27 Nisan 2017 Perşembe

Alasdair MacIntyre "Marxism And Christianity"

Bir süredir yazısını yazmak için beklettiğim bu kitaptan da kısaca bahsedeyim, zaten kitap da çok kısa. Ve genelde son zamanlarda blog'da bahsettiğim ya da blog'da daha önce bahsettiğim birçok kitap kapsamında irdelenen mevzularla da ilişkili bir derdi var kitabın. 

Alasdair MacIntyre'ın ortaya sürdüğü şu; Marksizm ve Hristiyanlık birçok ortak noktaya sahiptir (ilk bölümün başında Oswald Spengler'den şöyle bir alıntı var; "Christianity is the grandmother of Bolshevism", yani ortaya sürmekten ötesinden bahsediyor aslında yazar kitapta) ve bu ortak noktaların oluşumunda Marksizm'in reddettiği noktalarının üzerinde kendisini inşa etmesinde payı olan Hegel ve Feuerbach'ın da büyük etkisi vardır. Ki burada Feuerbach'ı andığımız için özellikle din konusunda, daha ziyade Hristiyanlık konusunda vurgulanacak çok şey oluyor. Fakat metnin safi bir dini metnin Marksizm ile kıyaslamasından fazla olduğunu da düşünürsek yazarın incelediği hususlar aslında Hegel, Feuerbach, Marx ve Hristiyanlık'taki birey, toplum, kurtuluş, idealize edilen ve inşasının planı yapılan toplumun her bir isim ve dini metindeki ele alınış biçimi. 

McIntyre sürekli olarak Hegel ve Feuerbach'ı anlamadan Marx'ı anlamanın mümkün olmadığını belirtiyor. Zira bunun da Hristiyanlığın seküler bir versiyonu olarak Marksizme bağlanacağını ifade ediyor; bu ortak noktaların nerelerde kurulduğunu ve Marx'ın öncüllerinden neleri aldığını ya da aksini iddia ederek kendisini oluşturduğunun ancak böyle anlaşılabileceğini vurguluyor. Zaten kitaptaki bölümlerden birinin başına bir Engels alıntısı koymuş yazar, alıntı şöyle; "We are all Feuerbachians." Sanırım ısrarlı vurgunun derecesini ve teorideki öneminin altını daha net ifade edemezdi. 

Hegel ve Hristiyanlığın kabullerinin kesişimlerine değinmiş yazar. Mesela kişinin kendi bilincinde olması üzerine Hegel ve St. Paul kıyaslamasına gitmiş; sonunda vardığı nokta ise Hristiyanlıkta karşımıza İsa üzerinden çıkanlar oluyor. 

Hegel'in dünya görüşündeki özgürlük tanımını ele almış yazar; doğanın ve evrenin kanunlarının bilincinde olan insanın özgür insandır; böylece doğa artık insana hükmedemez. Burada önce "bilincinde olma" kısmında vurgu oluyor haliyle. Buradan mutlak idealizm eleştirisini geçmek isterseniz siz devam edin ben kısaca toparlayıp yazıyı sonlandırmaya yönelmek istiyorum. Yani Hegel'de gerçekliği değiştirmek için öncelikli olarak bireyin düşüncelerini değiştirmek zorunda olduğunu yazar da belirtmiş. Burada aklınıza kölenin köleliğini sonlandırmak için ilk olarak köle olduğuna karşı çıkışı zihninde yapmaya başlaması gelebilir ve tüm bu karşı çıkışın ardından köle olarak kalmaya devam edecek olduğu gerçeği ya da köle olarak kalmaya devam etmeyebileceği gerçeği aklınıza gelebilir. Bu tartışma tartışılsın.

Feuerbach'daki düşünceye de değinen yazar, Feuerbach'ın düşünceyi sosyal ve materyalist yönüyle de ele alıyor oluşuna değiniyor. Yani düşüncenin öznesi ve nesnesinin konumlandırılışını burada düşünmek önemli. Feuerbach ve Hegel'in nerede ayrıldığını düşünmek isterseniz diye dedim. Burada eylemi gerçekleştirenin ait olduğu sosyal bir dünya ve maddi bir yönü vurgulayarak Feuerbach aynı zamanda düşüncenin bağımsızlığının da olmadığını vurgulamış oluyor. Yani özgürlük konusunu bir de böyle düşünün derim şimdi. İdealizmden bir kopuşu temsil ediyor bir yandan da zira. 

Kitaba dair neyi anlatacağımı unuttum yalnız. Feuerbach ve Hegel'den bahsetmek için yazmaya gelmişim gibi oldu. 

Sonrasında Marx'ın felsefesinin bu iki isimden hareketle nasıl bir evrim izlediğini ve zamanla pratiğe doğru nasıl geliştiğini anlatıyor yazar. Sonrası ise Marksizm'e aşina olanlar için uzak olmayan bir içerik; teorinin genel hatlarına dair neredeyse ezbere bildiğimiz şeylerin bir özetini yapıyor yazar ancak bunu elbette belli bir konunun sınırları çerçevesinde yapıyor ve son olarak inanç ve teori üzerine kısa bir bölümle kitabı bitiriyor.

İyi toparladım.

13 Nisan 2017 Perşembe

Scarlett Thomas "The Seed Collectors"

Scarlett Thomas, yaşayan en sevdiğim yazarlardan biri ve neden çok sevdiğime dair sebepler sıralamaya başlarsam yazıyı ve kendimi toparlamam uzun süreceği için bu konuya girmiyorum. Onun yerine kitaptan bahsetmeye geçeyim doğrudan. 

Karşımızda Gardener ailesi var. 

Aileden bir kişinin, Oleander'ın ölümünün ardından ailenin geri kalanını yakından tanımak ve ailenin geçmişindeki bir gizemli "kayıp kişiler" dramının da üzerindeki perdeyi aralamak üzerine bir hikayeyi başlatıyor The Seed Collectors. 

Tabi kayıp olan geçmişte kaybolmuş olan kişiler değil. Şu an yaşamakta olan ve hikayenin geçtiği anda hayatlarında tek bir şeyin bile yolunda gitmediğine tanık olacağımız karakterleri de kayıp olarak sayabiliriz.

Scarlett Thomas'ın romanlarında karşımıza çıkmasına şaşırmadığım bazı noktalar yine The Seed Collectors kapsamında: akademi, bitkiler, Scarlett Thomas'ın kişisel ilgi alanalarından biri - bu romanda tenis-, tüketim kültürü ve mağdurları, postmodernizm eleştirisi olarak görebileceğiniz birçok detay ya da postmodernizm kurbanı olarak görebileceğiniz birçok karakter...  Elbette bunlar Thomas'ın temel dertleri olarak karşımıza çıkmıyor; bir ailenin yer yer dramatik bir hal alan hikayesi üzerindeki örtüler atılmaya başladıkça karşımıza çıkmaya başlıyor. Karakterlerin iç dünyasıyla beraber bunlar görünür hale geliyor. Alkol sorunuyla kendisini besleyen tüketim çılgınlığı ya da beden algı bozukluğu, narsisizm, hırs gibi günümüzün farklı kelimeler kullanarak kutsallaştırdığı (ancak üstü kapalı kutsallaştırdığı) ve sonra tapınılır hale geldiğinde bunu sorun olarak gördüğü için tedavi etmeye çalıştığı şeyler.

En son Bright Young Things romanını okumuştum ve yazıldığı sıralama doğal olarak benim okuma sıralamamla bir değil. Thomas'ın kitaplarında ortak birkaç tema var. Bu, yani The Seed Collectors bana şu ana dek yazarın okuduğum tüm kitapları içinde ayrışan birkaç yönü olan ve genelde diğer romanları üzerine yaptığım genellemelerin dışına birkaç noktayla çıkarabileceğim bir roman olmuş diyebilirim. (Böyle rahat rahat konuşuyorum zira yazarın okumadığım iki eseri var sadece).

Genelde romandaki ana karakter yazarın kişiliğinden çok şeyi üzerinde taşırdı diğer romanlarda. Ancak bu sefer Gardener ailesindeki bireyler daha doğrusu roman içindeki hemen her karakter eşit ağırlıkta kurguda yer alıyor. Ve her birinin içinde aslında bir nebze Thomas görünüyor diyecek olsak bile, karakterleri "Thomas'ın alter ego'ları" gibi görmüyoruz mesela. Bu benim dikkatimi çok çekti. Kesinlikle çok farklı kurgulanmış. Ek olarak, karakterlerin yaşı da, yaşı da değişen Thomas ve belki çevresinin de yaşı değişen Thomas'dan etkilenmiştir bilemiyorum. Dediğim gibi yazarın bir önce okuduğum romanı ve bu romanla arasında yazıldığı zaman farkı - şansıma bence - böyle bir kıyas imkanı verdi.

Mekanın kullanımı ve olay örgüsü de bence bir kırılma yaşamış. Maddi dünyadan sık sık kopuşları içeren çoğu anı barındıran kurgular ya da mekanın bu kopuşlar dahilinde ya da yine maddi dünya içerisinde ancak ana karakterler üzerinden mekanın tamamen farklılaştığı kurgularına aşina olduğum Thomas bu sefer karakterlerinin sadece birkaçını kurgu içerisinde kısa bir yolculuğa çıkarıp  geri getirmekle işi sınırlamış. Elbette hikayedeki gizemli durumunun mekansal bir bağı var ancak demek istediğim hikayenin geçtiği zaman içerisindeki karakterler kesinlikle mekansal bir değişim, mekan üzerinden bir kopma - kırılma yaşamıyor. 

Maddi dünya ile araya giren mesafe ise The Seed Collectors'da Namaste House üzerinden karşımıza çıkıyor olabilir ancak bunun örneğin bir The End of Mr. Why'daki gibi bir hali yok. Gerçi seed pod konusu hikayeye dahil olduğunda bunu okur kendisi tekrar görecektir ancak kesinlikle Thomas'ın kurguları ve anlattıkları değişmiş. Bunu olumlu ya da olumsuz bir şey olarak demiyorum çünkü kendi açımdan yine severek okuduğum bir Thomas romanıydı. 

10 Nisan 2017 Pazartesi

Pekka Himanen "Hacker Etiği"

Yazıya başlamadan önce Pekka Himanen'in kitabın içinde yer alan kısa biyografisinde de giriş cümlesi olarak geçtiği üzere henüz yirmi yaşında Helsinki Üniversitesi'nden doktorasını tamamlamış (ve böylece doktorasını tamamlayan en genç Finlandiyalı olarak tarihe geçmiş, diye yazıyor), din felsefesi, bilişim teknolojileri üzerine çalıştığını belirtmek isterim. Disiplinler arası çalışmanın engin ufuklarını benimsemiş akademik bir bakış açısının olduğu coğrafyalarda yaşıyor olmanın avantajının de eklenmesiyle beraber ortaya çıkan sadece bir kariyer ya da akademisyenlikle sınırlanmış hayat olmuyor; ortaya çıkan Hacker Etiği gibi bir metin ya da Himanen'in çalışmaları ve ortaya koydukları da oluyor.

Fazla yakınmadan ve kendimi yiyip bitirmeden Hacker Etiği'ne döneyim. Hacker Etiği, Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapitalim Ruhu adlı çalışmasında, çalışma ve çalışmanın yaşam biçimiyle olan ilişkisinin oluşmasında Protestanlığın etkisini nasıl ele aldığına değiniyor öncelikle. Çalışmayı (Weber'in) okuyup okumadığınızı bilmiyorum ancak konuya ilginiz varsa, kapitalizmin neden o coğrafyada ve o zamanda o biçimde oluştuğuna dair Weber'in getirdiği açıklamayı görmek istiyor ve Himanen'i okumadan önce konuya dair fikriniz olmasını istiyorsanız okuyun derim. Kapitalist ruhun özündeki çalışmayı bir görev olarak edinme kabulünün Protestanlıkla bağlantılı neden - sonuç kapsamındaki değerlendirilmesi sonucunda, Himanen çalışmanın Protestanlık öncesi ve sonrası yaşadığı değişimi de değerlendiriyor. Şöyle ki çalışmaya dair Hristiyanlıktaki bakışın kırılma noktası olarak bunu görmek mümkün. Bir yandan seçilmişler arasında girmek ve Tanrı'nın gözünde ödevini en iyi yapan olarak sermayesine sermaye katarak ve ödev bilinciyle çalışmayı inancıyla bütünleştirerek yaşayan anlayışın, öncesindeki çalışmayı bir ceza olarak gören anlayıştan kopuş olduğunu Protestanlık ve beraberinde getirdiği çalışma ahlakıyla açıklıyor - bunu Weber'de görmek mümkün. 

Protestan etiğinin bir süre sonra Protestan çalışma etiği haline dönüşmesi, bunun ardından gelen çalışma hayatında (mevcut durumun kapitalizm olduğunu da ekleyerek) görevini en iyi yapmanın da bu etiğin parçası haline geldiğini görebiliriz. Böylece çalışmanın yaşadığı dönüşüm, mevcut düzen içerisinde tıpkı bir manastırdaki gibi sorgulamadan kendisine verilen görevi yerine getirmekle yükümlü bireylerin çalışma hayatında kendilerine yer bulabilmek için yabancılaşmanın alasını yaşadıkları ve bunu aslında bir çalışma etiği olarak benimsedikleri/gördükleri bir biçim halini almıştır. Zaten yazar da manastır örneği üzerinden durumu çok güzel açıklıyor. Manastırın programı ve bir iş yerinin çalışma saatleri arasındaki benzerliği gösteriyor. Akademi için de kıyas üzerinden başka bir bölümde farklı bir yola giriyor ayrıca. 

Kapitalist çalışma hayatı içerisinde hacker'lerın çalışma biçimlerinin ve enformasyon çağı içerisinde dönüşüm yaşamakta olan çalışma biçimlerinin Protestanlıkla örtüşen kapitalist çalışma hayatının genel ekseninden farklılaştığı noktalara geliyor Himanen burada. Örneğin, hackerlar için bilgisayarın başından kalkmayan ve sosyal hayatı neredeyse yok denecek kadar az olan insanlar gibi önyargılara karşı, günümü çalışma hayatı içerisinde ajandasına bağlı ve hayatının her anı planlanmış "ailesiyle kaliteli vakit geçirmek için" iş dışı saatlerini bile dakikası dakikasını planlamış olan insanın bağlı bulunduğu sistemin (burada Weber'in çelik kafesini akla getirin) bir hacker'ın hayatına kıyasla nasıl bir zindan olduğunu göstermeye çalışıyor yazar. Zira bir hacker istediği zaman çalışabiliyor ve istediği zaman istediği kadar istediği işi yapabiliyor ve istediği insana istediği kadar vakit ayırabiliyorken, bir beyaz yakalının idealize edilmiş hayata ulaşmak ya da içinde olduğu o "kaliteli hayatı" yaşamak için kendine çizdiği saatlerce örülmüş duvarın aslında nasıl bir kafes olduğunu vurguluyor. Zamanı verimli kullanmanın artık çığrından çıktığını anlatıyor. 

Hackerların bilgiyi üretme ve üzerindeki kontrolleri konusunda da bilimsel bilginin ilerlemeci anlayışıyla paralel, aralarındaki iletişimin benzerlikleri üzerinden etik bir durumun tasvirini de yapıyor yazar. Öğrenirken öğretmek gibi ya da asıl amacın öğrenmenin ya da oluşturmanın olduğu durumlar, ki burada asıl güdünün para olmadığını ısrarla vurguluyor. Tabi her şeyin pembe olmadığı bir dünyada yaşadığımız için kapitalist hackerlar konusuna da değiniyor ki isim isim verdiği bu yakından tanıdığımız isimlerden yaptığı birkaç alıntı, yine yazarın manastırı anlattığı bölümdeki cümlelerini akla getiriyor. 

Ağ toplumu içerisinde hackerların toplumsal olaylar karşısında aldıkları tavırlardan birkaç örnek de içeren kitapta Himanen, yaşanan toplumsal dönüşümlerin ve bu süreçleri bilişim teknolojilerindeki gelişmeler paralelinde de değerlendiriyor. 

9 Nisan 2017 Pazar

Norman Geras "Marx ve İnsan Doğası"

Norman Geras, Marx'ın insan doğasını reddettiği üzerine geliştiren iddiaları çürüttüğü ve bunu  - doğal olarak - Marx'ın metinleri üzerinden aldığı destekle yaptığı "Marx ve İnsan Doğası" adlı çalışmasında, Feuerbach üzerine tezlerin altıncısı ile metnin girişini yapıyor. 

Buradan giriş yaptığında karşımıza iki ismin ayrıştığı temel noktalardan biri, metnin kapsamında incelenen konu doğrultusunda yani insan doğası (das menschliche Wesen) üzerinden asıl ayrışma net biçimde görülüyor: Feuerbach'ın ele aldığı soyut bireyde dinsel özü görüş biçimine karşılık Marx'ın toplumsal insanının, yani toplumsal olana ait olan olan ve doğası gereği toplumsal olan insanının ayrışması. Bu temel ayrım, daha sonradan kitabın tamamında Geras'ın Marx'ın insan doğasını reddetiğini iddia eden Marksistlere karşılık göstereceği kanıtlarla da desteklenecek noktalarla da bağlantılı zaten. Marx, Feuerbach'taki bireye karşılık kendisindeki bireyin her zaman "insanın doğası gereği" dahil olduğu toplumsal ilişkiler bütününden bağımsız düşünülemeyeceğini vurguluyor. Yani Feuerbach insan doğasını anlamak için tek tek bireyler üzerinden insana odaklanma yoluna giderken Marx, toplumsal ilişkiler bütününün olduğu alanı görmeden bireyi tanımanın asla mümkün olmayacağını savunuyor. Bu durumda Geras'ın insan doğasını reddettiği iddiasıyla gelen Marksistlere yönelttiği çıkışların haklılığını görmek baştan itibaren aslında mümkün oluyor. 

Geras'ın yaptığı çıkarımlara göre Marx'tan bu noktada iki sonuca varabilmek mümkün oluyor; hiçbir şekilde insan doğasını reddetmeyen Marx'tan; insan doğasının toplumsal ilişkiler bütünü tarafından koşullandırılmış olduğu çıkarımını yapabiliriz ve/veya bir diğer ikinci çıkarım olarak insan doğasının toplumsal ilişkiler bütünü içinde açığa çıktığı çıkarımını yapabiliriz. 

Bu çıkarımları desteklemek için kendimce bir ek yapmak istersem, Marx'taki yabancılaşmanın izlediği süreci akla getirmekte fayda var. Yabancılaşma ve insan doğası ve yaratıcı emek arasındaki ilişkinin anlaşılması durumunda bu çıkarımlarla arasında kurulacak olan bağ, bir yandan toplumsal ilişkiler bütünü içinde bireyin bir yandan etkileşim içinde olduğu diğerleriyle var olabileceği ve kendisini var etmesi için ihtiyaç duyduğu koşullar ve doğasının "gerekleri". Doğa ve doğasıyla arasına mesafe koyan üretim ilişkilerinin bireyi süreklediği koşullara Marx'ta bulabileceğiniz cevaplar dahilinde düşününce, Marx'taki insan doğasının inkarına dair bir sonuca varanın nasıl vardığını durup bir düşünebilirsiniz sanırım, açıkçası Geras'ın bu iddia sahiplerinden alıntıladığı bazı cümleler karşısında şaşırmak mümkün kitapta. Metnin okurca yoruma açık olduğu görüşünü ne kadar benimseyen bir duruşa sahipsiniz bilmiyorum ancak Marx'tan insan doğasının reddine dair bir sonuç şu yaşıma kadar okuduklarımdan ben hiç çıkarmadım.

İnsan doğasının reddi inkarının Marksizm için gidebileceği uçurumu siz düşünün. Teorinin varlık sebebi ya da ihtiyaç duyulduğu ya da yazılmasına sebep olan koşullar karşısında yapılan çıkarımın "insan doğası" üzerinden ilerleyen ve reddini Marx'a bağlayan bir tartışmayla sonuçlanmasının bir risk olduğunu düşünüyorum. Geras kitapta uzun tartışmalara giriyor ve bu tartışmaları olduğu gibi buraya aktarmanın ya da benim tekrar burada bir sinir kriziyle sonlanacak tartışmalara girmemin bir anlamı aslında yok. Zira neden böyle yazdığımı ya da kitabın yazılma sebebini okur görsün daha iyi olur. Okurlar sinir krizi geçirsin ya da sorgulasın daha iyi olur. Bu kitabı sanırım ikinci okuyuşum oldu. 

8 Nisan 2017 Cumartesi

Etienne Balibar "Marx'ın Felsefesi"

Yetiştiği Ecole Normale Superieure ve öğrencisi olduğu Louis Althusser dahilinde, haliyle aldığı etkileşim içinde olduğu çevre ve içinde yaşadığı dönemle beraber düşünüldüğünde Marksizm'in üzerindeki etkisini görmeye şaşırmadığımız düşünür Etienne Balibar'ın Marx'ın felsefesi ya da felsefe olmayan felsefesi üzerine yazdığı bir kitap Marx'ın Felsefesi.

Balibar'a göre Marx'ın teorik düşüncesinin konumlanışı, felsefeyle olan ilişkisine göre değerlendirildiğinde karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor - ki kendisi de kitabın başında bunu açıkça belirtiyor: Marx'ın felsefesi felsefeye bir alternatiftir hatta felsefe olmayandır. Daha da ileri giderek bunu bir anti-felsefe olarak ele alıyor Balibar. Fakat bunun önemi de şöyle vurguluyor, Marx'tan sonra felsefenin asla eskisi gibi olmadığını söylüyor. Elbette felsefe için Marx öncesinde birçok kırılma noktası/dönüşüm/değişim noktası yaşandığını belirtiyor ancak burada Marx'la yaşanan değişimin ağırlığının şiddetini, ayrı biçimde konumlandırıyor. Balibar'a göre Marx'ın felsefede yarattığı bu etki, felsefenin alanında, amaç ve sorunlarında yaşanan bir yer değiştirme şeklinde gerçekleşiyor. Haliyle ayırt edici özelliğin eşissizliği de buradan kaynaklanıyor.

Marx'taki kavramlar ve krizler üzerinden, Marx'ın metinlerinin zamanla yaşadığı dönüşümleri de vurgulayan Balibar, kopuşlar ve değişimleri de okura sunuyor.

Örneğin "kesintisiz devrim" yani sınıflı toplumdan sınıfsız topluma doğrudan geçişi temsil eden kavramdan kopuşta 1848'deki başarısızlığın gelmesinin, Fransız - Alman Savaşı ardından sınıf mücadelesinin başka çıkarlarca işgal edilmeye müsait bir yapıyı da barındırdığı şeklinde bir çıkarımla sonuçlanmasının etkilerinin yaşattığı değişimlere değiniyor.

"İdeolojik bilinç" üzerine Balibar yaptığı tartışmada bunu bir evrensellik imkansızlığı rüyası olarak ele alıyor. Soyut evrensellik olarak konumlandırılan bu ideolojik bilincin de etkin evrensellik karşısında yok olacağını vurgulayarak, ideolojinin gerçek tarihsel bilince dönüştüğü anda dışsal olanın tarihsel bilinç karşısında soyutlanmış bir evrensellik olduğundan sağ kalamayacağını ifade ediyor. 

Balibar, özellikle metinde Marx'taki "özne" kavramının yeniden ele alınışı üzerinde ısrarla duruyor zira Marx'taki öznenin üzerine yüklenen görev açısından teorisindeki yeri de düşünüldüğünde neden üzerinde böyle durduğunu anlamak mümkün. Balibar, Marx'ta öznenin kökten bir değişim yaşadığını belirtiyor. Burada Marx'taki dünya inşasında nesnelliğin bir öznenin eseri olmaktan çıkarılıp toplumsal dünyanın parçası olan bir öznelliğin doğuşu biçimde ele alınışı şeklinde geçtiğini düşünürsek, örneğin Marx'ın Feuerbach'taki öznenin konumundan koparak sonrasında Hegel üzerinden yaptığı tersine çevirme sonucu öznenin yaşadığı dönüşümle beraber Balibar'ın vurguladığı kırılmayı özne üzerinden görebiliriz.

Proletarya ve sınıf kavramlarının Marx'ta çoğu zaman içgüdüsel (!?) biçimde Marx'ı okumadan nasıl ve neden yapıldığını anlamadığım halde geliştirilen tanımlamalarına karşılık, Balibar'ın Marx'ta bu kavramların aslında nasıl ele alındığına dair girdiği ilginç tartışmalar mevcut kitapta. Toplumun bütününün kesinlikle yalıtılmış bir halde bulunmadığını ve aslında özgül bir sınıf kavramını olmadığını belirten Balibar, buna ek olarak tüm sınıfların ortadan kalkışının öncülü bir sınıf olmayan kavramının da bu sınıf kavramına aslında denk düşmediğini belirtiyor mesela. 

4 Nisan 2017 Salı

China Mieville "Elçilik Kenti"

China Mieville, Elçilik Kenti'nde önce dili, sonra anlamı, aslında baştan sona okuru allak bullak ediyor. En azından beni yine o hale getirdi diyebilirim. Zira anlam üzerine düşünürken ve anlamları kaybetmekten böyle korkarken, anlam olmaktan ya da Mieville'ın Elçilik Kenti'nde değindiği üzere "dil olmaktan" bahseden bir kurgunun üzerimde başka bir etki yaratması en azından benim için mümkün değildi.

Roman hakkında yazmaya devam etmeden önce (aslında yazmaya çalışmaya devam etmeden önce demek daha doğru olur) belirtmek isterim ki bu okuduğum zor bir Mieville romanıydı ve İngilizcesi'nden başladığım romanı Yordam Kitap'ın Yordam Edebiyat'ından çıkan çeviri ile tamamladım. 

Elçilik Kenti'ni başkarakter Avice Benner Cho'dan okuyoruz aslında. Arieka'da da geçen roman, Mieville'ın bürokrasiyi, politikayı, postmodernizmi, dili, anlam ve anlamın sınırlarını kendi garip kurgusu içinde benzersiz biçimde sunduğu bir roman halinde karşımıza çıkıyor. Öyle bir çıkıyor ki, anlamak için çaba harcadığınız bir kurguyu anlamaya başladıkça önce Derrida aklınıza gelmeye başlıyor, sonra Bas-Lag serisi'ndeki farklı "tür"leri anımsıyorsunuz ancak burada türler arasındaki ayrışmanın biçimsel olduğu kadar dil ile de bağlantılı olduğunu görüyorsunuz. Nasıl mı? Arieka'da farklı türlerin bir arada yaşamasının politik sınırları ve bağlayıcılıkları, antlaşmaları olduğu kadar bunun dil üzerinden daha doğrusu iletişimin farklı bir yönü üzerinden de ilerlediğini görüyorsunuz. Kitabı anlatmak o kadar zor geliyor ki şu an, Habermas fırlayıp müdahale etse ve iletişimsel eylemi Mieville kurgusu üzerinden anlatmaya kalksa hepimiz sürecin sonunda ya boş gözlerle tavana bakarız ya da aydınlanma yaşayıp "hmmm"larız gibi geliyor. 

Mekan kurgusunda da "garip kurgu"sunu konuşturan Mieville, kurguladığı şehirleri canlı bir hale sokuyor. Organik bir formdaki yapılar haline gelmiş yaşam alanlarından bahsediyoruz mesela Elçilik Kenti'nde. Öte yandan merkez - çevre arasındaki iletişimin de organik bağlar üzerinden kır - kent ayrımını kapsayacak şekilde kurgu içinde var olduğunu hala görmek mümkün. Örneğin farklı bölümlerde okurun denk gelebileceği üzere şehir merkezinin çevreye olan bağlılığının günümüz şehrinin çevrenin - mesela - tarım yapılan çevre ile olan ilişkisini kalıp olarak Mieville da kullanmış. Fakat müdahalesinin kurguyla bütünleştirdiği yer buradaki akışın organik bir mekanla bütünleşmiş olan organik kanallar aracılığıyla olması. Bir başka ilginç örnek de kapitalizmin birçok göstergesinin can çekişmekte olan ekonomilerde kendisini hala nasıl can çekişir halde göstermeye çalışıyor oluşuyla ilgili küçük küçük birçok örneğin Elçilik Kenti'nde karşımıza çıkması. 

Çok dağılıyor ve dağılmadan yazmam mümkün değil galiba.

Postmodernizmin yarattığı anlam krizi içinde anlam üzerindeki denetimin siyasi boyutu üzerinden giden politik hamlelerin kurgudaki ağırlığını hatta kurgunun iskeleti oluşunu görmemek mümkün değil. Yani ben böyle okudum. Madem Mieville anlamın böylesi bir hareketliliğinden bahsediyor, o zaman böyle devam edelim. Anlam üzerindeki denetimle sömürge oluşturma, denetleme, idare etme ya da istila etme gibi tüm hareketler kurgu içinde mevcut. Yazarın bunları dil üzerinden geliştirdiği ilginç bir sistemle okura sunması da bence Mieville'a yine hayran bırakan bir nokta olmuş. Anlam kontrolü ile kitleler üzerindeki denetimin sınırsızlığı, Mieville'ı postmodernist yapıyor mu yoksa romanı devasa bir postmodernizm eleştirisine mi götürüyor, bu da soru işareti olarak burada kalsın yoksa ben yazıyı uzatıp ne anlattığımı da unutup başka yerlere giderim.

China Mieville yaşayan en büyük yazarlardan biridir benim için. Hala okumayan, yazarla hala tanışmamış olan varsa lütfen gidip tanışsın ancak benim tavsiyem ilk okuyacağı kitabı Elçilik Kenti olmasın. Başka bir romanından başlasın. Bunu sonlara saklayıp. Bu kasırgayı sonlara saklayın.