumağıyım.)
Gittikçe uzayan bu yazıyı artık sonuca doğru götürsem iyi olacak.
Her şey cumartesi sabahı saç kurutma makinesi almak için Fulya'daki media markt'a gitmemizle başladı. Sonra hazır gelmişken real'den bir iki bir şey alıp dönelim dedik. Markette annem doğal olarak gördüğü kitaplara bakarken ben de avare avare etrafa bakıyordum, sonra dank etti Altın Kitaplar'ın kitapları 2.35 ya da 2.95 TL (şimdi tam hatırlamıyorum da 3 TL değildi yani) gibi bir fiyata satılıyordu; özellikle polisiye romanlar diziliydi rafta. Sonra kafamı kaldırınca galiba bir kaç saniye inme indi ve geçti, Riga'nın Köpekleri bana bakıyordu! Bir an sıfır bilinçle rafta duran üçünü de almaya yöneldim, sanki çay ya da bisküvi de yani 3 tanesi de ucuzsa 3ünü de alayım dercesine. O şok geçince geri kalan zamanı, kasada ödeme yapmayı, eve dönmeyi vs rüya gibi hatırlıyordum (ahahah) sadece çantamdaki kitabı düşündüm çünkü.
Yani, eğer o kitabı arayıp da bulamayanınız varsa en son 2 adeti daha rafta duruyordu.
Bilginize.

15 Mart 2013 Cuma

Nilgün Marmara Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi"



Sırça Fanus’u okumamın arasından bir kaç hafta geçtikten sonra okudum bu kitabı. Aslında hemen diğerinin peşi sıra okumak istiyordum ama araya giren başka kitaplar ve benim aynı anda beş kitap okumak gibi alışkanlıklarımın sonucunda sıra ancak gelebildi Nilgün Marmara’nın bu kitabına, aslında tezine.

1985 yılında yazılan(İngilizce olarak) ve 2005 yılında Dost Körpe tarafından Türkçe’ye çevrilip, Everest Yayınları’ndan çıkan bu kitap, ne  yalan söyleyim bazı konularda bana oldukça yüzeysel geçilmiş bir tez gibi geldi.

İntihar hakkında farklı yazar ve düşünürlerin konuya bakışlarının yer aldığı bölümlerden aslında daha kapsamlı ve daha uzun olması gerektiğini düşündüğüm, şiirleride saklı intihar işlemelerinin (ki bu zaten tezin de ana konusu olduğu için, haklı olarak daha detaycı bir beklentimin olmasını da normal karşılamak gerekir diye düşünüyorum) neredeyse birer cümle ile geçilen yorumlardan ibaret oluşu kafamı kurcaladı. Bir çok dizesinde saklı anlamlar üzerine, bence ilginç ve yetenekli oluşu su götürmez bir gerçek olan Plath yorumlanırken, gerçekten bir kaç cümle yeterli olabilir mi? Böylesine karmaşık, yoğun ve özellikle intihar olgusu incelenirken içinden çıkartılabilecek anlamlar böylesine önemliyken, gerçekten bu kadar mı kısa geçilebilecek bir yoğunluğa sahip Plath’ın dizeleri?

Öte yandan, belki sığ bir anlatım olacak ama, hayatı tıpkı Plath gibi kendi ellerinde son bulan bir şair olan Nilgün Marmara’nın gerçekten Plath, sevdiği ve benzer noktaları bulunan kendisi gibi bir şair olan Plath için söyleyebilecekleri gerçekten bu kadar mıydı? Aslında onu daha iyi anlamış ve bu yüzden daha detaylı analiz edebilmiş olması gerekmez miydi?
Farkındayım, bir kitap üzerine yazmaktan daha çok sorgular bir havada gidiyor bu yazı ama düşüncelerim gerçekten bunlar.

Benim bile gerek Plath’ın şiirlerinde gerekse Sırça Fanus’da intihar üzerine gördüklerim hakkında söyleyebilecek daha uzun cümlelerim, daha derin cümlelerim varsa nasıl olur da ona ruhen daha yakın olduğunu düşündüğüm, satıları bile birbirlerine benzeyebilen iki şairden biri olan Marmara’nın tezi içinde bu kadar yüzeysel ele alınmış bu konu?

Her neyse, çok suçlayıcı gibi oldu. Ama niyetim bu değil. Nihayetinde Nilgün Marmara dizeleri de beni Plath kadar etkilemiştir, eklemek istedim.

Kitaba dönersek; içerikte gizdökümcü türe dair okuyucu bilgilendirerek başlayan tez, intihar ve sanatsal yaratım, kadın şaairlerin ortak yönleri ve tüm bu üç konunun da Sylvia Plath’la bağlantısını ele alarak, devamında Plath’ın düz yazıları ve şiirleri arasındaki farkları ele alarak, en sonunda da Plath şiirlerinin yazarın ilk şiirlerinden başlayarak sona doğru, kronolojik bir sıralama ile ele alıyor.

Benim baştan beri yakındığım kısım da aslında bu kronolojik sıra ile ele alma ve yorumlama; yetersiz bulduğum yorumlar işte buradaki yorumlar. Özellikle Sylvia Plath’ın intiharını neredeyse bağıra çağıra yansıttığı bu son dönem şiirlerindeki dizeler için yapılan yorumların yetersizliği.

Ancak siz benim bu yakınmalarıma bakmayın, es geçmeyin. Bir yazarın bir başka yazar hakkında yazdığı bu kaynağa, en azından benim neden eleştirdiğimi sorgulamak için bile bakabilirsiniz. Ki aslında yazan ve yazılan sebebiule zaten atlanmamayı hak ediyor, tüm eleştirilerimi bir yana bırakırsak.

11 Mart 2013 Pazartesi

Neil Gaiman "Odd Ve Ayaz Devleri"


Her zaman dediğim gibi, Neil Gaiman’ı okumak için bence “çocuk kafalı” olmak gerekir. Yoksa gerçekten çoğu zaman bir tat alamazsınız ve gerçek dünyanız içinde nefes alan bireyler olarak bir an “olamayacak şeyleri neden okuyorum” duygusuna kapılırsınız.
Oysa çocuk kafalı olursanız Neil Gaiman’ı gözleriniz büyümüş bir şekilde, okuyan bir baykuşun ciddiyeti ve büyülenmiş bir altı yaşındaki çocuk ilgisiyle okursunuz. Bu yüzden de kendisi çocuk kafalalıra masal anlatma üstadlarındandır. Yine bu yüzdendir ki tam manasıyla bir çocuk kitabı olan Odd Ve Ayaz Devleri’nde, bir çocuğa hikaye anlatır gibi, sizi de bir kaç saatliğine yanına alacak ve soğuk bir diyarda yaşayan Odd’un yanına götürüp, hayvana dönüştürülmüş tanrılarla bir araya getirecektir.
Kitabın konusunu özetlemem, kitabın uzunluğu kadar kısa olacak. Şöyle ki; Leydi Freya tarafından kafası hafif çakırken hayvana dönüştürülen Odin, Thor ve Loki, Asgard’ı da yitirmiştir. Ayazın kol gezdiği yerlerde içleri gittikçe daha da hayvanlaşacakları bilincinde bir şekildeyken Odd ile karşılaşırlar. Odd, babasını kaybetmiş, tek bacağı sakat, kendisini yalnız hisseden ve bu yüzden babasının anılarıyla dolu olduğu için, ölen babasının bir nevi çalışma odası olan ormandaki bir kulübeye doğru yol alır; amacı artık orada yaşamak ve soğuğun topraklarından bir nebze de olsun gitmesini ummaktır.
Yolu kesişen bu dörtlü içinden Odd, içlerinde en cesur olanı çıkar ve devin karşısına çıkıp Asgard’ı tanrılara geri vermek için yola çıkarlar. Sonuç malum.
Eklemek istediğim küçük bir not ise, Odd’un da tıpkı Mezarlık Kitabı’ndaki Bod gibi bir çocuk olması. Bence Neil Gaiman’ın kitaplarında kendisini öne atarak en belirgin hale gelen nokta da bu; baş kahramanların yalnız “çocuklar” olması. Bu öyle ki karşınıza yalnız olduğunu sancılı bir süreç sonunda farkeden Yokyer’in kahramanını bile aklınıza getirebiliyor. Belki kendimce bir yakınlık kurduğum için Neil Gaiman bu denli vazgeçilmez bir yazar benim için.
Güzel bir masal okumak istiyorsanız, fazla etrafa bakınmayın ve Türkçe’ye de yakın zamanda kazandırılan Odd Ve Ayaz Devleri’ni okuyun.

Neil Gaiman & Craig P. Russell "Cinayet Sırları"


Cennette işlenen bir cinayet, kulağınıza kadar nasıl gelebilir?
Ülkenize dönerken çıkan bir aksilik yüzünden LA’de geçireceğiniz son bir gece, hafızanızın bir kısmında bulanıklık olduğu, bu yüzden de biraz gerilmiş halde bankta oturup sigara içerken desem?
Neil Gaiman’ın Craig P. Russell’in çizimleriyle vücut bulan çizgi roman Cinayet Sırları’nda, cennette işlenen bir cinayet, bizzat cinayetin aslını astarını bilen kişi(!) tarafından işte böyle bir anda, böyle bir gecede kahramanımıza anlatılıyor.
Raguel, cennetten Los Angeles’a (melekler şehri... bu bir tesadüf olamazdı, hatırlarsanız belki Angel’daki Angelus örneğini de verebilirim) gelen bir melektir ve sigara istemek için kahramanımızın yanına oturduğunda, bir sigara karşılığında ona sunduğu hikaye, yeryüzünde duymaya pek alışık olmadığımız türden bir hikayedir. Tanrı’nın intikam alması için bizzat görevlendirdiği bir melek olan Raguel, tasarım bölümünde çalışan ve en son “aşk” için çalışan bir meleğin öldürülmesini araştırmakla görevlendirilir. Yapması gereken, beklenildiği üzere cinayet sebebini ve katili bulmaktır.
Katili okurken siz de bulabilirsiniz; biraz kafa yorunca bir kaç tahmininizin sonunda doğru meleği bulabilirsiniz ancak benim bahsetmek istediğim, biraz da spoiler içerecek biçimde, cinayetin aydınlanması sonrası. İsterseniz kitabı okumamış olanlar buradan sonraki kısımları okumasın.

* * *

Söylemek istediğim belki olan biten her şeyin, bir sigara ikramı ile başlayan bu sürecin, tıpkı kahramanımızın üzerinde dissosiyatif amnezi yaratan durumun tamamen aynı olması. Okurken dikkatinizi çekeceği üzere, hikayenin sonunda, uçakta (ya da uçaktan inince sanırım) bir gazete haberinde yeni bir cinayet görüyor. Tahmin edersiniz cinayette kimlerin katledildiğini. İşte benim düşündüğüm, aslında bu cinayet ardından her şeyin aslında “olmadığı” ya da gerçekten olduğu ve meleğin özellikle “intikam” ve “cinayet” kavramlarını kahramanımızın yüzüne vurmak için geldiği. Ya da ben yanılıyorum, her şey aslında bir tesadüftü.

* * * 

4 Mart 2013 Pazartesi

Sylvia Plath "Sırça Fanus"


Sırça Fanus’u, bir Tezer Özlü romanı olan Çocukluğun Soğuk Geceleri ardıdan okudum.
Bu iki yazarı bazı yönlerden benzer gördüğüm noktalar var.
Ancak şimdi sadece Sylvia Plath’dan bahsetmek istiyorum.
Sırça bir fanusun içinde tıkılıp kaldığının bilincinde olmanın ve sahte kaçışlar yaratmanın nasıl bazı şeyleri daha da körüklediğini gördüğüm bu roman, bana gerçek ve belki bir çok insanın da başından geçen bir kabus gibi geldi. Yaşamdan uyanıp kabustan kurtulmaya çalışırken, ölümün kollarına doğru son nefeslerini vererek yürümek. İşte bunu düşündüm.
Esther Greenwood, “delililğin dağlarında” gezerken, ben de burada, ondan yıllar sonra yolda adımlarımı onunkiler gibi atıyor, onun cümlelerine benzer iç sesimle sokaklarda dolaşıyordum.
Ancak her zaman farklı kılan, insanın ölümden kaçmaya çalışmasının yanında, onun ölüme yaklaşmaya çalışmasıydı.
Esther hayatındaki kalıplaşmış doğrular içinden kendini sıyırmaya çalışırken, bir kaç noktada aklıma Tezer Özlü geldi, sonra yine kapılıp gittim romana. İntihar etmeye bu kadar niyetlenmişten aslında her kıyıdan dönüşünde ve vazgeçişinde, insanın içindeki en temel güdü harekete geçiyor ve onu hayattan koparmamak için çırpınıyordu sanırım. Yoksa, gerçekten pansiyondaki diğer insanlar sürekli onu rahatsız edecek endişesi ile bileklerini küvette kesme fikrinden uzaklaşması nıya da bir türlü kendisini asamamasını okumazdık. Öyle ki, kitabın ilerleyen sayfalarında bir intiharı, kendini asarak gerçekleştirilen bir intiharı gördüğümüzde, aslında Esther’in de istese bunu hemen o anda başarabileceğini görmüyor muyuz? Aslında, istemiyordu. Kıyas yapıldığında, en başarılı intihar girişiminde bile, yine de bulunması şansını göz ardı etmeyerek ve bunu içten içe kullanmaya hazır biçimde gitmiyor muydu ölüme?
Sylvia Plath’ın intiharında da aslında ölme istediğinin olmadığı kanaatindeyim, eğer Sırça Fanus’a otobiyografik bir roman diyeceksek, Plath aslında hiç bir zaman ölmeyi, hayatını karanlığa gömmeyi istememişti diyebiliriz diye düşünüyorum. Kitapta da bahsettiği gibi, tabanca ile intihar etmesinin aslında başarısızlıkla sonuçlanabileceği kanaatindeydi ancak bana biraz da aslında tabancanın daha kesin bir ölüm ihtimalinin yüksek oluşundan dolayı o fikre uzak kalmayı tercih ediyormuş gibi geldi. Bu, asılında gerçekten “ölmeyi” istememe halini de Esther’in (aslında Sylvia Plath’ın) bir kitap yazmayı istemesi, yazmaya devam etmeyi istemesine bağlıyorum. Esther “yazmak” istiyordu, en basit tabirle bunun için de “yaşaması” gerekiyordu; yani intihar girişimlerinin aslında başarısızlıkla sonuçlanması ve “ölememesi” gerekiyordu. Bu yüzden, kafasını fırına soktuğunda, bir gün sonra ne yapacağının gözlerinin önünden geçtiğine eminim bu mükemmel yazarın.
Keşke yaşasaydı ve o gün, Esther gibi, aslında içinden geçirdiği gibi biri gelip onu bulsaydı, o kalp atmaya devam etseydi ve acılarından beslenerek, bir yerde de bu acıları sanatına yansıtarak, gerçekten kendi istediği varoluş içinde olduğunu düşündüğüm bu değerli kadın yaşasaydı.
Tahminimden daha sürükleyen, daha içe işleyen ve daha beklenmedik mükemmelikte bir gerçeklik vardı Sırça Fanus’da. Bu nedenle kitabın kapağını kapattığımdan beri pek uyuyabildiğim söylenemez. Anlamadığım diğer nokta ise neden bu kitap için 25 yaşına kadar beklediğim. Belki okumak için en doğru zamandı. Galiba.