23 Şubat 2014 Pazar

Ray Bradbury "Mars Yıllıkları"

"Eğer gerçeği fazla didiklemezsen, düş görmenin de büyük yararları vardır kimi zaman."
Ray Bradbury, Mars Yıllıkları

GELECEĞİ UMUTLARLA PARLATMAYA ÇALIŞMAK
Gelecek kara bir perdenin ardında saklanan bir bilinmezdir.
İnsan merak eder. Hayal kurmak ve hayallerine kavuşmak ister.
Gelecekte kaybettiklerini geri kazanmak, hayatında ikinci bir şans sahibi olabilmek ister.

Geleceğin daha iyi olacağını, şimdiki zamanın sıkıntısından ve dertlerinden kurtaracağını düşünür, bunu bekler. Ya da mekan değiştirmenin, hatta açıkça ifade etmek gerekirse kaçışın bir sıfırlama ve güzelliklere gebe bir durum olduğunu, varılan yeni noktanın şimdiki hayatın hayalkırıklıkları ve yenilgilerinden, sorunlarından uzak olacağı fantezisini besler kafasında.

Çünkü kaçış umuttur. Hayaller, beklentiler... Sinsi bir hastalık gibi insanı sarar ve bir kandırmacanın içine doğru çeker kişiyi. Gerçekliğin sınırlarından kurtulmak için insanın umuda ve hayallere ihtiyacı vardır ve bunu onlara verebilecek her duruma neredeyse acınası bir ihtiyaç içinde kendilerini atar, ona sıkıca sarılırlar.

Çünkü bir başka dünyanın mümkün olup olmadığı, ölümden sonra ne olacağı ya da hemen herkesin aklına gelebilen Mars'ta hayat var mı, bir gün oraya gidilip gidilmeyeceği sorusu hayattan kaçmanın, merak etmenin ve geleceği umutlara sarıyor olmanın en sıradan örneklerle bir göstergesi gibi.

MARS'A DEĞEN İNSAN ELİ
İthaki Yayınları'nın geçtiğimiz aylarda yayınladığı Mars Yıllıkları, Ray Bradbury'nin daha önce "Gümüş Çekirgeler" adı ile yayınlanan ve birbiriyle ilintili öykülerden oluşan bir kitabı. Her bir öykünün bir diğerini tarih sırasına göre devam ediyor oluşunu, öykülerin isimlerinde geçen tarihlerden anlayabileceğimiz üzere, aynı zamanda konu ve olayların akışında da görebiliyoruz.

Kaçış, yeni bir hayat, ikinci bir şans ya da kayıpların telafisi, güzel bir gelecek için insanoğlunun Mars'a göç etmesiyle başlayan hikayelerde, değişen bir gezegenin, değiştirmeye gelen bir ırk tarafından nasıl tahrip edilip, kendisi olmaktan uzaklaştığını, insan eli ile nasıl Mars'tan çok bir Amerika'ya çevrildiğini okuyoruz.

İlk öykülerde karşımıza çıkan Marslılar'ın, zaman içinde - ve her bir öykü ile beraber - Dünya'dan gelenlerle karşılaşmalarını görüyoruz. Mars'taki hayatın, bizim gezegenimizdekinden her ne kadar farklı görünse de, insan ya da Marslı arasında yeri geldiğinde yedi fark bulamayacak kadar da tanıdık gelen tepkileri ve tavırları olduğunu anlıyoruz. Özellikle ikili ilişkiler ve diyaloglarda ortaya çıkan bu insani(!) durum örneklerini Bradbury'nin kağıda dökmesini ustalıktan başka nasıl tanımlayabiliriz bilmiyorum.

Hikayeler ilerledikçe bir yandan insanlığın ardında bıraktığı Dünya'nın, bir yandan da Mars'ın sürüklendiği yol karşımıza çıkıyor. İnsanın, Marslı ile karşılaşması, aralarında oluşan iletişim ya da iletişimsizlik süreci, benzer ya da farklı noktaları hikayelerde okuyucuyu karşılıyor.

Dünya'da kitapları yasaklanan ve yakılan yazarların yeniden var olabildiği ve yazabildiği bir yer olan Mars, ölmüş insanların yeniden görülebileceği ve hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettikleri bir gezegen olan Mars, yanınızda olmasını istediğiniz insanları size sunan bir aldatmaca olan Mars, gelişmiş toplumun omuzlarında yıllarca yükselttiği ve sonunda Dünya'dan gelen bir virüsle allak bullak olan bir yaşamın ev sahibi olan Mars...

Ray Bradbury'nin, Resimli Adam adlı kitabındaki öykülerde de gözlemleyebileceğiniz üzere tarzındaki karanlık, Mars Yıllıkları'nın genelini de sarmış durumda.  Ölüm konusuna değinmekten asla kaçınmayan yazarın, karanlığının kendine has işlenişi ile buluşan hikayelerinde cesurca ölümden bahsedebiliyor olması kendi adıma mutluluk verici - bir okur olarak.

DÜNYA'DAN MANEN KOPAMAYIŞ GERÇEĞİ

İnsanın varoluşundaki ele geçirme ve yönetme arzusunun da vurgulandığı kitapta, mahvedilen ve daha fazla yaşanmaz hale gelen bir Dünya'nın alternatifi ve kurtarıcısı olarak konumlanan Mars'ın, ilerleyen yıllar içinde yine de akılların Dünya'dan uzaklaşmasını sağlayamayacak kadar benimsenmiyor oluşu da dikkat çekici. İnsanın kendi hayatını sürekli olarak, asıl olarak Dünya'ya ait hissetmesi mesajının verildiğini düşündüren kitabın sonu da bunu destekler biçimde. 

21 Şubat 2014 Cuma

Jason "I Killed Adolf Hitler"

Zamanda yolculuk teması her zaman ilgimi çekmiştir. Geleceğe Dönüş seri ile büyüyen bir neslin mensubu olmamdan olsa gerek, içine sığabildiğim tüm karton kutulardan da çocukken zaman makinesi yapmışlığım vardır.

Zaman kavramını henüz algılayamamışken, tüm varlığıyla geçmişe ya da geleceğe gidebilme hayalleri kuran bir çocuk olarak, fırsat buldukça zaman yolculuğu ile ilgili makale, roman ya da şekilde görüleceği üzere çizgi roman okumaya çalışıyorum.

Zaman makinesi ile geçmişe dönmenin, geleceği etkileyeceği sorununu kısaca irdeleyen Jason'ın çizgi romanı I Killed Adolf Hitler, Hitler'in zaman makinesi yardımıyla geriye gidilerek öldürülmeye çalışılmasını konu alıyor.

Bir kiralık katil olan kahramanımız, insanları gözünü kapamadan öldürmekten çekinmezken, kendisine bir gün, tarihte en azından kendi adıma söyleyebilirim ki, ölmesi ve hiç varolmaması istenen bir insan olan Hitler'i öldürmesini isteyen bir müşterisi gelir ve iş Hitler'i bulup öldürmeye kalır. Bu amaçla da bir zaman makinesine sahip olan başka bir karaktere gidilir, tarihte geriye gidilir ve işler hafiften karışmaya başlar.

Oldukça, oldukça akıcı bir çizgi roman. Neredeyse dakikalar içinde bitti. (Gerçi her zaman dilimi zaten dakikalar içindedir ya, her neyse.) Yer yer hikayede bazı noktalar okuyucu için soğuk gelse de, bunun karakterlerin yalınlığından kaynaklanan bir şey olduğunu düşünüyorum.

Çizim oldukça yalın, diyaloglar da öyle. Göz yormayan ve dikkat dağıtmayan bir tarzda oluşturulmuş.


Karakterlerin ağırlıklı olarak köpek olarak çizildiği I Killed Adolf Hitler'de ördek ya da tavşan şeklinde çizilmiş karakterler de görebilirsiniz. 

20 Şubat 2014 Perşembe

Kitaplıktan Kareler

ArkaBahçe Çizgi Roman Dükkanı (Beşiktaş)'ndan alınma Sandman bardağı. Bir ikincisi daha yoktu sanırım, biz aldık =)
Lejyon'un yazısını blog'da bulabilirsiniz, ama genişletilmiş haliyle yeniden yayınlayacağım.

China Mieville'e olan sevgimi zaten biliyorsunuz.

Ghost! Son yıllarda dinleyip de bu kadar beğendiğim başka bir grup olmadı.
Ve kitap dağı.

Kitaplığımın bir kısmı ile bitiriyoruz =)

15 Şubat 2014 Cumartesi

Fabien Nury/John Cassady "Lejyon"


Kitleleri harekete geçirme ve yönlendirme, amaç doğrultusunda kullanma isteği insanoğlunun damarlarından asla çıkmayacak, kişiye göre sinsice, kişiye göre açıkça dışa vurulan sevimsiz bir içgüdü.
Savaşta ya da barışta, insan üzerinde hakimiyet kurma isteği dendiğinde özellikle aklıma gelen en SAVAŞ başta siyasiler ya da din adamları olmuştur. Tarih boyunca, bildiğim ve hatırladığım kadarıyla yanlış amaçlar için insanların inanç ve değer yargılarını kendi gelecekleri için, toplu bir yönetim ve boyun eğdirme aracı olarak kullanan insan, kazanan ya da kaybeden konumunda bir yol izleyerek bu açıktan faydalanmıştır.
Tıpkı Hitler’in, dünyayı yerinden oynatacak ideaları için kullanmayı ve kandırmayı başardığı (buna başarı demeye içten içe dilim varmıyor bile olsa) milyonlarca insanın kullanılması, belki hala bir çok siyasi akım (ya da kısıtlama yapmayalım – bir çok insanın) için kullanılmak istenen control mekanizmalarından biri.
Savaşta, gözleri uğruna savaşmaları beyinlerine kazınan binlerce insanın kendisini ateşe atmaktan çekinmemesi ya da öldürmekten bir an bile çekince duymaması, ordu komutanının ve savaş süren asıl güç ya da güçlerin sahip olabilmeyi hayal ettiği yegane kaynak olsa gerek.
İşte bu yüzden, savaşta “Daha iyi nasıl sonuç alınabilir?” sorusunu soran bir ordunun, eline geçen güç kaynaklarını çeşitlendirme ve çoğaltma, kusursuz ordu, hatta ölüm makineleri yaratma ihtiyacı doğuyor.

GÖZÜ KARA LEJYONLAR
Fabien Nury ve John Cassady’nin imzasını taşıyan Lejyon, işte tam bu noktada, II. Dünya Savaşı sırasında orduların maksimum verim, en iyi strateji ile düşmanla karşı karşıya gelmesi, tek amaç doğrultusunda ilerlemesi üzerine yapılan bir deneye, projeye dayanıyor: Kazanmak!
Hikayenin başında, bizleri bir cinayet ve İngiliz İstihbarat Servisi’nin olaya dahil olması karşılıyor. Neredeyse bir ritüel şeklinde işlenen bir cinayet ve intiharın ardından olayın aydınlatılması ile ilgilenen Servis’in yanı sıra, cephede devam eden savaş da hikayenin ana eksenini oluşturuyor.
Savaş sırasında, Almanlar’ın bir projesi ile hikayeye adını veren ve kitap kapağında beliren, on yaşında küçük bir Romen kızı olan Ana ile yolumuz kesişiyor.
Ana, kan nakli ile insanların/hayvanların zihnini ele geçirme ve kontrol etme yetisine sahip bir kız. Elbette, bu durum Nazi ordularının gözünden kaçmıyor ve durumu, kendi amaçları için kullanmaktan çekinmeyecekleri bir projeye dönüştürüyorlar. Askerler, kan nakli ile Ana’nın mükemmel strateji ve en iyi savunma ile saldırtacağı birer ölüm makinesine dönüşüyor.

VAMPİRİZM VE SAVAŞ BİR ARADA
Arka planda devam eden cinayet ve Ana, aynı zamanda bizleri tarihi bir karaktere, kimi zaman Vlad Tepes, kimi zaman Drakula adı ile anılan Kazıklı Voyvoda’ya götürüyor.
Vampirizm temasının da işlendiği Lejyon, bir savaş hikayesi olarak okuyucu için farklı noktalarda öne çıkan bir hikaye yaratıyor.
Farklı bir çok karakterin içinde bulunduğu hikayede dikkatin yüksek seviyede tutulması bir ihtiyaç; farklı karakterlerin sıkça karşımıza çıkması haricinde farklı isimlerle karşılaşılan aynı kişiler ise yer yer kafa karışıklığı yaratsa da, çözüm bölümündeki netlike oluşan küçük karışıklıkları dağıtacak şekilde.

Çizimleri ile okuyucu için kolaylık sağlayan, göz yormayan çizim ve renkleri ile akıcılığı pekişen kitap, Marmara Çizgi’nin çevirisi ile okunmayı bekleyenler arasında yerini alıyor.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Cyril Pedrosa "Three Shadows"

Çizgi romanlar hakkında yazmaya devam edeyim.

Geçtiğimiz hafta okuduğum çizgi romanlardan biri de Cyril Pedrosa'dan Three Shadows'du.
Dilimize çevrilmesini de umduğum bu hikayede karşımıza çıkan asıl soru, kitabın başında da belirtildiği üzere "Çocuğunuzu korumak için ne yaparsınız?" sorusuydu.

Kırsalda, kendi başlarına ve benim aklıma görür görmez ilk "Heidi"'nin dedesinin evini getiren bir evde yaşayan bir ailenin, başlarına dadanan "Üç gölge"den, yani ölümünden (ben yanlış anladıysam lütfen düzeltin) çocuklarını uzak tutma ve koruma çabası anlatılıyor Three Shadows'da.

Mutluluk ve huzur içinde yaşayan bir ailenin, gittikçe korku ve dehşetle sarılan ruhlarının, çocuklarını koruma isteği ile bir maceraya doğru kendilerini atmaları şeklinde de devam ediyor.

Çocuğunu korumak içinde elden ne gelir diye kara kara düşünmeye ve yakınmaya tahammülü olmayan bir baba ve kendince çözüm bulmaya çalışan, gözü kara bir annenin çabaları sonunda varılan son nokta ve üç gölgeden kaçma yolları.

Babasının koruması altında, güvende olabileceği bir diyara doğru yola çıkan Joachim'in, Pedrosa'nın çizimleri ile daha da tatlı hale gelen çocuksu suratındaki ifadelerin okuyucuya yansıtılması, çizimin ve hikayenin başarısını öne çıkarıyor bence. Öyle ki, çizimlere dair şunu ekleyebilirim; kara kalem çizimi olan bu çizgi romanda basitlik ve sadelik öylesine güzel ki, okurken çocukken okuduğum ya da bana okunan ya da bana uydurulan hikayelerdeki çocuksu - nostaljik duyguları yaşadım açıkçası.

Sizi bekleyen sondan ne kadar kaçabilirsiniz? Ölüm ya da kötü şans ne kadar giderseniz sizden uzakta kalır?

Three Shadows'da cevapları bulabilirsiniz.




Jeff Lemire "Sweet Tooth"

Post apokaliptik bir hikayeyi böylesine tatlı anlatan başka bir şey okuyabileceğimi bir süre için sanmıyorum. Tatlı derken, Sweet Tooth aslında tatlı bir hikaye olmaktan çok, bir dram ve macera hikayesi.

Mad Max serisinin hayranlarının kesinlikle seveceğinden emin olduğum Sweet Tooth, ormanın içinde babası ile beraber yaşayan ve doğduğu günden beri babasından başka kimseyi görmemiş olan Gus'ın hayatının, babasının salgın yüzünden ölümünden sonraki günlerde içine düştüğü "halden" itibaren başlıyor.

Babasının kendisine en büyük öğüdü "Asla burayı terk etme" olan Gus, bir şekilde babasının kendisinden beklediğini uygulamıyor ve kendisini asla geri dönemeyeceği bir yolda buluyor.

Bu arada Gus'ın küçük bir farklılığı var; kendisinin bir geyik gibi boynuzları var!

Sebebi?

Bundan sonrasından kısaca bahsedeyim ancak hikayenin bir kaç ipucunu vereceğim için isterseniz okumayabilirsiniz elbette.

Dünyada bir felaket olmuştur, 8 yıl önce olan bu felaket yüzünden bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri salgın bir hastalık ve diğeri de çocukların hayvan özellikleri taşıyarak doğmasıdır.

Gus da bu çocuklardan biridir.

Elbette hikaye içinde yok olan düzen içinde kendi düzenini kurmaya çalışan resmi kurum görünümünde bile olsa aslında kalmayan kanunlar içinde kendi kanunları ve amaçlarıyla hareket eden bir kurumun, kalan insanlar üzerindeki planları ve harabeye dönen şehirler içinde kendi kurallarını ilan eden çetelerin varlığını da belirtmek gerek.

Saf bir çocuğun, bir fanus içinde adeta masallardaki gibi bir hayat yaşayan ve iyi-kötüden haberi olmayan (ancak bunu babasının hikaye içinde göreceğiniz bir yöntemi ile kendisine "aşılandığını" fark edeceksiniz, yani din temelli bir eğitim içinde yetiştiğini belirtebiliriz ancak bu din temeli, biraz sıradışı köklere sahip) bir çocuğun, kaosun ortasına ve acımasızlığın içine düşüşünü izlemek en azından benim için yürek burkan bir yana sahipti.

Seri hala devam ediyor, ben 25 sayısını edindim ancak internetten öğrendiğime göre 40. sayıda bitecekmiş. Henüz 15 sayısının okumuş olmama rağmen hikaye beni oldukça etkiledi, her bir bölümde ne olacağını merak etmekten nasıl okuduğumun farkında olmuyorum. Ayrıca stok yaptım ve hepsini bir günde bitirmemeye çalışıyorum.


Buradan Sweet Tooth'u bana öneren arkadaşıma da teşekkürlerimi ileteyim.

Vera Brogsol "Anja's Ghost"

Bu haftayı tamamen çizgi romanlara ayırdım. Sadece çizgi roman okuyorum ve bir süre blog'da çizgi roman sezonu yaşayacağımızı şimdiden söylemek isterim. Bence eğlenceli ve zevkli geçen bu süreçten umarım siz de takip ederek iyi zaman geçiriyorsunuzdur.

Henüz, yeni okuduğum Vera Brogsol'dan Anja's Ghost.

Anja, Rusya'dan Amerika'ya göç etmiş bir ailenin kızıdır; annesi ve küçük kardeşiyle beraber yaşamaktadır. Gizli gizli içtiği sigarasıyla, diyet tutkusu ve okulun basketbol takımının popüler oyuncusu olan bir erkek öğrenciye olan aşkıyla klasik bir liseli görüntüsü çizmekte; en yakın arkadaşı olan İrlanda asıllı bir başka kızla kurduğu arkadaşlık ve okulda fazla popüler bir tip olmamasıyla sıradan bir öğrenci hayatını yaşamaktadır.

Dersleri ortalama olan Anja, bir gün kafa dinlemek için gittiği yerde, üzeri örtülü bir kuyunun içine düştüğünde ise hayatında yeni bir dönemin başlayacağından habersizdir.

En başta, okurken, kitabın adının Anja's Ghost olmasından dolayı Anja'nın kuyuda öleceği ve bir hayalet olarak yaşayacaklarını okuyacağımı düşünmüştüm ki yanıldım.

Kuyuda, yıllar önce bir cinayet kurban gittiği söyleyen bir kız olan Emily'nin kemikleri ve orada bulunan ruhu ile tanışacaktır. Emily'nin kemiklerinden birinin Anja'nın çantasında kuyudan çıkmasıyla beraber Anja'nın artık hayatı değişmekle kalmayacak, yakın arkadaşı ve akıl hocası bir hayalet olacaktır.

Bir yandan aşık olduğu çocuğa açılmaya, popüler ve ders notları yüksek bir öğrenci olması konusunda ona yardım eden Emily, diğer yandan Emily'nin katilini yıllar sonra bulma amacı eşliğinde Anja'nın başından geçenleri hikayenin devamında bulabilirsiniz.

Amerikan toplumu içinde, asimile olmak ya da uyum sağlamak konusunun göçmenler üzerinden yer yer göndermeler ile ele alındığı Anja's Ghost, bir saat içinde bitirebileceğiniz bir hikaye olmanın yanı sıra, tatlı bir gençlik hikayesi okuma şansını da sunuyor.


Nasıl tanımlasam bilemedim ama gerçekten "temiz" ve göz yormayan çizimlerine ek olarak, kullanılan yazı karakteri ve renk seçimi ile de okuma sürecinde okuyucunun hızını bence etkileyen ve sürükleyici hikayesinden ziyade artı puanlar olarak kitaba geri dönüş sağlayabilecek detaylardan birkaçı.

9 Şubat 2014 Pazar

Craig Thompson "Blankets"

İnancın sarsılışı.

Belki herkes bir kez, İsa gibi "Neden beni terk ettin?" diye sormuştur. Umutsuzluğun ve mutsuzluğun tavan yaptığı günlerde insanın kendi sesini duyan hiç bir şey olmadığını düşünmesi benim gözümde oldukça normal ve insani.

Yaşanan hayalkırıklıkları kalbinize kadar saplandığında, her şeye olan inancınız yitmesi gibi; arkadaşa, aileye, sevgiliye, oy verdiğiniz siyasi partiye ya da dine, ya da Tanrı'ya...

Burada derin bir sorgulamaya girmek gibi bir niyetim yok, kaldı ki dünya üzerinde insanların ne düşündükleri beni artık ilgilendirmediği gibi, bireysel sonuçlara yol açan toplumsal ya da dünyevi, diyelim felaketler haricinde toplumla beni ortak paydada buluşturabilecek bir şey de kalmadı.

Neyse, neden bunları yazdığıma dönebiliriz.

Craig Thompson'ın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı Blankets, Hıristiyan bir aile içinde yetişen bir çocuğun yetişkinliğe doğru aldığı yolda yaşadıkları ve gittikçe Hıristiyanlıktan uzaklaşmasını konu alan bir çizgi roman.

Haliyle, yazıya giriş yapmaya çalıştığım satırlar da bu sebeple sizinle buluştu.

Thompson'ın hikayeyi anlatış biçimdeki saflık ve çocuksu yan, dönemlere yansıyan ve yaşının gereğince büründükleri hava gerçekten tatlı. Hani iç acıtan tatlı olur ya, yer yer öyle. Özellikle ilk aşkıyla ilgili yaptığı samimi itiraflar ve duygularının yoğunluğu, belki okurken sizin de gözlerinizin dolmasına sebep olabilecektir.

Haricinde, elbette vurgulamaya çalıştığım asıl şey gibi, irdelenen asıl konu Hıristiyanlık inancı ve Tanrı kavramı. Cennet ve cehennem kavramları üzerine sıkça sorgulamaya giren yazar, bunu yer yer kendi içinde yaparken, bazen de karakterler üzerinden okuyucuya sunuyor. Başkalarının gözüyle sunduklarına daha sonra kendi gözüyle, kendi çizgileriyle ve yorumuyla bakabiliyoruz.

Uzun bir çizgi roman ancak kendimi o kadar kaptırdım ki bir günden az bir sürede bitti. Ayrıca zor okunan değil, hızla ve kolay okunan bir eser Blankets.

Etkileyici bir büyüme hikayesini ve dünyayı idrak hadisesini Thompson'ın çizgileriyle okuma zevkini yaşamak isteyen herkese öneririm.

4 Şubat 2014 Salı

Sandman "Sisler Mevsimi"

Hazır yeniden okuyabiliyorken, Sandman'in de tadını çıkarayım dedim, uzun bir aradan sonar seriye devam ettim. Eve yapışıp kaldığım ve çoğunlukla neden uyandığımı bilmediğim bu günlerde sıkan gerçekliğin uzaklarına beni fırlatabilecek hikayeler okumak çok zevkli. Başka türlü belki gerçekten uyanmak istemeyebilirim. Bilemiyorum.

Yakınma ve karanlığa gömülme satırlarımız bu kadardı.

Kitaba geçelim.

Neil Gaiman'ın baş roldeki yaratıcı sıfatıyla yazdığı Sandman serisinin 4. kitabı olan Sisler Mevsimi, diğer kitaplardan hatırlayacağınız üzere, Morpheus'un cehenneme hapsederek cezalandırdığı eski sevgilisi Nada'yı kurtarma girişimi doğrultusunda cehenneme gitmeye karar vermesiyle başlıyor.

Ancak şöyle bir durum var ki, oldukça garip geldi bana ve çok hoşuma gitti; Lucifer artık cehennem ile uğraşmak istemiyor ve cehennemdeki herkesi "göndererek" orayı boşaltıyor.

Devamını anlatmayım, sanırım şimdiden iki bölümünü anlattım bile. Okuma zevkinizden satırlar çalmak istemiyorum.

Bölüm aralarından birinde yer alan, yatılı okulda tatilini geçirmek zorunda kalan bir çocuğun başına gelen acıklı hikaye ise, bir mola gibi kitabın içinde yer alıyor, eklemek istedim.

Okuyun, okutun.