25 Aralık 2018 Salı

Ne Okudum: 2018 Özet


Goodreads'te yıllık okuma hedefini sanırım yıllardır 52 kitapla sınırlıyorum. Bu yıl da hedefi tamamlayabildim.

2018'in ikinci yarısı tezin tamamlanması, peşinden savunma, peşinden doktora başvurusu derken nihayetinde yazın bir kısmı da bu panikle geçti, pek okuyacak fırsatım olmadı.

Açıkçası bir süre herhangi bir şeye odaklanamadım bile.

Sürekli yolda olduğum bir dönemi de eklersek.

Sonrasında da koşturmaca ardından güzel kısım; bu sefer de doktora derslerine yoğunlaşınca dönem ne ara başladı, ne ara şu sıralar sonuna yaklaşıyoruz fark etmedim bile ancak, cidden, şu goodreads hedefini tamamlamak için çaba gösterdiğimi söyleyebilirim nedense inat mı heves mi çözemedim ama o yıllık hedef bir şekilde zorunlu okumalar dışında da bir şeyler okumama vesile oluyor bence. Çoğu zaman okul için okuduklarımı da ekliyorum zaten.

Öyle böyle derken, tablo bu. Bence fena değil; sadece yazma, yazma ve düzeltme, panik ve panik ile geçen dönemlerde, hiçbir şey okuyamadığım haftaları da düşünürsek.

Bu da böyle bir blog yazısı olsun. 2018 özeti yazısı.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Maj Sjöwall & Per Wahlöö "The Man on the Balcony"

Soğuk diyar polisiyesi keşif, tanıtım ve kısa yazılarla inatla Mankell ile kıyaslamıyor gibi görünüp içten içe "asla hiçbiri Mankell olamaz zaten, hıh" anlayışının her bir satırına sindiği Kareler ve Sayfalar özel turu devam ediyor.

Bu sefer çok popüler bir serinin ortalarından olmasa da, üçüncü kitabıyla devam ediyorum. Ediyoruz. Ediyoruz dememin bir manası yok çünkü okunmuyorum. Üzücü. Neyse. Seri diyorduk. Maj Sjöwall ve Per Wahlöö iki İsveçli yazar (üşendiğim için goodreads linki ile sizleri Maj Sjöwall ve Per Wahlöö hakkında daha fazla bilgiye yönlendireyim). İkiliyi popüler yapan ise Martin Beck'li polisiye serileri. Dedektif Beck'in on kitaplık serisi, aynı zamanda Beck adlı televizyon dizisine de uyarlanmış, diziyi izlemedim ama merak eden için buyurun link

The Man On The Balcony, dediğim gibi serideki üçüncü kitap. Beck ve arkadaşları Stockholm'de çocukları katleden bir sapık katilin peşinden koşuyor. Bazen ufak bir dikkatsizlik, önemsenmeyen bir bilginin de ne kadar hayati bir değeri olduğunu da kitabın adına taşımış yazarlar. 

Romanda katilin profili, olayın kurgusu, polisiye için farklı, özel, yenilikçi, unutulmaz bir yöne sahip değil. Hatta oldukça klişe bile gelebilir. Katilin karakterini herhangi bir şekilde değişik göstermek için birkaç özellik eklemek zaten yine beklenmedik ya da çarpıcı bir nitelik taşımıyor. Bu yüzden, polisiye bir kurgu olarak çarpıcı bir eser değil, ancak daha önce de yazmıştım, aslında sürekli yazıyorum, neden okuduğunuz ve ne beklediğinizle ilgili olarak sonucu yorumlamak lazım. Bu noktada, yine, "okunur ya niye okunmasın, kendisini okutuyor işte" bir roman diyeceğim The Man On The Balcony için de. 

Karakterlerle de yeni tanışmış olduğum için bir iki bir şey söyleyeyim; cidden şu dünya bir Kurt Wallander daha göremeyecek ya ne kadar dövünsek azdır, yerlere yatıp ağlasak azdır. Yok, hiçbir karakterle böyle bir yakınlık kurulamıyor - polisiye için söylüyorum, bir alt kategoriye daha inelim dar çerçevelerden çıkmayan polisiye okuma alışkanlığım yüzünden - soğuk diyar polisiyelerinde. O yüzden, karakterleri de uzaktan tanımak için fırsat var; uzaktan dediğim etraflarında geziyorsunuz, duyuyor, dinliyor, özel hayatlarından karelere tanık oluyorsunuz, bir noktada belki seriye sinmiş ruhsal durumu bile yakalayabilirsiniz her biri için ama bunlar benim için, okur olarak hep bir yere kadardı. Wallander öyle miydi ya...

Ben Kurt Wallander'ı gerçek insan sanıyorum biliyorsunuz.... 

Evet neyse, bir şeye daha değineyim, bitireyim. Kitapta çok güzel bazı yerler var; tamamı toplumsal analizler. Yazarların, kendi dönemleri içinde İsveç toplumunun sorunlarına gerçekten makro da mikro da yer vermek için çaba gösterdiklerini ve bunu hikayeye hiç sırıtmadan ekleyebildiklerini düşünüyorum. Örneğin, mekansal ayrışmayı, sosyal sınıflar bağlamında değerlendirirken işin içine ahlak gibi bir konuyu da dahil edip, bunu uzun uzadıya tartışmadan, meselelerini gidişat içinde bir iki cümleyle tertemiz anlatmışlar. 

".... aslında çalışma istek ve gücü dolu olan ve genel olarak temiz, düzenli sayılabilecek belirli bir grup insan da başarıya ulaşamamış bir toplum planlaması yüzünden, başını sokacak bir konut bulamamış ve sokakta kalmıştır."

Bu da kitaptan bir alıntı. Öyle bitireyim.

20 Aralık 2018 Perşembe

Hakan Östlundh "Engerek"

Bir önceki polisiye roman Danimarka'dandı; şimdi de köprüyü geçelim, İsveç'e gidelim.

Hakan Östlundh'un yedi kitaplık dedektif Fredrik Broman serisinin dördüncü kitabı Engerek. İlk kez okuduğum bir yazar. Evet seriye ortalardan giriş yapmış oldum ama denk geldi ve okudum, çok plansız bir okumaydı. Pişman olmadım. 

Engerek'de, Japonya'da üç yıl yaşayıp İsveç'e geri dönen bir danışmanın, dönüşüyle aynı hafta ailesinin etrafını saran felaket ve kendisinin de kayıplara karışmasını okuyoruz. Garip, kasvetli bir aile, ailenin garip ve kasvetli oluşuna okumaya devam ettikçe, karakterlerin anılarına tanık oldukça bir sebep bulmaya başlıyoruz. 

Cinayetin ardından, katilin kim olduğu sorusu kadar neden olduğu sorusunun da etrafında dönen Broman ve arkadaşlarının bir yandan roman boyunca tarihiyle paylaşılan sayfalardan gördüğümüz kadarıyla sondan başa doğru, hikayenin tarihiyle zıt biçimde ilerleyen biçimde Broman'ın sağlığına kavuşmasına beklediğini görüyoruz. Kitabın başında, Broman hastaneye getirilen ağır yaralı bir dedektif; sonlara doğru Broman'ın neden ilk sayfalarda hastaneye götürülen o adam olduğunu öğrenmeye doğru da gidiyoruz. 

Oldukça kasvetli karakterler. Bir cinayetin ardından, hatta birden çok ölüm ardından elbette coşku ve neşe beklenmez ancak bahsettiğim o değil; karakterler üzerindeki bitkinlik, bezginlik, soğuk ve kimsesizlik öyle sarıyor ki. Bir de, asıl üzerinde durulan karakterler cinayete kurban gidenlerin yakınları, onlara daha çok yakınlaşıyor, onları daha çok görüyor ve duyuyorsunuz sanki. Yazar daha çok aktarmaya çalışmış sanki. 

Kurgunun birden çok bilinmezi var; birinin bilgisi diğerinin çözümüne ışık tutmaya yarıyor. Tüm bunların yanında, okuyanlar ne der ya da okuduğunda şu an okumamış olanlar ne der bilmiyorum ama baştan beri katilin kim olduğu bana çok açık geldi. Tek bir ihtimal vardı zaten; o ihtimalin ne olduğu da basit bir soruya verilecek tek cevapla bulunabiliyordu ama nedense yazar, dedektiflerini dedektif gibi kullanamıyor gibi de hissettim. Belki o yüzden diğer karakterleri daha çok görüyor ya da duyuyor, tanıyor hissi oluşmuştur. Bazı soruları sormuyor, sormayı bilemiyor, akıl edemiyor gibi duran dedektifler gibi hissettim çoğu zaman. Bunları tam olarak böyle ifade edebilirim özür dilerim odun odun yazdıysam. 

Tüm bunlar ne Engerek'i kötü bir roman yapıyor ne de okuduğuma pişman oldum diyorum; zaten başta da aksini belirttim; okuduğuma pişman olmadım; okuduğum da iyi oldu. 

Bir insanın kaç kişinin hayatını kaç farklı yolla cehenneme çevirebileceğine dair karanlık bir roman Engerek.

Sara Blaedel "Ölüm Ormanı"

Serinin ilk kitabından değil de nasıl ve neden yedinci kitabından başladığıma dair bilgiyi, bir önceki blog yazısında ve Ölüm Ormanı'ndan önce gelen Louise Rick romanı olan Blaedel kitabı hakkındaki yazıda belirttim (bahsettiğim yazı için; Unutulmuş Kızlar). 

Blaedel'in Ölüm Ormanı, Louise Rick serisinin sekizinci romanı. Bu romanda, seride anladığım kadarıyla baştan beri Louise'in hayatında bir yük olan geçmişe dair bir "durum", sonradan görüldüğü üzere esrar perdesiyle (aynen böyle) örülü yönünü belli ederek, devamında yeni bir süreç başlatıyor. Bu, hikayede Louise'in payına düşen. Öte yandan, roman ve seri, belirli bir coğrafi bölgede kurgulandığı için aslında çakışan karakterler ve hikayeler de söz konusu. Bu yüzden, Ölüm Ormanı'nındaki gizemi yaratan olayın parçası olan her karakter, olayın mekanı ve olayın kendisi de bir yerden sonra aslında Louise ve çevresinin geçmişiyle ve şimdiyle birçok kesişim içeriyor. Olaya gelince; bir tarikatın yeni üyeleri için yaptığı ritüel sırasında yaşananların ardından ıssız bir ormanda bir çocuk kayboluyor. Davaya da Louise Rick bakıyor, Özel Arama Birimi'nin başındaki başkarakter yani. 

Henüz üç romanını okuduğum bir yazar Blaedel; hepsi de aynı seriden üç roman olduğu için şöyle söyleyebilirim ki her bir romanda karakterlerin peşlerinden getirdikleri hikayelere dair de kurgunun içinde bir yol var ve o yol da aynı biçimde çıkmazlarla, ipuçlarıyla, engellerle, nihayetinde çözüme doğru yaklaşan adımlarla dolu. Bu iç içe geçmişlik ve devam etmekte olan hikayenin farklı romanlarda hem sırıtmadan hem de hikayeye yedirilerek kendini okutması, akışı daha sürükleyici yapıyor bence. Polisiye okurken beklentiniz nedir bilmiyorum ama, (yazardan yazara göre değişiyor gerçi bende beklenti) Bleadel'i okurken saçmalamamış polisiye okuma şansınız var, o yüzden hem sıkılmadan hem de ilginizi kaybetmeden okuyacağınız bir yazar. Ölüm Ormanı da yine tavsiye edebilceğim bir eser o yüzden. 

15 Aralık 2018 Cumartesi

Sara Blaedel "Unutulmuş Kızlar"

Şu kısa paragrafı yazmadan hiçbir polisiye kitabı hakkında tek kelime etmiyorum, bu rutini bu yazıda da bozmam; "soğuk diyarların polisiyesi" haricinde polisiye okumayı sevmiyorum, gereksiz bir ayrım, ama tercih. Bunun sebebi de rahmetli Henning Mankell'in en sevdiğim "soğuk diyar polisiyesi" yazarı olması, Wallander'ın dünyanın en iyi polisiye serilerinden ikincisi olması (birincisi elbette, bilmem burada yazmaya tekrar gerek var mı, ama yazalım: Gelmiş geçmiş en iyi polisiye yazarı, en sevdiğim yazarların başında gelen sayın Agatha Christie hanımefendinin Hercule Poirot serisi. Miss Marple fanları üzülmesin, 1,5. sırada da o var. Ama 2. sıra kesinlikle Wallander. Neyse çırpınıyorum, devam edelim). 

Wallander.... Tıpkı Mankell gibi sen de gittin be... 

Bu yüzden, Mankell'in ölümü ardından yeni favori yazarım olamayacağı, zaten yazar hayattayken her kitabını bilmem kaç kez okuduğum için hayatımın geri kalanında bunun ne kadar beni idare edebileceği ve bunun ne kadar işlevsel olduğu sorununa karşılık, en azından keşif turu diye başladığım yeni soğuk diyarlar polisiye serileri keşfinde Sara Blaedel ve Louise Rick serisine de denk geldim. Hem sadece serinin ilk kitabını okuyacak, sonrasında başka bir yazar ve serinin ilk kitabına geçecek olmama rağmen, yani gidişat planım böyleydi, birkaç yazarı daha böyle paylaştım hatta blog'da, Blaedel'de böyle olmadı; ilk kitap ve diğerlerini edinmeme rağmen serinin 7,8 ve 9. kitaplarını peşpeşe okudum. Basılı olarak indirimde görünce aldım çünkü.

Sara Blaedel'den bu yılki Iceland Noir sayesinde haberdar oldum, öncesinde cidden duymamış ve haliyle okumamıştım. Hatta aynı dönem, yani geçtiğimiz haftalarda, Louise Rick serisinin devam kitabı değil ancak devam hikayesi olabilecek "The Woman In The Hotel" de yayınlandı. Sekizinci ve dokuzuncu kitaplar arasında da bir hikaye kitabı var diye biliyorum, onu henüz okumadım, bu ara okursam onu da eklerim. En azından 7-8-9 arasında blog'da bir sıra olur belki.

Lousie Rick serisinde böylece kısa öykülerin kitapları haricinde toplam dokuz kitap olduğunu da belirtmiş oldum.

Geçelim Unutulmuş Kızlar'a.

Louise Rick, özel araştırma biriminde, suç ihtimali olan kayıpları araştırmakta. Tabi serideki önceki kitapları okumamış olduğunuz her kitapta yüzünüze vuruluyor, hatta en azından 9-8-7 diye okumamışım ona seviniyorum. Birçok sürpriz bozulabiliyor, her kitap ayrı bir olaya odaklansa da Louise Rick'in ya da kitaptaki diğer karakterlerin hayatlarında devam eden olayların akışları seri boyunca devam ettiği, gizli kalmış noktalar her bir kitapta bir sonraki kitapta ya da kitaplarda aydınlatılmak üzere beklediği için sırayla okumamak hata. Unutulmuş Kızlar'da da öncelikle geçmişinin gölgesinde, başarılı bir polis olan Louise Rick var.

Unutulmuş Kızlar, ormanda bulunan kimliği belirsiz bir kadın cesedinin yıllar öncesine uzanan olayları nasıl domino taşlarının düşmesine benzer biçimde yeniden hareket ettirmeye başladığını gösteriyor. Ormanda bulunan kadının kimliği tespit edilince, kadının kardeşiyle birlikte, aynı gün otuz yıl önce ölmüş olarak kayıtlara geçtiği ortaya çıkıyor. Ölüm yerlerinin emanet edildikleri ya da terk edildikleri bir bakımevi olması, iki kardeşin özel durumu, artık kapatılmış bir kurumun geçmişini araştırmayı daha da zorlaştırıyor. 

Geçmiş kazdıkça ortaya çıkarken, bir yandan bir çevrenin nasıl suçla iç içe geçip sus pus kaldığını, öte yandan kurumlara güvenin sorgulandığını, birden çok ailenin dramını, pişmanlıkla dolu yılları, insanları, ve kurgu itibariyle ölümü okuyoruz. Zincirleme suçların tek tek açığa çıkarılmasını adım adım okuyoruz, eş zamanlı olarak Louise Rick'in de geçmişindeki bir sır perdesinin etrafında döndüğümüz hissediliyor ancak; o yüzden okurun ilgisi de sürekli metinde kalmış, tam bir gün içinde çay kahve içerken okumalık polisiye. Dağıtmadan, bozmadan, uzatmadan yazmış Blaedel.

Sürükleyici bulduğum bir hikayeydi, genel olarak karakteri de, yani Louise Rick'i de insan olarak tanımaya imkan veriyor yazar, insani yönü de sürekli göz önünde. Bazen bana fazla gelir, vıcık vıcık gelir sürekli duygusal eklemeler, sürekli akıştan kopmalar. Burada öyle bir uçurum yok, çok dozunda bence.

Odun polisiye seviyoruz... Şaka bir yana, polisiye sevenler için öneridir. Ama ilk kitaptan başlayın, seriyi katletmeyelim. Ben ettim siz etmeyin.

11 Aralık 2018 Salı

Ann Radcliffe "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"

Yüzyıllar sonra blog'a yazı ekliyorum ve hakkında yazdığım ilk yazı, bu sürecin sonunda, 1700'lerden. Ben de en son 1700'lerin sonunda blog'u güncelledim, bilmem fark eden oldu mu? Gelir gelmez dışlanmış ve sevilmeyen bir blog olduğumu da hatırlatmayı ihmal etmedim. Yabancılık çekmeyin okurken..... okuyan varsa.... belki.... umarım.... 

1764 doğumlu yazar Ann Radcliffe'in Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi adlı romanı, gotik roman türüne dahil edilen bir roman. Yazıldığı dönemdeki türünün diğer örnekleriyle birçok ortak noktasını bulabileceğiniz olay akışına sahip; buna olumsuz bir anlam yüklemeyin. Burada çıtayı bir yere çekmiş ve ona göre bir değerlendirme yapıyor değilim hatta şu an yorgunluktan ölüyorum ve birkaç hafta önce okumuş olduğum bu kitabın yazısını inatla yazmaya çalışıyorum. O yüzden özür dilerim. Zaten sevmeyerek okuyorsunuz beni. Konu yine dağıldı.

Sicilya'da bir Aşk Hikayesi'nde, beklenen kaos ve gerilim ne zaman yaşanacak diye düşünürken sayfalar hızla geçiyor; zaten ortada bir müphemlik var. Bunun üzerine üst üste binmeye başlayan diğer unsurlar; büyük ve karanlık bir şatonun gizemi; aydınlatılamayan bu gizemin üzerine yaşanan bir dram; bunlara eklenen bir macera. Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi, geçmişin gölgesinin sindiği bir gotik roman olarak, ki birazdan birkaç benzerini de anacağım üzere, aklınıza gelecek o ilk gotik romanların çoğundaki korkunun hakimiyetinden daha baskın biçimde bir kaçışın gerilimini yaşatıyor. Bu yüzden, okurken kafamda üçe bölündü akış.

Karakterlere de kısaca değineyim; isimlerine değil, zaten olayı da anlatmıyorum. Yazıyı yazma sebebim ben beğendiğim kitabı, siz de okumadıysanız okuyun demek zaten. Karakterler diyordum; her bir karakteri çok beğendim. Kibrin ölümcüllüğü, yeri geldiğinde bir toprak sahibi üzerinden yeri geldiğinde ölümcül dereceye varmasa da bir din adamı üzerinden, bazen hırslarına yenik düşen bir kadın üzerinden yansıtılmış. Öte yandan kadın karakterlerde asla boyun eğmeci ve kaderci bir tutum yoktu bence; inancın pasifleştirici bir etkisinin yapıştırıldığı karakterler olur ya; burada Radcliffe hanımefendi aksini koymuş; kadın karakterler çok güçlü. Asla pes etmeyen, yılmayan ve gözü kara kadınlar. Dönemi düşünürseniz; yazıldığı dönem ve kurgu içinde karakterleri içine atmaktan sakınmadığı durumlar, kendisi hakkında da bir fikir veriyordur belki. Ağırlıklı olarak da bir dayanışma hali kadınlar arasında, kadınların yardımlaşmasına da değinelim. Romanda, bir bölümde din kurumu - toprak sahipliği üzerinden yansıtılan otorite çekişmesi/şovu, iki tarafın da meselesinin nasıl sadece kendi otorite konumları üzerinden bir mücadeleye giriştiğini, buna karşılık, bahsettiğim bölümde asıl sorun olan karakterin mevcut durumunun akıbetinin nasıl geri plana itildiğini gösteriyordu. Vurgulamak istedim. Elbette kadınlar iyidir erkekler kötüdür değil, kardeşlik bağı, dostluk bağı gibi anlamlarla yazar kadın ve erkek arasındaki saygı ve sevginin bu kurumlar savaşının yanında nasıl bir dayanışmayı ortaya çıkardığı çok kez örnekliyor. 

Evet.

Wilkie Collins'in Woman In White'ı, elbette en sevdiğim romanlardan biri olan Emily Brönte'nin Wuthering Heights'ı, Horace Walpole'dan The Castle Of Otranto (buna lisedeyken şarkı yapmıştım, şarkının adını kitaptan çaldığım yetmiyormuş gibi şarkının bir bölümünü de Impaled Nazarene'den çalmıştım. Şarkı gotik değil, leş iğrenç mağara dönemi black metaliydi. Çocuklarınızı sevdiklerinizi black metaldan koruyun) okurken ilk aklıma gelenlerdi. 

Bu romanları seviyorsanız, bu romanı da seversiniz. Her şey her zaman iyi gitmez ama her şey her zaman da kötü gitmez. 

7 Ekim 2018 Pazar

Yrsa Sigurdardottir "Last Rituals"

Henning Mankell öldüğü için, sonrasında tek sevdiğim soğuk diyar polisiye yazarı Jo Nesbo da döne döne okuyabileceğim kadar sık yazmadığı için yeni "soğuk diyar polisiyesi" arayışına girmiştim. Beklentimi çok yüksek tutmadan, yani çıtayı asla Mankell ve Wallander serilerine yaklaştırmadan çıktığım bu yolda listelediğim serilerin ilk romanlarından yavaş yavaş ilerliyorum bakalım. En çok hangisini seversem onun tamamını okumaya karar veririm, yani serideki tüm kitapları. Ha yok beğenmesem de nasılsa bir şekilde yolum kesişir herhalde bazen sadece polisiye okumak istiyorum o da illa soğuk diyar polisiyesi olmalı... Ayrımcı... Pis bir bakış... Hoş değil... Zaten bazıları cidden kötü oluyor ama kötülerken kendimi kaybetmemek için çok yazmıyorum. Bu arada Sayın Mankell ve Sayın Nesbo haricinde okuyup beğendiğim ve beğenmediğim "soğuk diyar polisiyesi" yazarlar ve serilerine dair bu kitabın yazısı haricinde bir yazı da yazayım hatta, kaç yıldır okuyorum enlem boylam ayrımcısı biçimde - hepsini buraya sıkıştırdım, özür dilerim. Sonra neden okunmuyorum diye homurdanıyorum. (Bu paragrafı olduğu gibi alıp o yazıya koyarım.....) 

Yeter.

Last Rituals ve Yrsa Sigurdardottir'den bahsedeyim. Soyadını sürekli yazmak isterim yazı boyunca. 

Last Rituals, Sigurdardottir'in Thora Gudmunsdottir serisinin ilk kitabı. Her yazışımda yazarın adında ve karakterin adında bir sessiz harfi unutmam gibi bir sorunu yaşatan bir dile sahip olan güzel İzlanda'nın soğuk havasında, avukat Thora'nın dahil olduğu altı kitaptan oluşan bir serinin kahramanı Thora da (goodreads'ten baktım bu bilgiye). Last Rituals'daki hikaye ne derseniz, şu: Almanya'dan Reykjavik'e gelen tarih öğrencisi Harald ölü bulunuyor. Harald'ın ölü bulunduğundaki durumu, tarihin ilgilendiği dönemi ve akademik ilgi alanları da birleşince ortaya biraz klişe de olsa kitabın adını koyuyor: Harald cadı avları, kara büyü konularına özel olarak ilgi gösteren, İzlanda'nın belli bir döneminde gerçekleşmiş bir olayı aydınlatmaya çalışan, eşsiz bir tarihi belgenin peşinde olan bir genç.

Thora da (avukat bu arada) Harald'ın ailesi adına Almanya'dan olayları takibe gelen ve yanlışlıkla suçlandığı düşünülen gencin yerine gerçek katilin bulunması için Matthew ile beraber gerçek katili bulmaya çalışıyor.

Başkahraman Thora olmak üzere karakterlerin hiçbirinin ne çarpıcı bir yönü, ne okuru yakalayan bir yönü var açıkçası. Bunu anlatmaya çalışıyorum mesela, Mankell başta olmak üzere yere göğe koyamadığım saplantılı gibi sevdiğim yazarlarda karakterler arkadaşınıza dönüşüyor okurken ya da biri siz oluyorsunuz. İlla bu böyle olmak zorunda mı, değil. Ben olmak ya da arkadaşım olmak zorunda değil, ama bunlar "şurada bir yerde olurken tanık olduğum" bir hikayedeydi. Dahil olamadım. Philip K. Dick romanlarına bile dahil oluyorum mesela, öyle... İyice dağıldı, ne diyordum. Neyse, her şeyi kötülüyor gibi görünmek için yazmıyorum bu arada, olayın peşindeyiz aktaranlarla işimiz yok Last Rituals'da. 

Harald'ın arkadaş grubu da okurken Donna Tart'ın The Secret History'sindeki tipleri aklıma getirdi, zaten nedense ilk başlarda o kitap aklıma geldi ama Last Rituals kesinlikle karmaşık olmayan kurgusu olan bir kitap. Övmek ya da yermek için söylemedim, Tart'ın kitabından sonra bunu yazasım geldi nedense.

Öte yandan, sıkıldım okuyacak bir şey arıyorum çabuk bitsin, sıkmasın, her şey hemen olsun, gereksiz detay eklenmesin, uzayacak karakter anıları olmasın diyorsanız onların hiçbiri de yok, o da güzel. 

Bundan sonra serideki ikinci kitabı okumayacağım, başka bir serinin ilk kitabı olacak sırada. Ama sonra neden olmasın, okunur ikincisi de üçüncüsü de.

Hiçbir şey bir Wallander serisinin herhangi bir kitabı değil ya, cidden... İlla bunları yazmam gerekiyor özür dilerim. 

9 Eylül 2018 Pazar

Sophie Hannah "The Monogram Murders"

Sophie Hannah'nın Agatha Christie'nin Hercule Poirot serilerine yazdığı eklemelerden Closed Casket'i geçen yaz okumuştum, bu serideki aslında ilk kitap olan The Monogram Muders da bu yaza kalmış oldu. (Üçüncü kitap da "The Mystery of Thre Quarters"). 

Closed Casket'i daha çok beğenmiş oldum bu durumda, öncelikle onu söylemek istiyorum. The Monogram Murders, Poirot'yu anlamama romanı olmuş aslında. Kurgu, bir süre sonra fazla "gri hücre şovu olsun finalde" diye aslında bir türlü çözüme ulaşmayan, oysa çoktan çözüme ulaşmış ancak düzenlice anlatılmamış bir "katil kim" hikayesinin sonucunu, okuru dolandırıp yorarak sonuca götürmeme sürecine dönüşüyor. Bana çok garip geldi; Closed Casket serideki ikinci roman olarak aslında dolandırmış, uzatmış ve Christi'nin göndermelerinin aşırıya kaçmış halleriyle okuru yer yer sıkmış bir Christie romanı denemesi olarak görünmüştü bana, ancak bu kitap onun yanında cidden kötü bir çaba gibi göründü. 

Benim kötü dediğim, bunu bir Christie ve bir Poirot romanı olarak ekleme yapmak aslında. Belki yazar, zaten polisiye yazarı olduğu için bunu kendisi için başka bir roman olarak kullanabilirmiş, elindeki konu kötü ya da kafasındaki fikir berbat değil. Kurgu da korkunç değil. Ha ben bu romanın Agatha Christie ile ilgisi olmasa cidden sonuna kadar okur muydum? Evet okurdum çünkü o kadar sündü, yazar o kadar lafı uzattı ve sıktı ki acaba sonunda gerçekten beklediğimin aksine bir sürpriz, klişenin ötesinde, verdiği ipuçlarının, hatta neredeyse yarısından sonra görünen olanın aksine bir sonuç mu var diye. Yooooooo. Yokmuş.

Bir otelde, kurban edilmiş gibi görünen üç kişinin, geçmişinden gelen ve onları o odada ölüme götüren gerçeğin peşine düşüyor hikaye. Burada, Hastings'in kötü bir versiyonu da okuru hazırlamak gereken diğer bir gerçek... Yine fazla mı kötüledim? Ama kötülemiyorum sadece kötü versiyonu olduğu şey Hastings dedim. Yoksa kendisi kötü değil.

Geçmişin yükü, intikam, yalanlar, dolanlar, iç içe geçmiş yalanlar, artık sonu asla gelmeyecekmiş gibi duran yalanlar.

Küçük bir kasabanın sakladığı bir sırrın, bir oteldeki üç ölüme bağlanması.

Konusunu yazmayacağım, o kadarı arama motorlarına ve size kalsın.

Ben Poriot ve Christie'yle bu kitap aslında ne kadar alakasız, onu ifade etmek için yazdım. Üçüncü kitabı da okurum herhalde.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Alexandre Kojeve "Hegel Felsefesine Giriş"

Çok sık referans verilen kitaplardan; 1902 Moskova doğumlu, Fransız asıllı filozof Alexandre Kojeve'nin Hegel Felsefesi'ne Giriş'i.

Daha önce blog'da Hegel ve Marx üzerine başka bir yazıda sıklıkla bahsi geçmişti bu kitabın, ben de yazısını ekleyeceğimi söylemiştim. Ancak aradan aylar geçti. Yıl da olabilir. Sonuçta kitabı tekrar okuyup bu yazıyı yazmaya başlayabildim. 

Oradan oraya atlamamak için çaba göstereceğim.

Şimdi nereden başlasam derken, ben yine yöntemden başlamayı uygun buldum. Kojeve, Hegel felsefesine giriş olan bu eserde, vurguyu nereye yapıyor derseniz, açıklamalarda da belirtildiği gibi tez-anti tez-sentez yerine olumsuzlama yönteminin Hegel'deki yeri diyebilirim ilk olarak. Bu olumsuzlama nedir, diyalektiğinin içinde ve Hegel'in tarih anlayışında bu olumsuzlamanın yeri nedir çok kısa değineyim.

Hegel, akıllara efendi - köle diyalektiğini getiriyordur. Bu efendi - köle ilişkisi Hegel'de, insan varlığı ile başlayan bir ilişki. Bu ilişki biçimi, insan için sadece iki seçenekten biri olduğunu da gösteriyor; yani insan ya efendidir ya da köle. İnsanın yeryüzündeki varlığında bu ilişki biçimin ortaya çıkması içinse, doğal olarak en az iki kişi gerekiyor; yani bir efendi ve bir köle. Karşımıza çıkan ilişkinin varlığı ve insanı toplumsal bir alan yerleşmesi aynı zamanda gösteriyor ki Hegel'in insanı, efendi ve kölenin varlığıyla ortaya çıkan toplumsal ilişkiler içindeki insanlardır, toplumsal varlıklardır. İnsanlın varlığıyla başlayan ve bu ilişkiyle ilerleyerek efendi ve kölenin etkileşimi olan tarih (burada kölenin emeğinin, doğayı dönüştürme gücü olan bir emek olması sebebiyle, bu tarihin içine insan ve doğa arasındaki ilişkinin tarihini de ekliyor), Hegel'in tarih anlayışına göre sonsuza doğru uzanmıyor. Tam da burada, olumsuzlama karşımıza çıkıyor.

Efendi ve köle arasındaki ilişki sonlandığında tarihin sona ermesi, Hegel'deki diyalektik ilişkinin sentez aşaması. Hegel, Napolyon Savaşları'nda bu ilişki biçiminin sonlandığını söylüyor; doğa ve insan arasındaki etkileşimin tarihi bu diyalektik ilişkinin tarihi olduğundan, son aşamada tarih ya tamamlanıyor ya da sonlanıyor. Böylece ilişki biçimi, köle ve efendi olarak var olan ilişki biçimi, başlattığı tarih ortadan kalkıyor. 

Kölenin çalışmasını, ilk mücadele olarak değerlendiren Hegel'in, Efendi'deki değişikliğin ilk sebebi olarak bu çalışmanın yarattığı dönüşüm olduğunu belirtiyor Kojeve. Çünkü; kölenin emeği, doğayı dönüşüme uğratmakta olan bir üretim sürecidir. Çalışma ile gelen üretim, akabinde değişimi, ilerlemeyi ve tarihsel evrimi getirmektedir. Kölenin tarihsel ilerlemedeki ilk adımı hatta yegane gücü taşıyor olması, efendi ile arasındaki ilişki biçiminde tarihi başlatan ve sonlandıran büyük (ne denir şimdi bilemedim) hamleyi Hegel'de köleye vermektedir. Köle, efendinin efendi oluşunu idrak ettiren olduğu kadar, efendinin efendiliğini yansıtan olduğu kadar, tarihi başlatan ve tarihin sonunda doğayı köle emeğinden mahrum bırakarak, efendisi ve doğa ile olan etkileşiminden çekildiği için tarihi sonlandırandır.

Kojeve, Hegel'de özgürlük ve olumsuzlama konusuna da değiniyor. Hegel'de olumsuzluğun kilit bir rolü var; bu kölenin kendisini olumsuzlamasının aslında devrimci/dönüştürücü rolü bir tarafa, diğer taraftan Kojeve olumsuzlamayı insanın parçası olduğu doğanın ölümcül bir yanı olarak değerlendiren Hegel'de insan ölümlülüğünün bir olumsuzlanma olarak değerlendirilmesinin insanın özgürlüğünün şartı olarak görüldüğünün altını çiziyor. Yani, doğada ancak varlığını olumsuzlayabilen bir şey özgür olabilir. İnsan özgürlüğü ölümlü oluşundan gelir, gibi.

Buradan, özgürlük konusu ve özgürlük talebine geçmek istiyorum asıl, o yüzden özgürlük bahsi aklıma geldi. 

Hegel'e göre yalnızca "özgürlük için özgürlük" istemek gibi talep söz konusu olamaz. Çünkü özgürlük, saf olarak istenmesi ve gerçekleştirilmesi, elde edilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Hegel, özgürlüğü olumsuzlanma sonucu elde edilebilecek bir şey olarak değerlendirmekte. Bu durumda, Hegel'e göre, özgürlüğün varlığı ve özgürlüğün yaygınlaşması isteği için "hoşgörülü" ve "özgürlük taleplerine sıcak bakan" bir devlette böyle bir talebin karşılık bulamayacaktır. Bu olumsuzlama olmayan özgürlük, yani "mutlak özgürlük" talebi, kendisiyle çelişmekte diyor Kojeve de. Olumsuzlama olmadan özgürlük gerçekleşmiyor; olumsuzlama özgürlüğü var eden, devrimci bir olumsuzlama diye düşünelim mesela. Şimdi, diyalektiği yerine olumsuzlaması üzerinden değerlendirmesini de anlamak daha çok oturmuştur diye düşünüyorum. Devam edelim. Burada, Kojeve'nin vurgusu, Hegel'in devlet anlayışını da aktarması açısından önemli, özgürlüğün ancak tarih biçiminde var olabileceğini belirtiyor Hegel'de; yani mutlak özgürlük diye bir şey yok, çünkü özgürlük kendisini sonlandırmasıyla ortaya çıkacak. Ancak tarihin değişimle, dönüşümle var ola akışı, tarihsel olan, özgürlüğe tekabül ediyor. Bu durumda tarihsel olan, Hegel'in toplumsal varlıkları olan insanlarını kapsayan, ilişki biçimlerini kapsayan ve bunların dahil olduğu devlet biçimindeki form, özgür olunabilen şeklindedir - buna ulaşılıyor. Üretmenin, doğayı dönüştürmenin, etkileşimin, tarihsel akışın/tarihselin, efendi - kölenin etkileşiminin içinde (burada üretme, dönüştürme, tarihin akışı = kölenin devrimci olumsuzlaması aynı zamanda) tarih vardır diyor ve bu, özgürlüğün de olduğudur. Yani neyi kapsadığı ve neyi istediği belli olmayan bir özgürlük, yoktur, elde edilemez. Bunu Hegel de demiş. (Devrimciyiz, diyerek ortalıkta dolaştığı halde ne istediği belli olmayan taleplerini özgürlük, demokrasi, adalet, insan hakları gibi kavramlarla ortaya döküp de hala ne istediği belli olmayan turuncu zemin sürüngenleri için de açıklayıcı olmuştur belki.)

Belki birkaç ekleme daha yapabilirim; özellikle yöntemi üzerine ayrı bir bölüm var, Hegel üzerine çok aydınlatıcı buldum bu arada. Çalışmanın olumsuzlamasını özgürlük olarak değerlendirmesini Kojeve bu bölümde tekrar ele alıyor, ayrıca özgürlüğün mevcut olduğu tek formu da devlet içinde değerlendiriyor. Özgürlük, eylem sonucu olduğu için ve eylem de doğaya karşı olumsuzlama olduğu için, mutlak, safi ya da doğrudan diyeyim "beleş ve havadan" bir talep ya da sonuç değil, devlet yapısı içinde çalışma ile gerçekleşen ve üretim ile ilerleyen tarihin içinde, Hegel'in yöntem anlayışı içinde nasıl bir konumda, tekrar irdeleniyor.

Yazdıkça yazılır tabi.

Agatha Christie ""Örümcek Ağı"

Haziran 2018'de Altın Kitaplar birinci ve ikinci baskısını yapmış bu romanın, hoş. Örümcek Ağı, Agatha Christie'nin, KRALİÇEMİZİN tek mekanda geçen, hatta çok kısa bir zamanda geçen şu an anımsadığım kadarıyla iki romanından biri. Yanlışım varsa düzeltin. 

Örümcek Ağı, evlenip taşraya yerleşen Clarissa'nın bazen aldatmak için yapıyor gibi görünse de biraz zaman geçirmek, öte yandan aslında karşı taraf için de mevcut bir soruna çözüm bulmak ya da bir şekilde karşı tarafa da bir fayda sağlayacak şekilde "uydurduğu" küçük hikayeler, ortaya attığı iddialar, kurguladığı senaryolarla geçen günlerin bir gün yaşadığı kırılmayı anlatıyor. 

Çok kritik bir günde, kütüphanesinde bir ceset buluyor. Ve bu cesedin çok kısa bir süre içinde kimseye belli etmeden ortadan kaybedilmesi gerekiyor; kendisine yardımcı olması için de etrafında birkaç arkadaşı var. 

Biraz ceset kaybetmeli, ceset saklamalı başka türdeki eserlerin kurgularında da nedense komik bir yön illa ki oluyor bence, bu romanda da var. Örümcek Ağı'nda bir yandan, katilin kim olduğu, cesedin neden salonun ortasında olduğu gibi sorular okurun cevaplaması için bekliyor olsa da, bir yandan da komik de bir yönü var. Zaten Christie'nin başkarakteri sevimli bir tip, ona gülmenin haricinde cesetle uğraşmaya da gülüyorsunuz.

Bu arada Christie insaflı davranmış, Örümcek Ağı'nda katilin kim olduğunu bulmak için ortaya koyduğu ipuçları çoğu romanına göre neredeyse okurun gözüne sokuluyor. Cinayet sebebini de anlamak bu yüzden bir nebze olsun okur için kolay; diğer düğümler için biraz sonu beklemek gerekiyor gibi ama dediğim gibi, kurgu cidden insaflı, aman aman bir örümcek ağı en azından okur için yok. 

Bu arada ben bu romanı okumamışım, ya da okuyup unutmuşum, hatırlayamadım. Sanırım ilk kez okudum. Özür dilerim KRALİÇE. Bir eksikmiş.

10 Ağustos 2018 Cuma

China Mieville "Demirdenizi"

Ne zamandır yazmayı beklettiğim yazılardan biri de, kısa da olsa birazdan yazacağım bu yazı olacak. China Mieville'ın Demirdenizi kitabı hakkında; orijinal adı "Railsea". Tam da denk düşüyor bu ada, Demirdenizi'nde şahsen yaşayan en iyi kurgu yazarı olduğunu düşündüğüm Mieville'ın kurguladığı dünya, raylar ile örülü. Bu raylar, etrafını sardığı mekanın çevresinde bir deniz misali var ama; içinde kralköstebekleri, kazıcıkaplumbağaları...

Okurken Mieville'ın selamlarını sunduğu isimler belki sizin de gözünüzün önünden geçer, kitabın sonunda uzun bir liste var. Ama raylardan oluşan bir denizde köstebek avına çıkan bir trende (mesela kitabın kahramanının ekibinin içinde olduğu trenin adı Medes), "uçsuz bucaksız raylara" "açılırken", "köstebek avlamak için", Melville adı ilk aklınıza gelenlerden biri olabilir sizin de - diye düşündüm. Ya da kahramanımız Sham, etrafı toprakla ve çevrili, raylar arasında kalakalmışken bir adaya ulaşmaya çalıştıktan sonra kurduğu hayallerle aklınızda Robinson Crusoe-vari bir tablo çizdirebilir. 

Mieville su ve toprak ilişkisini ters çevirmiş; açık denizlerin bolluk bereket atfedilen su ile kurduğu ilişkiyi, yerine kurak, çorak ve kıtlık olan toprağı koyarak ters çevirmiş. Burada yaptığı yıkımı, aynı zamanda tekinsizlikle bütünleştirmiş; raylarla örülü bir yola açılmak, yani ray-denizine açılmak, demirlere açılmak, toprağın bilinmezliğinde, toprağın üzerinde, onun kendinizi zehirlemesine ve yutmasına izin vermeden, onunla temas etmeden ilerleyerek "hayatta kalmak için" avlanmak tekinsiz, zorlu, tehlikeli. Denize açılmak daha az ölümcül kalıyor bildiğimiz anlamda; suya düştüğünde gerçek bir denizcinin yaşama şansı Mieville'ın demirdenizine düşenlerinden daha fazla. Zira deniz suyu zehirli değil. Mieville yıkarak yaratmış. 

Ulaşım ağlarının ve bu ağlara yapılan yatırımın (burada bir kamu harcamasından bahsetmiyor) kontrol çıkmasının dünyanın sonunun getirilmesiyle nasıl bir ilişkisi olabilir; Mieville, yani bu durumda Dr. China Mieville kendi akademik uzmanlığını kurgudaki uzmanlığıyla birleştirmiş. 

Batı marksizmi adlı işlevsizlik yumağı yüzünden Marksizm, umutsuzluk aşılamak için ortaya konmuş bir şey haline getirildi. Bir çıkar yolun olmadığını bangır bangır bağıran, postmodern bir çukurda debelenen batı marksizmi, devrimci bir teoriyi bacağı bataklıkta saplanmış da kalmış gibi gösterir oldu; küreselleşmenin marksizmi batı marksizmi, devrimciliğini kaybederken, borazancılığa dönüşmeye başladı. Devrimlerin inkarını benimseyen, önünde bir ufuk görmeyen, devrimi bir ütopya olarak görenlerin yeni ideolojisi, tarihin inkarını da yanına kattı. Doğu'nun, Asya'nın devrimlerini inkar eden batı marksizmi, Lenin'in kemiklerini sızlatmaya devam ederken, yok saydığı devrimlerle beraber geleceği de devrimsiz kıldı.

Postmodern çöplüğün geçmişi yok sayması gibi geleceği de batırması ve bunu güzelce kılıflamasına kabaca, cidden kabaca değinmiş olduğum bu (üstteki) paragraf nereye mi bağlanacak peki?

Mieville, bence yaşayan en iyi kurgu yazarı olmasının farkını burada da gösteriyor. Şöyle ki; umutsuzluğun, çevrelenmiş yıkımın içinden, yeniden bir yol her zamanki gibi Mieville romanlarında mevcut burada da. Demirdenizi, seçenek sahibi olabilmek için seçenek yaratabilme iradesine sahip olanlar için demirdenizinin raylarının toprak dolmuş dünyasının ötesinde bir deniz esintisini hayal edip edememe gücünün mümkün olup olmadığını gösteriyor. Ve, batı marksizminin esir aldığı batı'nın bir marksisti, çukur yerine ufku işaret ediyor.

Kıymet vermek de bize düşüyordur sanırım.

Jo Nesbo "Polis"

Harry Hole serisinin onuncu kitabı "Polis". Harry Hole'nin serinin bir önceki romanı olan Phantom sonrasında geçen bir hikaye; yani, tahminen benim Harry'ye en çok acıdığım hikayelerinden biridir, belki de en çok acıdığım bu hikayedir serideki. Bir diğeri de sanırım Kardanadam'dı. 

Neyse, illa girişte yazıyı bir şekilde kötü bir hale sokup devam etme huyumdan vazgeçmediğime göre yabancı bir blog'da gibi hissetmeden okumaya devam ediyorsunuzdur en azından. Bu yazıların başındaki dağılmaların ve kopmaların bir iyi yanı vardır bence, daha da başka bir açıdan bakalım ya da, aslında blog'u okuyan kimse kalmamış olabilir. Yani şimdi Harry Hole ve Polis ya da Jo Nesbo dışında herhangi bir şeyden bahsederek devam da edebilirim.

Etmeyeceğim.

Polis'ten bahsedeceğim. Harry Hole, kesinlikle okur için alışılmışın dışında bir halde bu romanda, hatta uzun bir süre alıştığımız karakterler kurgu içinde farklı ağırlıklarda bulunuyor. Hatta fazla inişli çıkışlı süprizlere de hazırlıklı olun, bence Jo Nesbo'nun Phantom sonrası bir kırılma yaşadığını düşündüren bir kurgusu var. Romanın konusu ya da bir polisiye olarak işlediği konudan bahsetmiyorum, seri içinde karakterlerin, yazarın yaşadığı dönüşüm olarak değerlendirdiğimde böyle düşündüm. Bir kırılma sonrası bence Polis. 

Dahil oldukları cinayet vakalarının olay yerlerinde öldürülen polisler ve bu polisleri katleden seri katilin peşinde geçen bir hikaye; bazen Jo Nesbo fazla saklıyor ipuçlarını ama bu sefer okur için yine cevaba yaklaşmak mümkün olmuş, çokça yolu işaret ederek okur için sona ulaşmasına yardım ediyor. Asıl şaşırtmacalar ise, dediğim gibi, bazen sert değişimlerin kendisini gösterdiği olay akışı. 

Hoşuma gitti. Güzel polisiye yazan çok az yazar var, Jo Nesbo boşuna en sevdiklerimden biri değil.

27 Temmuz 2018 Cuma

Yusuf Akçura "Türk Devriminin Programı"

"Bugün fiilen ve hukuken ancak Türkiye Devleti vardır. Türkiye Devleti'nde hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir; millet, halk, mukadderatını bizzat ve fiilen yönetir. Demek ki Türkiye Devleti kayıtsız şartsız bir halkçılık, bir demokrasidir."
Yusuf Akçura

Günümüz turuncu "izgirlikçi dimikrisi" isteyenler ve "halk nerede" diye soranlar için cevap yukarıda verilmiş. Sene 1923.

Türk Devriminin Programı'nın önsözünde, Doğu Perinçek, Yusuf Akçura'nın devrimci milliyetçi olduğunu, zaten bir milliyetçinin devrimci olmadığı durumda emperyalizme teslim olacağını ve emperyalizmin milliyetçisine dönüşeceğini yazmış.

Şimdi, milliyetçilik ve devrimcilik kavramlarını farklı konumlara aitlermiş gibi değerlendirildiğini sıkça görünce, bu ifadelere en başta yer vermek istedim. Amaç ve araç arasındaki seçim, milliyetçilik ve devrimcilik arasındaki ilişkiyi nasıl ele aldığınıza bağlı olarak aslında asıl yerinizi de belli ediyor. Şu durumda, emperyalizm ve antiemperyalizm konumları için iki farklı ilişki kurulabilecek iki farklı kavram diyebiliriz.

Milliyetçilik ve halkçılık da bu karşı konumlandırmalardan muzdarip mesela, buna da kısaca Akçura'dan bir alıntıyla değineyim; "Türklerin milliyetçilik ve halkçılık yolunda hayli ilerlemiş bulunmaları, yabancı emellerinin gerçekleşmesine engel oldu; ferdi saltanatı dayanağı olan düşman kuvvetleriyle beraber Türk yurdundan def etti". Halkçılık. Milliyetçilik. Devrimcilik. Antiemperyalizm. Şimdi, milliyetçilik ile diğerlerini çatıştırmaya karşı konumlandıran her iki taraf için de hazır zihinler vardır. Buyurun, "Türk yurdundan def etti". Antiemperyalizm, vatan savunması. (Tarihte işler halde görülmüş birçok örneği olan ve hala gözümüzün önünde olan dolu stratejiyi inkar ile, ancak çözümsüzlüğe gideriz mesela. Neyse.)

Akçura da bu konuyu 1919 yılında İstanbul Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada işleyerek,Türkçülük kavramının "moda" olduğu bu dönemde, "demokratik Türkçülük" ve "emperyalist Türkçülük" ayrımına giderek, emperyalist olmayan ve emperyalizmin güdümünde olmayan milliyetçiliğin tanımlıyor. Demokratik Türkçülüğün, milliyetçiliğin her millet için bir hak olduğu temelinde şekillendiğini belirterek, bu ayrım sayesinde bir milletin diğeri üzerinde asimilasyon politikası gütmesi ya da o milleti yönetme girişiminde bulunması gibi bir içeriği barındırmayacağını belirtiyor. Öte yandan, emperyalist Türkçülük ise farklı bir çerçeve içinde yer almaktaydı. Milliyetçiliğin dahil olunan milletin saldırgan politikalarla güçlenme gayesini içermekteydi. Bu yüzden, Akçura, emperyalist milliyetçiliğin Türkler için hata olduğunu, halk sevgisi içeren bir toplumda bu milliyetçiliğin bir fayda getirmeyeceğini belirtiyor.

Bir yanda Türk milliyetçiliğinin emperyalist milliyetçilikten uzak durmasını öğütlerken, öte yandan Akçura, diğer milletlerinin emperyalist saldırganlığının kendi memleketi için yarattığı felaketlere de değiniyor. Örneğin, yabancı sermayenin memlekete girmesi ile milli servetin sonunun yaklaşması, bağımsızlık mücadelesi veren bir coğrafyanın sanayi ve ticarette eli kolu bağlı olmasının ve yabancı sermaye ve mallarla talan edilmesinin vahameti, Akçura'nın emperyalist Avrupa sanayisinin saldırganlığının sonuçlarına çektiği dikkatte kendisini gösteriyor. Üreten Anadolu köylüsünün, Avrupa'nın sanayi mallarının memleketin pazarına girmesiyle yerli pazarın eski adetlerini yok ettiği gibi, eski üretim biçimini de değiştirdiğini vurgulayarak, zenginleşen Batı'nın zenginliğini Anadolu'nun toprağından kopardığı köylüsünün gitgide fakirleşmesiyle elde ettiğini belirtiyor. 

Bu noktada, Tanzimat'ın Batı için nasıl bir işlevde olduğunu da sermayenin işgalinin peşinden gelen süreçle değerendiriyor Akçura. Ona göre, Tanzimatla beraber sermayenin peşinden gelen kültürel ve siyasi değişim adımlarına dikkat çekiyor. Ancak, burada, Tanzimattaki başarısızlıkta, Avrupa'nın Doğu'yu köleleştirmesinin mümkün olamaz hale geldiğini de ekliyor.

Bu batıcılarımız ağlar şimdi ama değineyim kısaca, liberalizm diye kendisini yerden yere atıp, aslında demokratik taleplerini de neoliberal çukurlar içinde harmanladıkları yeni simli zehirlere sarıp çıkaranların "çağdaş", "medeni" tanımları ya da "devlet" tanımları ya da devlet kavramına bakışları, Akçura'nın çağdaş devlet ve liberalizm değerlendirmesinde biraz batıcı ağlatan cinsten. Akçura, çağdaş devletlerde liberalizmin gerici bir nitelikte olduğunu, bu yüzden örneğin ülkemizin batıcılık hayranlarının yere göğe sığdıramadığı medeniyet ölçü birimleri olan Avrupa ülkelerinin bir çoğunun, özellikle sosyal demokratlarının, demokratlarının liberalizme olan mesafelerine değinmiş. Yani, şu an liberalizm, yeşiller ve sol sorosçular ya da Helsinki Yurttaşlar Derneğinden bilmem hangi bireyin yeni neoliberal politikayı süsleyen postmodern "düşünür" arkadaşının değerli fikirleriyle pazarlanıyor bilemiyorum ancak, liberalizmi Akçura halk çıkarlarına karşı oluşuyla değerlendiriyor. Mesela, sol adına yeşiller ve sol sorosçuluk oynarken 2018'de neoliberalizm güzellemekten hiç mi hiç utanmayıp üzerine solculuk, devrimcilik dersleri verirken, çağdaş devlet ya da devletin idealize biçimi olarak işaret ettikleri zeminde liberalizm halısı sermiş olanların halk kelimesini boşuna ağzına almasına gerek yok diyebiliriz.

Türk Devriminin Programı, milliyetçilik ve halkçılığın Kemalist devrim için rolünü tekrar anlatırken, öte yandan güncelde bu kavramların nasıl çarpıtıldığını ve neyi korumak gerektiğini de hatırlatıyor. İktisadi işgalin önünü açtığı çıkmazın tarihin tekrarlanması gibi bir ihtimalde dahi, bu sefer yeni dinamiklerle seyreden bir dünyada olsak da, bahsi geçen iki kavramının bir savunma hattı için neden tarihten bağımsız olarak hala hayati değerde olduğunu hatırlatacaktır bu yüzden.

* * * 

Bu sözleri de eklemek istedim, Akçura'dan:

"Gazi Reis'imizin, efendimizin ve velinimetimiz köylü önünde hürmetkar vaziyeti takınmak tavsiyesi, Batı Türkleri tarihinde en yüksek bir mevkiden, Millet Meclisi kürsüsünden ilk defa söylenen bir sözdü ve halkçılığın en açık bir ifadesiydi."

Kemalist Devrimi savunmaktan biz nasıl vazgeçelim? 

26 Temmuz 2018 Perşembe

Dan Brown "Başlangıç"

Dan Brown'ın daha önce herhangi bir kitabı hakkında blog'da yazdım mı bilmiyorum ama daha önce birkaç kitabını okumuştum ve beğenmişti; insan-üstü biçimde neredeyse 24 saat içinde bir haftalık zihinsel ve fiziksel çabayı harcayan Robert Langdon'ın her durumdan sağ çıkması ve her sorunun çözülmesi. Konuları ilginç kılan da semboller, kodlar, tarih, saklı tarih, krizler vb... Yani gayet ilgi çekici ve çabuk okunan romanlar, Başlangıç da öyleydi. Ancak yazısını yazmak istememenin sebebi, son zamanlarda sıkça üzerinde düşündüğüm bir konuyla bağlantılı olması. Böyle kibar ifade etmiş oldum; üzerinde sıkça düşündüğüm diye. Küresel emperyalist yeni bir projeye ve kitabın konusu kesişiyor. Ben de okumamış olanlar için kabaca değinerek geçeyim, Başlangıç ne üzerine, ne anlatıyor diye.

Bilim ve din arasında bir çekişme var mı, biri birine engel midir, biri diğerine düşman mıdır sorusunu sormak yerine bu soru işlevsel midir diye düşünmek gerek aslında. Aydınlanma ve din üzerine hiçbir şey bilmeden fikir sahibi olanlar için bu tip sorulara cevap vermenin su içmekten daha kolay olduğu muhakkak, ancak kitaba döneyim, başka bir yazıya konu olacak nihayetinde bu.

Başlangıç, bir bilim insanının, bir fütüristin dünyayı derinden sarsacağı, dinler üzerinde yıkım yaratacağı iddiasındaki bir buluşunun dünya ile paylaşılmasından kısa süre öncesinden başlıyor. Popüler, adeta kendisine tapınanlar olan Edmond Kirsch, yeni buluşunu eskiden derslerini aldığı Robert Langdon'ın da katıldığı bir tanıtım toplantısı ile dünyaya tanıtmayı planlıyor. Burada işler karışıyor. Ötesinin olay akışını anlatmaya gerek yok. 

Dünyayı karıştıracak olan ne olabilir, dinleri ne yıkabilir? Başlangıç, Langdon'ın bu buluşun peşinde ilerlemesini, onu aslında yeniden keşfetmesini ve bu süreçte dahil olduğu pek zorlu olmasa da mücadeleyi anlatıyor. Katolik İspanya'da gerçekleştirilecek olan tanıtım sırasında yaşanan bir aksilik, işin içine kraliyeti, gelenekleri, kiliseyi, öte yandan bilimi, liberalleşme eğilimdeki yeni kilise anlayışını, kuşaklar arasındaki çatışmayı ve tüm bunlar arasında tahtın devredilmesi sırasında tüm bu zincir içinde ortaya çıkmasından korkulan politik bir gerilimi de hikayenin içine katıyor.

Bir yanda yaradılış inancı, diğer tarafta evrimin yeniden sorgusu. Başlangıç, başlangıcı sorgulamaya doğru giderken, işin içinde bir fütürist ve teknoloji dahisi olduğunu yeniden hatırlatmakta fayda var. Felsefe, ahlak ve din, bilime karşı bir konumlandırma içinde mi yoksa beraberinde zaten hareket etmekte mi, bunun sorgusuna da giren kitap, asıl olarak vurgulamak istediğim yerde ise bir kırılmayı yine bu noktalarda yaşıyor. Yapay zeka.

Yapay zeka, insanın yerini alabilir mi? Yapay zekanın insanın iyi kötü, doğru yanlış, güzel ve çirkin ayrımlarını insanı taklit ederek öğrenmesi mümkün müdür? Sentetik bir zihin tasarlamak, insan özelliklerini taklit yeteneği öğretilen bir yapay zekada nereye kadar işler? Yani, insanın cansızdan bir insan yaratması mümkün müdür gibi bir soru var aslında kitapta; ruha gerçekten ihtiyaç var mıdır sorusu da peşine kafanızda canlanabilir. İnsanı insan yapan hangi özelliğiydi?

Elbette kitap bunlara uzun uzun girmiyor. Ancak kabaca bir şeye değinmek istedim. Akıllı toplum, endüstri 4.0, yapay zeka, iOt, bulut teknolojisi gibi kavramlar siyasi partilerin seçim kampanyalarından/bildirgelerinden tutun da çocukların okula ilk başlayacağı okulu seçmek için panik halinde gezinen anne babaların okul seçmek için gözlerini alamadıkları okul kataloglarına kadar girdi. Yani, beş ya da altı yaşındaki bir çocuğa soyut düşünceden önce yapay zekayı nerede kullanabileceğinin anlatılmasını dert edinen hangi statü grubundan aileler varsa o aileler için geçerli bu yazdığım. Memleketimizde çocuğunun temel eğitim alması için şu süreci yaşamak her aile için mecburidir çıkarımı yapmaya gerek yok, umarım böyle aileler de azdır zaten. Bir çocuk için küresel üretim ağında bir "nesne"ye dönüşmenin projesindeki küçük bir ağa ne kadar erken dahil olacağının önemli olduğu tek durumunun bunun korkunç olduğunun idrak edilmesinde olduğunu düşünüyorum çünkü. 

Neyse, devam edelim. Akıllı toplum, endüstrinin yeni devrimi olarak çok sevilip bağra basılan insan ve makine arasındaki mesafeyi insanı makineleştirerek üretime dahil etme üzerinden ilerleten, ancak eşitlik, sınırların yokluğu, herkesin aynılığı (cinsiyet, dil, din vb farkları ortadan kalkacağı için herkes eşit köle) gibi sloganlarla ulus devletin yıkımını küresel üretim ağına dahil ettiğini söyleyip, üretim sürecine herkes eşit olarak katılacak diye pazarlamaya çalışan bu yeni sistemin yapay zeka vurgusunu Başlangıç da biraz böyle işlemiş. Mesela, geleceğin akıllı toplumlarında yapay zekanın insanı üretimden fırlatıp atması (post fordist üretim söverken robot üretim övmeye atlamak), dünyanın her yerinde yoksulluğu bitirmek, açlığın ortadan kalkması, susuzluğun bitmesi, savaşların yok olması gibi bir gelecek tasviri yapan bir fütüristimiz var. Ek olarak, tıpkı bu garip proje hakkında yazılanlara benzer şekilde, yeni bir dini de bilim etrafında yeniden örüyor ve teknoloji - dini gibi bir tanım yapıyor. Yalnız burada pozitivizm kilisesini falan anmayın, yani Comte'lar Spencer'lar yok, post-post-post-post bir yerlerdeyiz. Sanıyorum ki Comte yapay zekayla yönetilen bir devlet görse realist olurdu. 

Bu yüzden, Başlangıç, bir yandan bir fütürist üzerinden yapay zeka ve teknolojinin akıllı toplumlar, endüstri 4.0 gibi planlar üzerinden izleyeceği yolun güzellemesini bir kurgu üzerinden yaparken, öte yandan yapay zeka ve ahlak/insanı insan yapan nedir sorusunu okuyucu için sorulabilir halde saklamış aslında. Bunu, kitapta bir yandan bilim mi din mi diye düşünerek basit ve sanırım işlevsiz biçimde de ele alabilirsiniz ancak asıl yaklaşılması gereken noktanın, mesela ahlak/yurttaşlık, sorumluluk/devlet, küreselleşme/vatan vb gibi dikey olmayan eksenlerde de ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Zira bir kurgu olarak katolik kilisesi/dinler/reform/yaratılış vb ötesinde bilim/teknoloji/yapay zeka gibi kavramlarla yer yer karşıtlık yaratarak da olsa işlemeye çalıştığı ya da gündeme getirmeye çalıştığı konuyu daha geniş düşünmekte fayda görüyorum.

Ha evet, haricinde cidden sürükleyici kitap. 

12 Temmuz 2018 Perşembe

Jo Nesbo "Hamamböcekleri"

Katilin kim olduğunu bulabildiğimi belirterek yazıya başlamak istiyorum önce sevgili Harry Hole sevenler ve Jo Nesbo okurları. Ve eğer blog'umu hala okuyanlar varsa, onlar da.

Tayland'da Norveç'in bir büyükelçisi, bir otel odasında ölü bulunuyor. Harry Hole serisinin kitap sırasını (bu ikinci kitap serideki) ve kitapların konularını hatırlayanlar ya da bilenler varsa, bu kitap, Harry'nin Avustralya'da geçen hikayesinden sonra geçen bir hikayeye sahip, bu yüzden, Norveç'ten konuyu çözsün diye akıllara gelen ilk isim Harry Hole oluyor. Gibi diyelim. En azından ilk başta. Konuyu bir an önce çözsünler, aman çok tantana olmasın, kriz olmasın derken Norveç'ten tek başına Harry Hole Bangkok'a gidiyor. 

Cinayet, karman çorman bir olaylar zinciri içinde. Tahmin edersiniz ki. Göründüğü gibi çözülmeyi bekleyen bir ölüm olsa, kitap birkaç bölüm sonra biterdi zaten. Konu da çözüm de okuyunca size kalsın.

Bangkok'taki toplumsal yapıya, küreselleşmeye, çok uluslu şirketlerin çıkar ilişkilerine, şehir planlamasına, gelir adaletsizliğe, şehrin talanına, çevre kirliliğine değinmiş Jo Nesbo. Hikayeyle kesişen çok fazla sosyolojik, siyasi nokta var. 

Ancak mekanın kendisine ayrı bir önem vermiş; hava kirliliği ve iklim bir süre sonra okuduğunuz her satırda aslında sizin çevrenizi saran havaya dönüşmeye başlıyor, ben bazen okurken bunaldım. Norveç'te geçen romanlarda nasıl soğuk hava ferahlığını seviyorsam (yaz değilse, yoksa fark etmiyor), bunda da eriyen asfalt, teri yere akan karakterler (biraz abartmış olabilirim şu an), hava kirliliğinden biraz ötesi görünmeyen şehir, kokudan burun direği kıran sokakların tasviri derken gerçekçi satırlarıyla Jo Nesbo okuru "alıp götürüyor" gerçekten.

Öte yandan, ülke gündeminde ben bu kitabı okurken tartışılan bir konu da kitapta iki ucundaki karakterler tarafından örneklenmiş. Tekrar ifade etmek ve yer vermek istemiyorum, okurken size kalsın bu bir, ikincisi de blog'da bir kitap yazısı içinde "kısaca değinmek" olmaz, öyle bir konu.

17 Haziran 2018 Pazar

Ngaio Marsh "A Man Lay Dead"

Ngaio Marsh 1895 - 1982 yılları arasında yaşamış, Yeni Zelanda'lı bir polisiye yazarı. Kendi tarzında adı "great ladies" arasında Margery Allingham, Dorothy L. Sayers ve "kraliçe" Agatha Christie ile beraber anılıyor(muş). Agatha Christie'yle adı birlikte anılan bu hanımefendiyi daha önce okumamuştum; Sayın Agatha Christie'ye olan hayranlığım sebebiyle merak ettim. Elbette kimse bir Christie olamaz (benim için).... Bağnazım. Bağnazlığımdan çok memnunum. Öyle ki, Agatha Christie'nin bilmemkaçıncı kez okuduğum bir kitabını tekrar okuyup, peşine bu kitabı okudum. Önce saygılarımı sundum yani.

Evet neyse bu kısmı sonsuza kadar uzatabileceğimi ispatladığıma göre kitaba geçebilirim.

Marsh'ın 1934 tarihli A Man Lay Dead adlı romanı "Roderick Alleyn" serisinin ilk kitabı. Alleyn de Scotland Yard'dan. (Scotland Yard'dan Agatha Christie'nin karakterlerini tanıyor mudur acaba Alleyn diye bir an düşündüm, işte saplantı işte bağnazlık işte tutku............)

A Man Lay Dead, bir cinayet "oyunu"nun kurgulandığı bir davette, gerçek bir cinayet işlenmesini konu alıyor. Cidden yazmayım diye kendimi tutuyorum Agatha Christie Hanımefendinin de böyle bir eseri vardı. A Man Lay Dead'den kopmayalım, ne diyordum? Katil kim, onu arıyoruz doğal olarak. Öldürülen de hakkında çok az kimsenin net bilgi sahibi olduğu, okurun karakter olarak çok kısa süre tanıma şansı olsa da kurgunun geneline dair başka ipuçlarını da aslında veren bir karakter. Zaten iç içe geçmiş iki mevzu var, birinin boyutu daha uluslararası diyebilirim.

Polisiye anlatırken herhangi bir şeyi belli etmeden nasıl konudan bahsedebilirim diye düşünüp her seferinde bir şeye dokunmadan yazıyı bitiriyorum. Burada da konuya daha fazla değinmeye gerek yok; davetliler arasından biri mi, yoksa dışarıdan gelen biri mi cinayeti işliyor, bunun cevabını arayıp duruyor Alleyn. 

İkinci bir Christie değil henüz tek kitabını okumuş olsam da Marsh benim için ve Alleyn de Poirot değil şu an haliyle. Kurgu benziyor olsa da nedense Christie'nin karakterleri daha çok tanıyabiliyorum okurken, A Man Lay Dead'de bu o kadar mümkün olmadı. Ya da katili bir şekilde okurun da bulmasına imkan veren o güçlü ipuçlarını varsa da yakalayamadım ama katil iki tahminimden biri çıktı. Yani, kurguda çok gizli bir ipucunu keşfettiğimden ya da açık açık katilin kim olduğunu belli ettiğinden değil, sadece "olsa olsa şu işte bi iş var" dediğimden yaklaşabildim. 

Sıkılmadan okudum, sonlara doğru hikayede çözülen başka mevzularla da biraz klişeleşiyor gibi geldi ama kötü diyemem.

Biraz zaman geçsin, bir kitabını daha okurum. 32 kitaptan oluşan Roderick Alleyn serisinin ikinci kitabı "Enter a Murderer" ile devam ederim.

14 Haziran 2018 Perşembe

Terry Eagleton "Tanrı'nın Ölümü ve Kültür"

Aydınlanmanın, idealistlerin ve romantiklerin gözünden Tanrı'yı irdeleyen Eagleton, sonrasında modern dönem ve postmodern dönemdeki Tanrı ve kültür üzerinden devam ediyor. 

Aydınlanmanın karakterinde din karşıtlığı olmadığını, inanca yönelik eleştirilerle din karşıtlığının bir olmadığını vurgulayan Eagleton'ın bu vurgusu, aydınlanmanın din ile olan meselesini siyasal zeminde incelemek gerektiğini öne çıkarıyor. Mesela toplumsal yaşamdaki din kurumunun, Aydınlanma'nın siyasi kültürü içinde ele alınan bir kurum olduğunu böyle görmek mümkün.

Dinin, toplumsal alanda kültürün işlevine en yakın rolde olduğunu belirten Eagleton, Aydınlanma'nın da dini reddetmeyişinin altında Aydınlanma'nın dini yok etmemesinin, amaçları için dinin yokluğunun olumsuz olacağını çerçevesinde ele alıyor. Dinin rolünün ve sembolik gücünün tarih boyunca aşılamayacak bir noktada olmasının, Aydınlanma'nın dine karşı olmayışı ile beraber değerlendiriyor.

Dinin gündelik pratiklere aktardığı gerçeklerini, anlatılar ve mitle güçlendirdiğini ifade ederek, kültürü Tanrı'nın seküler hali diye tanımlıyor Eagleton. 

Eagleton, Aydınlanma sonrasında kültürün derinliğine ulaşmasında milliyetçiliğin rolüne değiniyor. Milliyetçiliğin seküler bir yapıda olduğunu vurgulayarak, yirminci yüzyıl ortalarından itibaren milliyetçiliğin yükselişe geçmesinin, milletin devlet olarak yüce bir konuma konmasıyla beraber halkın gündelik yaşamının da artık tanımlı bir statüye kavuşmasıyla eş zamanlı gerçekleştiğini belirtiyor. Gündelik yaşam pratikleri, halkın kültürünü yansıttığından, milliyetçilikle beraber gündelik yaşam, halkın değerleri de eskisinden farklı olarak onaylanmaya başlamasının bu dönemde gerçekleştiğini ifade ediyor. Yaşam tarzı olarak kültür, milliyetçiliğin kaynaklarından biri olarak ele alındığında da milliyetçilik ve kültür arasındaki ilişki görülebildiğinden, milliyetçilik kültür konusunda neden taraflıdır, bu anlaşılıyor. Yani; "millet" olarak soyutlanan kültür, safını alırken de kültür birliğinden aldığı güçle, milliyetçi bir damarla bu yüzden taraflıdır. Çatışma cephesinde, kimliğin yansıdığı bir gösterge olan kültür, bu yüzden taraf tutarak savunulur; böylece siyaset alanında da milliyetçilik, kültürün değerini yükseltir. 

Nietzsche'de, Tanrı'nın ölümünden sonra toplumsal alanda soyut kalan imgelemlerin somutlaştırılabilmesi için mitin, Tanrı'nın yerine geçerek, Tanrı'dan kalan boşluğun mitolojisi ile doldurulduğunu belirtiyor. Burada, kültürün Tanrı'nın olduğu zeminde bir ihtiyaç içinde olduğunun da itirafı gibi oluyor aslında. Nietzsche'nin kültürün toplumsal alandaki ortak anlamları oluşturma, bireyleri bir arada tutma, bağlama işlevini reddetmesine karşılık toplumsal alanda sanatın yeniden varolabilmesi için mitolojinin o boşluğun yerine geçmesi gerektiğini belirtiyor Eagleton; böylece sanat yeniden doğabilecektir.

Bu açık kapamaya benzer biçimde, kapitalizmde, Eagleton, orta sınıfların sembolik açığını kapamak için mitin kullanıldığını belirtiyor; Aydınlanma'nın sıradan vatandaşta dine karşı bir şüphe yaratmasına karşılık, oluşan yeni boşluğa da bir cevap sunması ihtiyacı bunun sebebi oluyor. 

Eagleton, Tanrı'nın ölümü sonrasında adeta bilinçdışında gelişen, diğer ikame formların oluşturulmasına değiniyor. Sekülerliğin aslında Tanrı'nın ölümü olmadığını belirterek, sahte din formlarıyla hala varlığının izini gösterdiğini söylüyor. Örneğin, modern tarihin Tanrı'nın yerine bir vekil arıyor oluşuna verdiği spor örneği gibi. Sporu dinin çağdaş versiyonu olarak değerlendirirken, sporun ikonlarına, geleneklerine duyulan saygıya, sembolik olarak yarattığı ve ürettiği bağa, dayanışmaya, kahramanlarına dikkat çekiyor. 

Tanrı'nın ölümünün modernizmde yarattığı etkiye (kutlama, travma, hakaret ya da acı gibi) karşılık postmodernizmin bu ölümden etkilenmediğini anlatıyor. Meta anlatılar karşısındaki postmodernizmin aslında Tanrı ölümü sonrasındaki bir kültüre denk geldiğini ifade ediyor. Postmodernizm, kendisinden önce Tanrı cevabını veren sorular yerine kültürü koymuştur. Burada kültürün bir aşkınlık barındırması gibi bir iddia da söz konusu değildir; Tanrı'nın evrenselliği, postmodernizmde reddedilmiş ve olduğu dönem itibariyle de "ölü" kabul ediliyorsa, kültür üzerinden verdiği cevaplarla Tanrı'nın toplumsal alandaki yerine cevap sunuyorsa, evrensellik iddiasından kopmuş bir kültürden postmodernizm artık söz edebilir. Postmodernizmin kültürü meta bir anlatı olarak almadığı, kültürlerden bahsettiğini düşünürsek, postmodernizm öncesindeki kimliklerin sabit halinin yitmiş olduğu gibi, akışkanlık kimliklerin olduğu yeni bir dönemi temsil ettiğini varsayarsak, kültürü de Tanrı yerine koyduğu sabit ve tek olmayan bir "kültür" olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada, yokluğunu umursamadığı Tanrı ile, hiçbir şeye inanmayanlar için her şeye inanabilecek olanlar için kültürler/kültür olarak sunulmaktadır. (Eagleton'ın ifadesi tam olarak şöyle; "hiçbir şeye inanmayan bir pişkin, her şeye inanmaya hazır bir fantezici olur çıkar"). Buna verdiği örnekleri aktarayım; scientology, Hollywood ünlülerinin Hinduizm, Kabala merakı, ultra zenginlerin meditasyon, sufizm merakı... Eagleton bunları, postmodernizme mal ediyor; kültür/kültürler, Tanrı'dan boş kalan yerde böyle bir sonucu yaratıyor diye.

17 Mayıs 2018 Perşembe

Okunacaklar Listesi

Siyaset ve sosyoloji dışında ve okumak zorunda olduğum kitaplar dışında merak ettiklerimden, orada burada görüp okurum diye not aldıklarımdan ve sonra edindiklerimden birkaçı.

Son paylaştığım listeden sadece üç kitap okuduğumu ve bu listedeki kitapları henüz benim de okumadığımı belirtip, kefil olabileceğim bir durum olmadığını ekleyerek.... Buyurun:

Tarih kontenjanından:
  • Michael Woods "In Search Of The Dark Ages"
  • Susan Wise Bauer "The History Of The Medieval World"
  • Susan Wise Bauer "The History Of The Renaissance World"
Bunların hepsini takip ettiğim aynı blog ve çevresinden gördüm:
  • Danielle Dutton "Margaret The First"
  • Sarah Gerard "Sunshine State"
  • Ian McEwan "The Cement Garden"
Hiçbir şey Henning Mankell'in yerini tutamaz ama soğuk diyar polisiye serisi arıyorum öylesine okumak için ama öylesine okumak için bile olsa güzel olsun, uyduruk uyduruk yazıyorlar cidden kötü oluyor sinirleniyorum. Hannah da Poirot serilerine ek yazıyor, bir önceki romanı okumuştum çok kötü değildi ondan bunu da okurum. Diğer ikisi de her mahallesinden bir polisiye yazar çıkan soğuk diyarlardan eleye eleye "ilk önce şunlara bakayım" dediğim iki polisiye yazar ve dedektif serilerinin ilk kitapları.
  • Quentin Bates "Frozen Out"
  • Yrsa Sigurdardottir "Last Rituals"
  • Sophia Hannah "Monogram Murders"
Summerscale'e başlamıştım ama daha rahat bir zamanda okurum diye bıraktım; Hawkins de yine popüler diye merak ettim yine merak edip yine okumamıştım....
  • Kate Summerscale "The Suspicions of Mr. Whicher - Murder and the Undoing of a Great Victorian Detective"
  • Paula Hawkins "Into The Water"

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Kitap Önerisi: Liste

5 Mayıs 1818 doğumlu Karl Marx'ın doğum günü sebebiyle kısa da olsa Marx ve Marksizmle ilgili kitapların olduğu bir liste paylaşayım dedim. Eleştiriye açık içeriği olanlar olsa da öneri gibi de düşünebilirsiniz:

Terry Eagleton "Marx Neden Haklıydı?"
Erich Fromm "Marx'ın İnsan Anlayışı" (Fromm'un yakın olduğu/dahil olduğu yer sebebiyle kitapta bazı yerleri eleştirebilirsiniz ancak yine de ekledim)
Kevin B. Anderson "Lenin, Hegel and Western Marxism" (Bunu kesin okuyun)
Etienne Balibar "Marx'ın Felsefesi"
Norman Geras "Marx ve İnsan Doğası"
Alasdair McIntyre "Marxism and Christianity"
Ian Fraser "Hegel ve Marx İhtiyaç Kavramı"
Jean Hyppolite "Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar"
Bertell Ollman "Yabancılaşma"
Bryan S. Turner "Marx and the End of Orientalism"
Fredric Jameson "Kapital'i Sahnelemek"
Karel Kosik "Somutun Diyalektiği"
Ralf Dahrendorf  "Class and Class Conflict in Industrial Society" (Marx'taki sınıfın sanayi toplumlarındaki değişimini inceliyor - kendisi de çatışmacı, o bakımdan ekledim)





3 Nisan 2018 Salı

William Blum "Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı"

"Washington'un gözünde en büyük sapkınlık Üçüncü Dünya'da gerçek bağımsızlık arayışıdır."
William Blum

Amerikan emperyalizmin arsızlığının ve vahşetinin yansıdığı dış politikası hakkında yazan William Blum, Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı adlı kitabında, demokrasi götürmek için katletmekten bir an olsun çekinmeyen, işgal denince akla ilk gelen isim olan eli kanlı Amerika'nın dış politikasının işleyişine dair yakın dönem tarihinden detaylarla konuyu işliyor.

Amerika'nın kendi dış politikasını kendi vatandaşlarına adeta "yardım eli uzatan bir melek", "iyi niyet elçisi" gibi sunmasına karşılık, yaptığının ancak dünyanın uzanabildiği her yerinde vahşet ve katliamla giriştiği işgal üzerine kurulu olduğunu belirten yazar, bu işgalleri kendi toplumuna sunarken Amerika'nın "terörle mücadele ediyoruz" ve "insanlık için bunu yapıyoruz" mesajı ile öncelikle kendi vatandaşlarına karşı nasıl bir oyun sergilediğine değiniyor. Demokrasi kelimesini bir an olsun ağzından düşürmeyen emperyalist işgalin önde gelen ismi Amerika'nın, Amerikan karşıtı terör gruplarını özenle yaratıp ardından gönderdiği dünyanın dört bir ucunda ülkeleri ve toplumları yok etmeye odaklandıktan sonra, "demokrasi ve barış" götürmek adına bu ülkeleri "işgal" etme hakkını "iyilik perisi" olarak sunma üzerine kurulu dış politikaları ile küresel çapta büyük bir terör yarattığını ifade ediyor yazar.

Ulusal bağımsızlığın olduğu her yerde küresel egemenliğini kuramayacağını fark ettiği anda yerelin bağımsızlık mücadelesine karşı terör gruplarını desteklemekten bir an olsun çekinmeyen Amerika'nın aslında karşı olduğu terör gruplarının yalnızca Amerikan karşıtı terör grupları olduğunu söylüyor. Aklınıza gelenler vardır sizin de sanırım. Bir de kitapta değiniyor, terör örgütleri haricinde Amerikan emperyalizmine karşı olan hükümetlerin olduğu ülkelerdeki hükümet karşıtı faaliyetlere olan Amerikan desteklerine de yer vermiş yazar. Örneğin Castro karşıtı grupların desteklenmesinden tutun da Chavez karşıtı grupların fonlanması gibi. 

İhtimaller üzerinden kurguladığı işgal etme hakkını kendinde gören Amerika'nın medya desteği ile önce kendi toplumunu sonra da dünyayı uyutmaya çalışması hadsizliğini, yalan haberler ve çarpıtmalarla örneklendiriyor yazar. Nükleer tehdit ihtimali söylencesi yayarak bir işgali haklı çıkarma çabası yüzsüzlüğünü yine "demokrasi" kelimesini bolca anarak kapatan dış politikasında, tek kutuplu dünya düzeninin yıkılmasına karşı geliştirdiği savunmanın, ortada bir tehdit dahi yokken işleyebilir olmasına dikkat edin. Yazar da buna işaret ediyor; her zaman tehdit varmış gibi gösteren bu dış politika, Amerika'yı yüceltmek adına "tehdit her zaman vardır" üzerinden işler diyor. Yani tehdit yoksa bile varmış gibi göstermek için elinde küresel bir medya ağı varken, ortaya istediği yalanı atmaktan hiç çekinmeyen bu emperyalist kibir, elindeki kan yerine "şüphe" yaratmak üzerine kurguladığı oyun ile dünyayı savaş alanına çevirmesinin perdesini "demokrasi" yapıyor. Uzun vadede daha iyi sonuçlar elde edebilmek gibi bir palavra ile kısa zamanda katliam ve kaos yaratmaktan çekinmeyerek, "demokrasi ve barış" için adım attığını iddia ediyor yani.

Çokça örnek üzerinden bunlara değiniyor yazar.

Tek kutuplu dünya düzeninde efendiliğinden bir şey kaybetmemek isteyen Amerika'nın güçlenen ülkeler ve Üçüncü Dünya'nın bağımsızlık mücadelesinden nasıl gerildiğini de ayrıca görüyoruz.

Kapitalizmin asla yıkılamayacak bir düzen olduğunu pekiştirmek adına Atlantik cephesinin yürüttüğü planlara değinen Blum, Soğuk Savaş'ın acı bir sonucu olarak bu planın işleyişinin pekişmiş olmasına vurgu yapıyor. Batı'nın gözünde kapitalizmin yıkılmazlık mitini, komünizm karşıtı propagandalar, medyanın sosyalizme karşı giriştiği savaş ile desteklendiğini hatırlatan yazar, Sovyetler Birliği'nin dağılmış olmasına karşılık "bakın hala kapitalizm yıkılmadı" seviyesindeki bir garantinin Batı ve Batı'nın ideologları için hala bir uyutma aracı olarak nasıl çalıştırıldığına vurgu yapıyor. Amerika'nın girdiği ekonomik buhranlara karşılık "hala yıkılmadık" mesajını üzerine kurguladığı "ama Sovyetler dağıldı" zemini, yaratılan karmaşık algının basite indirgenmiş hali. Ancak haritada kendi savaştıkları pardon işgal ettikleri ülkelerin yerlerini dahi göstermekten aciz bir toplumun anlayabileceği seviyede de basitleştirilmiş olduğunu unutmayalım; Amerikan toplumu için böylesine basit çıkarımlarla ayakta kalabilen kapitalizm yıkılmazdır miti ve bunu destekleyen komünizm düşmanlığı, güncel Batıcılık ve Batı hayranlığı ile dünyanın farklı bölgelerinde de destekçi buluyor. Acı olan, bu desteklerin emperyalizme karşı savaşması gereken coğrafyalardan ve halklardan da çıkıyor olması. Dileriz ki bu aciz ve zavallıca kurgunun işlediği basit çıkarımlara muhtaç zihinlerden daha fazlası olan insanlar olduğunu hatırlayacak olan topraklar, antiemperyalizm cephesinde yer alıp, Batı'ya karşı Batı'nın stratejik oyunlarının pohpohlamasından kurtulurlar.

Kitapta dikkatimi çeken bir nokta ise Blum'un Amerikan dış politikası noktasında çok keskin olmasına karşılık 11 Eylül olayları karşısında yaptığı yorumlardı. Kısa bir bölümde bu konuyu ele almış. Yazar, 11 Eylül'ün "içten" olduğuna inanmadığını belirtiyor; yani Amerika'nın bilgisi dahilinde olmadığını ve buna ikna olmadığını, kafasındaki soru işaretlerini de belirterek yazıyor. Bu noktada bana çelişkili gelen yerler de oldu zira 11 Eylül sonrası Amerika'nın dış politikası ve bu "içten" miydi çelişkisi başka bir çelişki olmuyor mu?

Çok yazdım, özetle, fazlası için kitabı okursunuz. 

22 Mart 2018 Perşembe

Hugh Howey "Toz"

Biraz geç oldu ama sonunda Hugh Howey'nin Wool serisinin son kitabını, Toz'u okuyabildim. Birinci kitap Silo'da oturmuş bir düzeni gösterirken, ikinci kitap olan Vardiya'da yer altındaki siloların bu düzeninin neden olduğunu gösterip, gerilimi yükseltip yükseltip en sonunda Toz'da "bu işin sonunda ne olacak"ı göstermiş yazar. 

Ne olacağını yazmayacağım elbette. Zaten şimdi düşündüm de ben bu yazıyı niye yazıyorum onu da bilmiyorum. İlk kitabın yazısını yazmak en kolayıydı (blog'da her iki kitap hakkında yazdıklarımı da  bulabilirsiniz eğer okumak isterseniz). 

Spoiler içerebilir biraz. En azından Vardiya'yı okumuş olanlar devam etsin okumaya bence.

Her şey bir adamın bir şeyleri hayal etmeye cesaret etmesinin sonucuna bağlanıyor, kitapta da buna denk gelen ifadeleri görebilirsiniz okurken. Ancak bu hayal edilen şey, birkaç kişiyi daha etkileyen bir şeye dönüştüğünde, özellikle bu kişilerin elinde belli bir güç, hem de pek de azımsanmayacak bir güç olduğunda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Serinin özelinde konuşalım; dünyanın kaderini belirleme. Daha doğrusu, insanlığın kaderini belirleme. Dünyanın kaderini belirleme fazla iddialı oldu. Bir şekilde insan gücünün sınırını da gösteren bir seri aslında Wool serisi. Bunu doğanın kendi işleyişine insan müdahalesinin ancak bir yere kadar olabileceği bilgisi dahilinde söyledim. Dünya insanlar olmadan da, insanlar ve şu an mevcut düzen ortadan kalktığında da, en kötü senaryoları yaşamış olsa da toparlanıp yoluna devam edecek kadar zamana ve güce sahip. İşte tam bu noktada, bahsettiğim güç, insanların kaderini belirleme noktasında, sonu belirlemek için büyük bir kibir ve güçle bir adım atıyor. En son kim kalacak? 

Toz'da, Vardiya'da bir düğümün çözüldüğünü düşünsem de başka bir düğüm o boşluğu dolduruyor hikayede ve bu sefer de nokta nasıl konacak diye zaten aşina olduğumuz karakterlerin sonuyla beraber hem siloların sonunu, hem düzenin sonunu, bir yandan da dünyanın halini merak ediyoruz okurken. 

Daha da bir şeyleri açık açık yazmadan nasıl neyi yazabilirim bilmiyorum ama okuduğum en güzel distopyalardan biridir bu seri. Dört yıl önce bir Mart ayında başladığım seri yine bir Mart ayında  bitmiş oldu.

5 Mart 2018 Pazartesi

Henning Mankell "The Pyramid: And Four Other Kurt Wallander Mysteries"

Wallander Serisi'ndeki 9 numaralı kitap bu; Wallander'ın 21 yaşındaki zamanlarından başlıyor. Kitaptaki son hikaye, 1989'u 1990 yılına bağlayan bir zaman diliminde geçiyor yani Wallander serisindeki ilk kitaptan bir yıl kadar önceye dayanıyor. Ancak rahmetli Henning Mankell, kitabın başında da belirtmiş, kitap 1999 yılında, yazarın da aslında okurlar gibi "bu adam daha önceden nasıldı, ne yapıyordu?" sorusuna cevap verme amacını da taşıyor biraz. 

Wallander'ı tanıyorsanız cidden evet, o zamandan beri düzgün beslenmeye çalışıyor ve beceremiyor, boşandığı günden beri beceremediği şeylerden biri, istikrarlı biçimde tüm seri boyunca devam eden bir huyu dünyanın en iyi en yalnız dedektifinin. Öte yandan çok mühim bir bilgiymiş gibi yazmazsam dayanamam diye yazıyorum, bir dönem hava sıcaklığının aralıklarına göre kazak giyiyor. -5 ve 0 derece arası giydiği bir kazağı var mesela ya da -5 ve -8 derece arası için başka bir kazağı var. Evet Wallander'ı seviyorum ne diyebilirim.

Hikayelerin başlıkları sırasıyla şöyle; Wallander's First Case, The Man With The Mask, The Man On The Beach, The Death Of The Photographer, The Pyramid, Prologue. Hepsi zaman akışı içinde de sıralı zaten. O yüzden Wallander'ın evlenmeden önceki hayatını da görmüş oluyoruz mesela ya da boşanma aşamasını da ve boşandıktan sonraki ilk dönemi de. Yalnız Wallander serisini daha önce okumadıysanız şu yazdıklarımı uzun uzun anlatılan duygusal içerikler olarak düşünmeyen romanda ya da seride, başka bir türlü. Kısaca, gereksiz samimiyetlerden ve cümlelerden uzak bir şeyden bahsediyorum. O yüzden Wallander ve Henning Mankell başkaydı, o yüzden serinin bitmesi ve aslında Henning Mankell'in terk-i diyar eylemesi çok üzücü. Tanıdık birinin ölümüyle arasında fark yok. 

Bu kitap çevrilmedi henüz diye biliyorum ancak umarım çevrilir, seride çevrilmemiş eksik de var çünkü yine yanılmıyorsam, sürekli ve sırayla çeviri olmadığı gibi tüm seri ilk çevrilen yayınevi tarafından da tamamlanmadı. Şu an tamamlanacak mı ya da nedir durum kontrol etmedim, ama ilk kez şimdi Wallander serisinden haberiniz olduysa ilk kitabının çevirisi bir dönem mevcuttu, onun haricinde İngilizce baskıları kitapçılarda var. Agatha Christie'yi başka bir yere koyarak söylüyorum, hayatımda okuduğum en iyi polisiye serisi Wallander serisidir. Bu vesileyle tekrar vurgulayayım. Verdiğiniz paraya değecektir - okuyun yani.

28 Şubat 2018 Çarşamba

Immanuel Wallerstein "Avrupa Evrenselciliği - Gücün Retoriği"

"Bugün önümüzdeki mesele şudur: Halihazırdaki dünya düzeninin son sapkın haklılaştırılması olan Avrupa evrenselciliğinin ötesine nasıl geçebiliriz?" 
Wallerstein

William Blum, "Killing Hope: US Military & CIA Interventions Since World War II" adlı kitabının bir bölümünde Amerikan dış politikasının Amerikan karşıtı terör gruplarının yaratılması ve yayılmasını içeren stratejilerinden kısaca bahsetmektedir. Batı'ya karşı konumlandırılan Doğu'da yaratılan düşmanın çıktığı laboratuvar olarak Amerika'yı işaret etmektedir. 

Amerika'nın 11 Eylül sonrasında "terörizme karşı savaş" adı altında giriştiği işgallerin, evrensel değerleri koruma ve yayma amaçlarının altına saklaması gibi evrenselcilik iddialarını"Avrupa evrenselciliği" olarak tanımlayan Wallerstein, sapkınlaşmış bir evrenselcilik derken bundan bahsetmekte. Bu evrenselcilik, demokrasi götürmek için giriştiği işgalin kısa vadedeki katliam ve zulmünü uzun vadede "evrensel bir kazanımın bedeli" gibi göstermeye çalışan emperyalist, haince bir stratejinin gerçek evrensel değerlerin yok edilmesi ardından içine tıkıldığı yeni kılıfla Batı'nın ya da Atlantik'in sunuş şeklinden başka bir şey değil. 

Benim "demokrasi", "insan hakları", "barış", "özgürlük", "bilmem ne kazanacak", "eşitlik", "eşit bir şeyler" gibi Soros kelime haznesinden fırlamış yeni "evrensel değerler" ifadeleri görünce girdiğim buhran, Wallerstein'ın "Gücün Retoriği - Avrupa Evrenselciliği" adlı kitabının konusu aslında. 

Wallerstein, Batı'nın sömürge, işgal politikalarında, açıkça katliamlarında aslında bunun her daim görüldüğünü, ilk bölümde Amerika'ya ilk kez ayak basan İspanyollar'ın Amerika'daki yerlilere karşı giriştikleri savaşın "evrensel" zemine oturtulmaya çalışılmasında öne sürülen argümanlarla şu an karşımıza çıkan Batı'nın işgal politikalarındaki evrensel değerler iddialarının aynı noktalardaki kesişimleri üzerinden örnekliyor. Modern dünyadan giden İspanyollar'ın medeni olmayan Amerika'daki yerlilere medeniyet götürdüklerini iddia etmeleri gibi müdahalelerini haklılaştırma sebeplerini, ilerleyen yüzyıllarda da öne sürülen, bir müdahaleyi (işgali) haklılaştırıcı nedenlerle dört noktada buluşturuyor: "onlar barbar", "evrensel değerleri yok sayan uygulamalara sahipler", "aralarında kalan masumları korumak gerekiyor, "evrensel değerlerin burada da yayılması gerekiyor". Bu dört gerekçe, İspanyollar'ın ritülleri sırasında çocuk kurban ediyor olmaları ya da Hristiyan olmamaları sebebiyle Amerika'daki yerli halk arasında katliam yapmalarını, onları köleleştirmelerini, madenlerde çalıştırmalarını, zamanla etnik temizliğe gidecek yolun ilk adımlarını atmalarını, onları alıp satmalarını, topraklarına el koymalarını.... haklı göstermek için öne sürdükleri gerekçeler. İşgalin gerekçeleri. 

Cadı avının "evrensel değerler beşiği" Batı'da olduğundan ya da herhangi bir toplumda herhangi bir sapmadan zaten bahsedilebileceğinden ya da kültürel farkların farklı uygulamalarla uç ritüellerde kendisini gösterebileceğinden habersiz miydi peki İspanyollar? Irak'a giren Amerika'nın evrensel değerleri götürmesi yolundaki adımlarıyla üstteki gerekçeleri yan yana koyunca İspanyollara dair verdiğiniz cevap Wallerstein'ın da bizim de derdimizi özetliyor zaten. Batı'nın evrenselciliğinin dışında kalındığı an, evrensel değerleri size sizi yok ederek sunmak Batı'nın tüm dünyaya en büyük lütfudur herhalde. Keşke kiliseyle olan yakın temaslar bir noktada ölümcül günahları benimsetme işlevi görseydi ve bu kibir bir nebze törpülenseydi, 500 yıl öncesiyle aynı işgal dürtüsü aynı emperyalist açlık dünyanın kana bulanmadık tek bir karışı bile bırakmamaya yemin etmişçesine açlık çekmezdi belki.

Wallerstein, Batı'nın kendisini konumlandırdığı merkezi konumun, Şarkiyatçılıkta da kendisini gösterdiğine değiniyor. Şarkiyatçılığa karşı konumlanma noktasının da yine Batıcılık, daha doğrusu yine Avrupa merkezli bakışı destekleyecek bir konum olduğunu vurgulayarak, burada evrenselcilik iddialarıyla etnik merkezciliğin aslında tikelciliğe çıkmaktan başka bir şey olmadığını söylüyor. Yani ikili her konumlamada merkez bu örnekte Avrupa diyelim; merkezi Avrupa'dan çekip ona karşı durduğunuzda yine etnik merkezci bir konum alıp yine evrenselcilik iddiasına ona göre kurgularsanız yine tikelciliğe düşersiniz ki en başta "Batıcılık tikelciliktir bu yüzden evrenselcilik iddiası yanlıştır"ı savunduğunuz için bunu söylüyorsanız, bu çelişkidir - buna geliyor. Bu yüzden, tikel ve evrensel arasında yine bir bağ kurulması zorunluğu var, konumlandırmayı "ya biri ya biri" diye düşünmekten ziyade birbirine bağlamak üzerine kurmak ancak bu tikelci evrenselcilikle mücadele etme yöntemidir ve bilimsel evrenselcilik için bir yoldur, Wallerstein da sonunda buna bağlıyor. Zira evrensel olan nedir, bu nasıl tanımlanır, bunların da bir ihtiyaç olduğunu zaten ifade ediyor; yani her "evrensel değer" ifadesine karşı konumlanmanın ötesinde buradaki tanımın bilimsel olup olmadığına değiniyor. Elbet burada değerden arınmışlık sorunu karşımıza çıkar. Ki Wallerstein da değiniyor. Bunun aslında mümkün olup olmadığı tartışmasına giriyor hatta bilimde değerden arınmışlık denilince akla gelen ilk ismin bu konuya dair giriştiği çabayı "şizofrenik" buluyor; Max Weber. Weber değerden arınmış bilimi şart koyuyor ancak Wallerstein'a göre bu mümkün değil; tam da bu noktada bilim insanları ya da aydınlar için bu "evrensel olan nedir"in tanımlanması konusunda nasıl bir yol olabileceğinin anlatıyor kısaca. Akademinin gittikçe uzmanlaşmasının ve bilimsel bir taraflaşmanın bu konudaki rolüne de bir bölüm ayırmış ayrıca.

Wallerstein umutsuz kapatmamış metni; gittikçe zayıflayan bir güç karşısında çıkış yolu aradığını düşünebilirsiniz okurken. Bir şeyi tanıdıkça onun açıklarını bulmak mümkün olur; Wallerstein'ın da anlatmaya çalıştığı bir bakıma bu.