29 Eylül 2013 Pazar

Terry Pratchett "Muhteşem Maurice Ve Değişmiş Fareleri"

“Dinle Şeftali, kandırmaca insanların yaptığı bir şeydir,” dedi Maurice’in sesi. “Onlar birbirlerini kandırmayı o kadar sever ki, bunu yapsın diye hükümetler seçerler.”

Bugün bu yazıyı hazırlayacağımdan olsa gerek, gece rüyamda farelerle uğraştım. Hatta şu an yazarken fark ediyorum ki aslında uğraştıklarım baya baya Maurice’in değişmiş fareleriydi.

Terry Pratchett’ın Neil Gaiman ile beraber yazdığı Kıyamet Gösterisi’ni saymazsak, Muhteşem Maurice Ve Değişmiş Fareler’i yazarın okuduğum ilk kitabı. Ne kadar eğlenceli bir yazar olduğunu daha önceden duymuş ve Gaiman’la ortak yazdıkları kitapta görmüştüm; beklentilerim ve umutlarım boşa çıkmadı. Sürükleyici bir masalın içinde kendimi farelerin ve bir kedinin dünyasında buldum.

Bir üniversitenin, büyülü ve kimyasal atıklarını tırtıklayan fareler ve kedi Maurice bir değişime uğrar ve düşünebilme özellikleri ortaya çıkar. Artık onlar faredir, ancak düşünebilen farelerdir. Bu yeni özelliğe kimi alışamamış, kimi ise alışmakla kalmamış sevmiştir de. Kedi Maurice de bu değişime uğramış, artık konuşabilen, yani düşünebilen hayvanları – fareleri yememektedir. Örnek olarak yakaladığı her fareye tek bir kelime etmesi için bir şans vermesini gösterebiliriz!

Fareli Köyün Kavalcısı’nın bir başka açıdan ele alındığı bir öykü var elmizde. Maurice’in önderliğinde adeta bir çete olan fareler ve kavalcı Keith, köyleri önce fare istilasına maruz bırakır, sonra “ortaya çıkan”(!) kavalcı ile köyü farelerden temizleyerek ücretlerini alır ve başka bir köye doğru yola çıkar.

Hikayenin tamamını oluşturan ise son olarak ziyaret ettikleri köy ve burada başlarına gelen sıra dışı olaylar. Bürokrasi ya da yönetim üzerine ince ince dokunan espirilerle eleştirilerin dozu mükemmel, komik olduğu kadar ciddi bir izlenim bile yaratıyor yazarın dili yer yer.

Muhteşem Maurice Ve Değişmiş Fareleri kesinlikle büyümeyen insanlar için bir masal. Her ne kadar çocuk ya da gençlik kitabı adı altında kategorilendiğine denk gelsem de, aslında 25 yaşında bir çocuğun da, 25 yaşında bir kediseverin ve fareseverin de hayranlıkla okuyabildiği bir kitap olduğuna şüphe yok. Denendi, onaylandı. Bu tanımlarımı genelde Neil Gaiman için de kullanırım, büyümeyen çocuklar için yazan adam, derim. Aynısını Pratchett için de söylüyorum, her ne kadar bir kitaba bakarak bunu söylüyor olmam tepki çekebilecek olsa bile. Ancak eminim ki diğer kitaplarında da aynı hisler beni yakalayacak.

Böyle yazarları seviyorum. Büyümeyen insanları seviyorum. 25 yaşında suratsız bir insanı eğlendirebilen yazarları seviyorum.

Teryy Pratchett’ın diğer kitaplarını bir an önce okumak ve kendisine has espirilerine gülmek istiyorum satır aralarında. 

19 Eylül 2013 Perşembe

Ray Bradbury "Resimli Adam"

Ray Bradbury’yle tanıştığım kitap keşke Resimli Adam olsaymış! Bence yazarla tanışmak için en iyi başlangıç bu kitapla olur.

Neden mi?

Yazarın on sekiz öyküsünün, “resimli bir adam” üzerinden anlatıldığı bu kitapta haliyle öylesine çeşitli bir anlatım söz konusu ki, yazarın yalnız bir hikaye üzerinden neler anlatabileceğini görmenin ötesine geçiyorsunuz. Zamanda yolculuk gibi, geleceğin içinde geçen farklı zamanlar içine çıkılmış bir yolculuk hissi yaratan bu kitaplar, sınırsız bir dünya içinde yazarı tanıma şansınızı daha da artırıyor. En azından benim için böyleydi.

Vücudundaki resimlerin hikayeler anlattığı bu adamla karşılaşan kahramanımızın uykusuna yatmadan önce gözlerini dikip izlediği hareketler aslında bize bu on sekiz öyküyü sunuyor. Ancak öykülerinde devamında buna dair bir gelişme yok, yalnızca son sayfada yeniden izleyici kahramanımıza dönüyoruz ve hikaye bir süprizle sona eriyor.

Her bir öyküden bahsetmek gibi ne bir amacım ne de bir isteğim var ancak hikayeler genelinde değinmek istediğim, hikayelerin genelinde öne çıkan “geleceğin korkunçluğu ve umutsuzluğu”. Bariz bir karanlığın hüküm süreceğini düşündüren gelecek ve geleceğin teknolojisinin getirisi, insanlık için iyi olduğu beklenilen gelişmelerin aslında hayatları nasıl felakete sürükleyebilecek güçte olduğuna değiniyor. Uzayın derinliklerinde bir yolculuğun mümkün olması ancak bu yolculuğun bir felakete dönüşebilmesi gibi. Ya da bir oyun odası için neler yapabileceğini hayal bile edemeyeceğimiz çocukların gelecekte bizleri beklemesi gibi. Gelecek, karanlık ve bilinmezlik içinde bizi beklerken, Bradbury’nin kaleminden aslında tamamen ürkütücü bir imaja da bürünebiliyor. Yağmurun asla dinmediği bir gezegende hayatta kalma çabasıyla dolu, ancak umutsuzluğun kollarına her bir adımda daha da düşen ve bundan kurtulmak için en kestirme yolu seçebilecek kadar bıkmış olan karakterlerin içinde olduğu durumu siz de o kadar derin hissediyorsunuz ki mesela, kuru ve üzeri kapalı bir yerde olduğunuz için kendinizi birden, sırf bu yüzden şanslı sayabiliyorsunuz. Belki de, zaten bu şanstır ve Bradbury içinde olduğumuz durumun aslında sabit ve beklenebilir şeylerle dolu olmasının gelecek ve getirilerinden daha sakin ve daha sevilesi olmasını anlatmak istiyor da olabilir. O da artık okuyucunun nasıl anlamak istediğine kalmış sanırım.

Bunun yanında umut veren hikayeler de yok değil. Özellikle de din üzerinden bir anlatıma gittiği Ateş Balonları’nda olduğu gibi geleceğin umut verici gelişmelerinin din üzerinden, misyonerlik üzerinden anlattığını düşünüyorum. Bu arada din konusu açılmışken, bana kitabın geneli Bradbury’nin dinle olan ilişkisine dair genel bir tablo çizdi. Hatta internette biraz araştırdım ancak henüz aradığım net bilgiyi henüz bulamadım.

Irkçılık, din, ölüm, robotlar, makineleşen insanlık, uzayda yolculuk gibi çeşitli konuları işlediği her bir öyküyü okumak büyük keyifti. Özellikle aklıma Fahrenheit 451’i getiren ve kitapları yasaklanan büyük yazarların başka bir “şekilde” ve “yerde” yaşadığı hikayede Dickens’ı, Poe’yu görmek ilginçti. Sanırım bu da bir çeşit selam göndermeydi.


Belki bir gün biz de satır aralarında Bradbury’ye selam gönderebileceğimiz şeyler yazazabiliriz.

18 Eylül 2013 Çarşamba

S. L. Lewis "Sığınak"


Yeni bir yayınevi olan Kahve Yayınları’nın yayınladığı ikinci kitap Sığınak.  Okumaya başladığım ilk gün hızlıca okumama rağmen araya birkaç gün girdikten sonra, ancak hafta sonu kitabı bitirmeye fırsatım oldu. Yazısını da hemen hazırlamak istedim.

Sığınak’ta bizi, adli bir psikologun kapısının genç bir kız tarafından çalınmasından itibaren hemen hemen on iki saatlik bir zaman diliminde geçen olaylar bekliyor. Buna karşılık hikaye böyle bir zaman dilimini kapsarken, farklı zamanlara geri dönüşlerle ile olayların geçtiği ana kadar olan süreci detaylarıyla okuyoruz.

Farklı zamanlara dönüşler kafanızı karıştıracak gibi değil zira yazar şöyle bir kolaylık yapmış; her ger dönüş farklı bir bölüm ve şimdiki zamanda da olduğu gibi bölümün üzerinde olayın yeri ve tarihi de yazıyor. Böylece okurken sizi en ufak bir karışıklığa bile sürükleyecek bir şey yaratılmamış oluyor. Bence ufak ama önemli bir detay. Özellikle bazen, bazı kitapların başında bu tip dönüşler okuyucuyu soğutabilecek şekilde karmaşıklaşabiliyor.

Başkahraman Stella çevresinden dönen olaylar bizi karşılıyor. Evinden çıkamayan, neden çıkamadığını hikayedeki geri dönüşlerle öğreneceğimiz Stella, karın ortasında kapısında donmak üzere olan kızın ısrarlarına dayanamayarak kapıyı açıp kızı içeri alıyor. Bunu neden yaptığını kendisi de sıkça sorgulasa bile, artık bir nevi işlerin rayından çıktığını zamanla anlıyoruz çünkü misafiri pek de normal bir misafir olmadığı bir süre sonra kanıtlıyor. Kızın, Stella için birçok gizemi ve Stella’nın hayatına etki edebilecek iddiaları vardır. Bir gecede her şeyin alt üst olduğu filmleri akla getiren bir kurgusu var kitabın. Geri dönüşlerle birlikte yavaş yavaş işin içine iyice giren okuyucu, bir yıkılmanın eşiğine doğru giden hikayeyi de dakika dakika izler gibi her bir satırda okuyor.

Yazarının da klinik bir psikolog olması sebebiyle sıkça psikolojik terimler, hastalık isimleri ya da ilaç isimleri karşınıza çıkıyor. Yer yer hikaye içindeki karakterlerin ilaçlar üzerine yaptığı konuşmalar bir prospektüs havasına girse de okuyucu için sinir bozucu bir durum teşkil etmiyor. Üstelik, konuya ilgi duyan okur için sevindirici satırlar bile olabilir. Siz de olan bitenlerle beraber bir hastanın ilaçlarını almadığında onu nelerin beklediğini beklemeye başlarken bulabilirsiniz kendinizi.

335 sayfa olmasına rağmen bir günde okuyup bitirebileceğiniz kadar akıcı bir dili var. Bunda punto seçimin de etkisi olabilir. Yine de kitabın dili ve çeviri okuma hızınızı artıracaktır diye düşünüyorum.

Sorunlu bir ailede büyüyen ve sorunlu hayatlara sahip olan insanların bir nevi hayatlarının kesişmesi var Sığınak’ta. Aynı zamanda, ismini de aldığı üzere bir kadının sığınağının bir yabancı tarafından işgali de ve artık sığınağın işlevini tamamen yitirmesine kadar varan bir durum da söz konusu. Zira artık orası ne o güvenli yerdir, ne de hayatı eski güvenli hissettiği, sınırları duvarlar olan, o korunan, o güvenli hayattır.

Cinsel taciz, cinsel istismar, sanrılar, gerçeklikten kopma noktasında, hayallerinin arasına sıkışan gerçekliğin içinde yaşamak zorunda kalan bir genç kız, kocasının kendisine yitmekte olan ilgisine rağmen bir evliliği belki de vefa borcu yüzünden sürdüren bir kadın, kendisini suçlayan bir kadın ve tüm bu karmaşanın içinde kurtarıcı rolünde karşımıza çıkan bir polis.

İnsanın kendini suçlaması, kolaya kaçması, bir sığınağın cazibesine kapılması ve sığınağını fark etmeden hapishanesine çevirmiş olduğu gerçeği de satır altlarından okuyucuya geçen bir diğer duygu oluyor.

Yayınevinin bir sonraki yayını içerik olacak nasıl bir kitap olacaktır bilmiyorum ancak psikoloji alanında yazılmış romanlara, Sığınak gibi romanlara yönelirlerse takip etmesi güzel olacaktır diye düşünüyorum.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Alfred Bester "Kaplan! Kaplan!"


Kaplan! Kaplan!’ı mayıs ayı sonunda satın almış ve peşinden büyük bir hevesle okumaya başlamıştım. Her bir sayfada da o heves azalmıştı çünkü kitaptan hiç hoşlanmadım. Ne hikaye, ne anlatım bende en ufak bir merak uyandırmayacak şekilde ilerliyordu. Uzun süre kendimi zorlamanın ardından kitabı okuyamayacağıma karar verip sürekli gözümün önünde durabileceği bir konumda “uykuya” bıraktım.

Geçtiğimiz haftasonu da, cumartesi günü elimdeki kitabın bitmesiyle beraber “dur ben şunu tekrar okumayı bi deneyim” dedim. Çünkü böylesin övgüyle anılan bir yazarın, böylesine meşhur bir kitabını okuyamamak bana kendimi baya bir kötü hissettiriyordu. Öyle de duygusalmışım meğer kitaplar konusunda. Şaka. Neyse, devam edelim.

Kitabı bir gün içinde de bitirdim. Meğer nasıl sürükleyici bir hikayeymiş o öyle! Bunu anlayamamış olmama da ayrıca sinirleniyorum – gibi.

Gully Foyle benim adım
Terra benim yurdum
Derin uzay benim evim
Ve ölümdür hedefim

Jaunte’lemek, teletaşıma keşfedilmiştir. İnsanlar kendilerini taşıyacakları koordinatları ve bulundukları noktayı tam olarak bilirlerse, kendilerini bir nevi “ışınlayarak” saniyeler içinde bir noktadan bir diğerine Jaunte’leyebiliyordur. Yalnız jaunte’lemek belirli bir mesafe içinde sınırlıdır ve uzayda bunu yapmanız mümkün değildir. Kelimenin isim babası ise ilk kez bilinçsizce kendisini jaunte’leyen bilim insanıdır; kendisinin adıdır.

Göçebe’nin içinde, uzayda sürüklenen, hapsedilmiş Gully Foyle ile başlıyor hikayemiz. Kendisini kurtarma çabası karşılıyor bizi. Sürekli yukarıda yer alan dizeyi tekrarlayarak üç aydır uzayın karanlığında sürüklenmektedir. Bu sırada, yanında Vorga adlı bir uzay aracının görür. Gully, kurtarılmak için peş peşe yardım sinyalleri gönderir, elinden gelen her şeyi yapar fakat Vorga kendisini gördüğü halde yanından hiç bir şey yokmuş gibi basar gider.

İşte kitap boyunca Gully Foyle’un nefretini, intikamını şekillendirecek olan olay da bu oluyor. Vorga onu almadan gitmiştir. Onun da en büyük amacı Vorga’dan intikam almaktır!

Macera boyunca, Göçebe’nin kendisine has bir sırrının olmasının yanısıra özellikle odaklanılan nokta Gully Foyle’un intikam almak için çıktığı yolculuk. Bu yolda başına gelenler ve bir macera filmini aratmayan görüntüleri gözünüzün önünde tereddütsüz oluşturabilen anlatım sayesinde su gibi akan olaylarla beraber kendinizi geleceğin içinde, bir kovalamacada buluyorsunuz.

Bir yandan PyrE adlı bir maddenin peşinde olan onlarca insan, diğer yandan Gully Foyle’un kişisel saplantısının peşinden koşması ve bu sırada PyrE’ye ulaşmak için Gully Foyle’un peşinden koşan insanlar. Maddenin sırrını kitabın ilerleyen sayfalarında tıpkı insanların Foyle’un peşinden koşmasının asıl amacının anlamanız gibi okuyorsunuz.

Finalde, Foyle’un insanların kendi hayatlarını kendileri belirleme şanslarının ellerinden alınması üzerine yaptığı konuşma etkileyiciydi. İnsanların ya da –evrenin- hayatının gidişatını bir grup insanın tekelindeki bir yönetimle belirleme fikrinden ne kadar nefret ettiğini, insanların kişiliklerini hiçe sayarak toplum adına, milyonlarca insan adına bir kaç kişinin ne verdiği kararların ne kadar “adil”(!) olduğunu görüyoruz.

Küçük bir benzetme yaparak, bir adamın intikamı uğruna yaşaması, hayatına devam etmesi ve o saplantısıyla ilerlemesi bana The Crow: Eternal Love filmini getirdi. O film hayatta izlediğim en güzel filmlerden biridir. Eric Drawen’ın mezarından intkamı için dirilmesi ve amacı uğruna gözünü karartması, Gully Foyle’un intikam için yanan benliğiyle çok benzer bence.

Bu arada olayların tamamının uzak bir gelecekte geçtiğini belirtmekte fayda var. Bu, olan biteni daha heyecanlı ve düşlemesi daha zevkli bir hale sokuyor.

Yine de kişisel fikrim, geleceğin bu şekilde tasvir edilmesi beni her zaman korkutmuştur. Gelecek böyle olacaksa gerçekten görmek istemiyorum. Insan aklının sınırlarının ötesinde olup olmaması değil sorun, sorun aslında gücün ve tehlikenin insan hayatında daha büyük bir yer kaplıyor olması ve beklenmeyen her anda karşısında bitivermesinin kolay olması. Şu anki dünyada en büyük korkumuz savaş ya da doğal afetler iken, bilimkurgu kitaplarında çizilen gelecekte her zaman felaketin felaketi daha yıkıcı ve daha yakındır. Işte bu yüzden bilimkurgu içindeki geleceğin acımasız kötülüğü bana her zaman içinde bulunduğum zamanı daha çok sevdirmiştir ve kitabı kapattıktan sonra kendi zamanıma dönebilecek olmanın verdiği güvenle okuyorum sanırım içten içe.

3 Eylül 2013 Salı

Mehmet Perinçek "Türk - Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar"


Mehmet Perinçek’in 2011 yılında yayınlanan kitabı Türk – Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerinin atıldığı günlerden günümüzde dek Rusya ile olan ilişkilerimizin derinliği hakkında fikir sahibi olmak isteyenler için mükemmel bir kaynak.

Öncelikle, normalde tanıttığım kitaplardan bir hayli farklı bir konumda. Cahil olduğumu düşündüğüm bir konuda daha fazla bilgi sahibi olmak için okudum. Diğer kitaplar ile de devam edeceğim açıkçası. Sırada Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri var, yazar elbette aynı.

Aslında yazar ve 2011’den günümüze yaşadığını tahmin ettiğim ve bizzat bir hukuksuzluk içinde yaşadığı akıl almaz gerçeklere dair söylemek istediğim çok şey var ancak kitaba odaklanmayı şimdilik tercih ediyorum. O konuda yazmaya başlarsam sayfaların yeteceğini sanmıyorum.

Devam edelim.

(Önemli not; kitap hakkında yazarı eleştirmek haddim olmadığı için – zaten konu hakkında kendisiyle kıyaslandığında bilgimin ne kadar olabileceğini de göz önüne alırsak – aslında kısaca içeriğin ve aklımda kalan önemli noktaların kısa bir özeti olacak.)

Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurulan Türk – Rus Dostluk Cemiyeti ve dönemin koşulları bakımından kurulmasının önemi ilk olarak ele alınan konu. Savaş öncesi Almanya riskine karşı kurulan bu cemiyetin Rusya için bir tür “önlem” olarak görülmesi bir yana, her iki taraf açısından da olumlu sonuçlar doğurduğunu görmek mümkün. Böylece her iki ülkenin de birbirine gittikçe yakınlaşmaya başlamasını belgelerle görebilirsiniz.

Türk – Rus dostluğunu farklı boyutlarda ele alarak ilerliyor kitap. Bu dostluğun farklı konulardaki boyutlarını ele almadan önce benim öncelikle değinmek istediğim şey ise Mustafa Kemal ve Lenin’in devrimlerinin birbirlerinin destekçisi, belki birbirlerinin yaratıcısı ve aynı zamanda her ikisinin de birbirinin teminatı olduğu gerçeği. Zira Türk ve Rus devrimlerinin yerlerini aldıkları ideoloji için nasıl bir tehlike olduğunu belki hala ve farklı ülke ve zihniyetler için hala birer tehlike olduğunu- gördüğümüzde, bu birlikteliğin aslında dünyaya karşı bir meydan okuma olduğunu söylemek doğru olur. Özellikle Moskova Antlaşması ve Kars Antlaşması ise batı emperyalizmine karşı bir olduklarını resmen ilan etmiştir bu iki devlet.

Birbirlerine destek olmaya ve her iki devrimi de yaşatmaya böylesine inançlı olan iki ülke, aradaki ilişkileri geliştirmek adına sıkça ve her şeye, her zorluğa (FİFA gibi) aralarında futbol maçları bile düzenlemiştir. Kitapta uzun bir bölüm halinde ele alınan iki ülke ve futbol konusunu severek okudum. Öyle ki her iki takımın da rakip ülkeye maça gittiğinde neredeyse devlet adamlarına yakışır karşılama törenleri karşılanan ve ağırlanan takımlar ya da iki ülkenin arası bozulmasın diye yok sayılan goller ya da araya devlet adamlarının girmesiyle sakinleştirilen ateşli maçlar… Her ne kadar sıkça bir tebessümle okusam da aslında geçmişe dair bende de bir özlem uyandırdı. Ne bileyim, ülkemizdeki bir statta siz de Türkiye’nin kardeş Rusya’yı selamlamasının pankartını görmek, Rusya’da bir dergide Türk – Rus kardeştir yazısını görmek istemez misiniz?

Bunları, bana emanet edilen ideolojiye dayanarak söylüyorum.

Son olarak, Türkiye’deki sanayileşmede Rusya’nın payı. Maddi yardımlarıyla olduğu kadar teknik ve eğitim gibi konularda da, mühendis yetiştirmek ya da iş gücü eğitebilmek amacıyla Rusya’nın Türkiye’ye olan desteği detaylarla anlatılmış.

Küçük bir detay ise, İstiklal Caddesi’nin ismine nasıl kavuştuğunu açıkçası ben bilmiyordum, bunu da öğrenmiş oldum.

Her bölüm sonunda belgelerin orijinalleri ve bölümde geçen kişilerin fotoğrafları gibi başka yerde bulamayacağınız ekler mevcut.

Eğitim sistemimiz ilköğretimde de lise de de –en azından benim zamanımda, şimdi liseler nasıl zaten hiç bir fikrim yok- tarih kitaplarında aynı cümlelerle işlerdi konuları. Mesela sizin de Rusya dendiğinde aklınızda kalan o kalıplaşmış “sıcak denizlere inme politikası” değil midir? Elbette bilginin yanlışlığından bahsedecek değilim, yanlış da değil zaten de. Bahsetmek istediğim bir şeyin derinine hiç inmeden öğreniyoruz genelde, ya bir sınav ya da benim zamanımdaki gibi ÖSS için. Daha fazlasını öğrenmek için, merak etmeye başladığınız o şanslı anda da karşınıza doğru kaynaklar çıktığında kendinizi şanslı sayın bence. Bu kitap gibi. Özellikle öyle bir devletle olan ilişkimizden bahsediliyor ki, günümüz dünya siyaseti içinde içinde olduğumuz konumu da göz önüne alırsak, geçmişten belki de o klişe “ders çıkarma” noktasına bile gelebileceğimiz bir devletle. Ya da ideoloji ile diyelim. Umarım anlatabilmişimdir. Siyasi ilişkilerimizin, dünya üzerindeki önemimizin o halden bu hale nasıl geldiğini ise acı içinde okuyabilirsiniz. Kitabı kapattıktan sonra haberleri ya da bir gazeteyi açmanız eminim içinizi sızlatacak.

Severek, neredeyse bir günde bitirdiğim bu kitabı gözüm kapalı tavsiye ediyorum.

1 Eylül 2013 Pazar

China Mieville "Perdido Sokağı İstasyonu"


Okuduğum her China Mieville kitabı ile beraber kendimi, bir yazar olarak gördüğüm kendimi oldukça bahtsız hissediyorum. Kendisinin yaratıcılık mertebesinde bulunduğu noktadan o kadar uzak olduğumun farkında olduğum her an, kendime bakışımdaki üzüntü bir yana, kendisine bakışımdaki hayranlık bir yana, farklı seviyelerde hızla yükselmeye başlayan iki ok olarak bir grafiğin üzerinde seyre başlıyor. China Mieville ile kendimi kıyaslama gafletine düşüyor gibi görünsem de, bahsetmek istediğim asıl konu yazarın her bir satırını okudukça yazara duyduğum hayranlığın artışı elbette.

Perdido Sokağı İstasyonu'nu kısa zaman önce edindim ve bir iki gün önce de bitirdim. Öyle bir dönemde okumuşum ki, bunu da şansa bağlıyorum, devam kitabı "Yara" da dilimize kazandırılmış. Kısa zamanda onu da okuyup, arayı soğutmadan hikayeye devam etmek istiyorum.

Hangi hikaye derseniz:

Yeni Crobuzon, birbirinden farklı ırkların, devletin bir cezalandırma yöntemi olarak kullandığı yeniden yapılandırmaya maruz kalmış Tekraryapımların (aslında bu sürekli olarak cezalandırma amacıyla da yapılmıyor, yanlış anlamadıysam isteğe bağlı ya da ihtiyaca bağlı da yapılabiliyor) oluşturduğu bir şehirdir. Merkezinde ise Perdido Sokağı İstasyonu bulunmaktadır.

Kahramanlarımızdan Isaac Dan der Grimnebulin üniversiteden ayrıldıktan sonra kendi çalışmalarına ağırlık vermiş bir bilim adamıdır. Bir gün kapısı, umutlarını bağladığı imkansız bir dilek için kendisine ulaşan bir başka ırk, bir Garuda tarafından çalınır ve Yagharek adlı bu Garuda'nın isteğinin peşinden, bir bilim insanının kendisini cezbeden ve merağını uyandıran, hatta kendisini tavlayan bir "buluşun" peşine koyulur gibi çalışmaya başlar. Ve bizim hikayemiz de aslında bundan sonrasıdır.

Hikaye, beklenmeyenin etkisi altına giren bir şehir ve çıkış noktasının aranması ana ekseninde, her bir karakterin kendi hikayelerinin de katmanlarıyla zenginleşiyor.

Hikayeye dair belki şimdiden bile çok şey söylemiş olabilirim. Bu yüzden susuyorum. Kitabı okumadan hikayeye dair pek az bilgim vardı ve okuyan herkes aynı tadı alsın istiyorum.

China Mieville, okuduğum diğer iki kitabına (Şehir Ve Şehir ve Kral Fare) nazaran Perdido Sokağı İstasyonu'ndan tüm yaratıcılığı ve zekasıyla karşımda daha bir ihtişamlı durmaya başladı. Beni benden alan Şehir Ve Şehir'i bir kenara ayırıp, kurgusundaki dehaya hayran kaldığım Perdido Sokağı İstasyonu hakkında söylemek istediklerime geçmek istiyorum.

Öncelikle artık tamamen dünyanın, bildiğimi anlamda dünyanın görselliğinden ve ırklarının sınırlılığından ayrılmış bir dünya bizleri bekliyor. Şehir, benim aklıma nedense, başta Londra'yı getirdi. Daha grotesk bir havaya, daha gotik bir havaya bürünmüş ve yıpranmış, berelenmiş hatta çürümeye başlamış bir Londra getirdi aklıma. Bunu yazara ya da benim kolayıma kaçmasına bağlayabiliriz. Ya da başka bir şeye. İçinde bulunduğumuz şehir içinden geçen nehir ile ikiye bölünmüş, tren yolları ile bir ucundan bir ucuna uzanılabilen, merkezinden uzaklaştıkça tehlikeye, farklılıklara ve aslında daha da ve daha da yoksulluğa ve suça çıkılan bir yer, Yeni Croubzon.

Yeni Croubzon'da ırk çeşitliliği akıl almaz boyutlarda. Tekraryapımların sunduğu (!) sınırsız kombinasyon seçeneği ile karşınıza çıkabilecek canlı görüntüleri bilinen kat be kat ötesinde. Hepsinin yanında, Tekraryapımlar haricinde karşımıza çıkan ırklar ise basit farklılıklardan öte, her birini bilimkurgu/fantastik dünya için bir kazanç olarak görüyorum. En basitinden, sürekli karşımıza çıkan Lin karakterinin ait olduğu Kepri ırkı ve bu ırka dair özelliklerin detaylı betimlemeleri, kapasiteleri ve bedenlerinin tasviri o kadar detaylı işleniyor ve işlevleri o denli vücut bulacak şekilde satırlara yansıyor ki, hayal kurma yetisi pek gelişmemiş (hakaret anlamında söylemiyorum) okuyucu için bile kanlı canlı biçimde tüm kitap boyunca yanı başınızda bulunmaya devam ediyor.

Tıpkı Kepri ırkı gibi onlarca farklı ırk karşımıza çıkıyor. Zira şehrin farklı bölgeleri farklı ırkların neredeyse egemenliği altında. Ancak yine de asıl egemenlik, tüm yeraltı şebekeleri ve  suçlu oranına rağmen devletin elinde.
Perdido Sokağı İstasyonu'nu günümüz dünyası ile kıyaslamak, tüm uçlarda ırklara ya da şehrin havasına rağmen mümkün. Zira mafya - devlet ilişkisine değinen ya da devlet sırlarına değinen bölümlerde her şeye rağmen size de tanıdık gelecek kısımlar olacağından eminim.

China Mieville bildiğim kadarıyla, lütfen yanılıyorsam düzeltin, İngiliz İşçi Partisi üyesi. Bu vesile ile kitaplarındaki genel havada (Kral Fare'de sosyalist bir babanın ölümü ile başlayan süreçte oğlunun sürüklendiği macerayı hatırlayalım, örneğin) yine kendi ideolojisinden parçalar görebiliyoruz. Örneğin hikaye boyunca etkisi hissedeceğiniz işçilerin grevi ve devletin bu greve yaklaşımı, bastırma ya da susturmaya yönelik girişimleri her ne kadar kurgu bir ülkede ve zamanda geçiyor bile olsa size fazlasıyla tanıdık gelecektir.

Öte yandan Lin karakteri üzerinden bağlı olduğu sosyal çevreden kopuş, kendi kültüründen ve geçmişinden bir şekilde uzaklaşmaya çalışma, yeni bir dünyaya açılma çabası içindeki genç bir kadın örneği üzerinden de uyum sağlama ya da aidiyet hissini oluşturmaya çalışan bir sanatçının, bir kadının hikayesini okuyabilirsiniz.

China Mieville'i durup durup yeniden alkışlamak için bahaneler aramıyorum ancak kitabın başına yerleştirdiği haritaya kitabın sonunda dönüp tekrar baktığınızda o harita size üç boyutlu vere her bir noktasında gerçek hayatı görebileceğiniz bir kuşbakışı sunacak. Şehir ve içindekiler sizin için o kadar detaylı tanımlıyor ve öylesine gerçekçi anlatılıyor ki, Yeni Croubzon bir süre sonra avcunuzun içi kadar iyi bildiğiniz bir yer haline geliyor. Her köşeden ne çıkabilir, siz de biliyor gibi olacaksınız. Ancak, elbette bu bile sizi bir sonraki sayfada bekleyen süprizlerin şaşkınlığından alıkoyamayacak.

Her bir satırında kovalamaca, macera ve süprizlerle dolu, kurgunun üstatlarından bir yazardan, mükemmel bir kitap, mükemmel olduğundan emin olduğum bir seriye başlamak istiyorsanız yolunuzu siz de Perdido Sokağı İstasyonu'ndan geçirin.