30 Ekim 2013 Çarşamba

H. P. Lovecraft "Uyku Duvarının Ötesinde"


H. P. Lovecraft’in öykülerinin derlendiği üç kitaplık bir serinin birinci kitabına sahibim. Ama bu kitabın kapağını ayrıca sevdiğim için sahafta denk geldiğimde alayım dedim. İyi de yapmışım. Ya ben yıllar önce okuduğum öykülerin unutmaya başladım ya da bu öykülerin çoğunu ilk kez okudum. (Aç da iki kitabı karşılaştır be insan, dediğinizi duyar gibiyim. Yapacağım. Ama üşeniyorum.)

2000 yılı 6:45 basımı olan bu kitap da aslında üç kitaplık bir serinin parçası. Diğer kitaplar bende yok. Sahaflarda denk gelirsem almayı düşünüyorum ama.

Artık kitaba getirebilirim galiba konuyu.

Tanıyan, okuyan biliyordur zaten yazarın dünyasını. Bilmeyenler için ya da bilenler ve bu yazıyı okuyanlar için yine de genel bir çerçeve içinde kitaptan bahsetmek istiyorum.

H.P. Lovecraft’in dünyasında sizi bilinmeyenler, kötü ruhlar, gizemli kalıntılar, yalnızlığın içinde deliliğe sürüklenen insanlar, rüyalar, kabuslar, korkular bekliyor. Aslında daha da fazlası. Bir an bir ailenin üzerine çöken, ailenin erkeklerinin 32 yaşında öldüren bir lanetin gizeminin peşinde koşarken, bir an çıkmaza girmiş bir denizaltının içinde bir grup Alman’la beraber buluyorsunuz kendinizi ve onların korkunç sonuna yaklaşırken, gittikçe yalnızlaşan bir adamın etkisi altına girdiği gücün kendisini taşıyacağı sonu bekliyorsunuz… Öykülerin genelinde insanın bilinmeyen karşısında içine düştüğü korku ya da şaşkınlığın pençesinde, merakla ilerleyen ve sona yaklaştıkça aydınlanan, ancak bu aydınlanmanın getirdikleri yüzünden dehşete kapılan karakterlere sıkça denk geliyorsunuz. Sanırım bu da insanın bilinmeyen karşısında her zaman düşeceği bir duygunun yazarın anlatımına yansıması. 

Benim en öykü ise kitaba da adını veren Uyku Duvarının Ötesinde'ydi.

Lovecraft okurken aklıma sıklıkla Evil Dead geliyor. Kafamda ikisi birbiriyle çok ilişkili nedense. Aslında aklıma gelen bir iki isim daha var ama blog’umun kapatılmasını istemediğim için uslu duracağım, daha doğrusu tırsmış bir kedi gibi davranacağım ve susacağım.

Kendini tekrara düşmeden ilerleyen öyküleri ben gece okumaya çalıştım ama büyük kısmını da hava aydınlıkken okudum. Tavsiyem, gece, olabildiğince sessiz bir ortamda kendisini kısık ışıkta okumanız. Biraz ortamı uygun hale getirmekte fayda var. (Yemek tarifi verir gibi okuma tarifi verdiğimin farkındayım ama utanmasam “mum ışığında okuyun asıl öyle lezzetli pardon etkili oluyor” diyeceğim ama seçkin bir blog yazarı (!) olduğum için demiyorum).

H.P. Lovecraft okurken… Kendisinden, daha doğrusu genel anlamda gotik edebiyattan (mesela hemen aklıma Poe geldi) ilham alan Nox Arcana adlı grubu dinlemenizi ise şiddetle tavsiye ediyorum. Transylvania adlı albümleri özellikle. Tavsiyemi dinleyin, gece okuyun ve bu albüm eşliğinde okuyun. Pişman olmayacaksınız. Öykülerin etkileyiciliğinin artacağından eminim.

Farkındayım, çok dağınık bir yazı oldu. Bu seferlik böyle olsun. 

28 Ekim 2013 Pazartesi

Julia "Bir Kriminoloğun Maceraları" 2


Beşiktaş’ta oturmanın en güzel yanlarından biri Arkabahçe’ye, çizgi roman cennetine yakın olmak sanırım. Hehe. Geçtiğimiz cumartesi günü yine evden çıkar çıkmaz önce oraya uğradım, bir süredir aklımda olan ve hakkında okuduğum şeylerden sonra pek merak ettiğim “Julia – Bir Kriminoloğun Maceraları” adlı seriye başlamak için dükkana girer girmez Julia’ların durduğu rafa yöneldim. İyi, hoş fakat 1. cildi hariç diğer sayıları vardı. Sorduğumda, birinci cildin basımının olmadığını söylediler. Ben de ikinci ciltten başlarım, ne olcak, diye düşündüm. Zaten her bir cildin içindeki hikayeler bağlantılı değil, ayrı ayrıymış. Okuyunca ben de gördüm bunu.

Bu kitapta da Julia’nın başından geçen, kendisinin dahil olduğu üç macera vardı.

İlk hikaye, Görünmeyen Ölüm’dü. Nakliyesi sırasında bir hırsız tarafından neredeyse yanlışlıkla çalınan bir fotoğraf makinesi içinde gizlenmiş bir virüsün en kısa zamanda bulunmaya çalışılması üzerine, yüksek tempolu bir hikayeydi. Aynı zamanda, mantık olarak benim de Julia ile tanıştığım ilk hikayeydi.

İkincisi, Kandaki Ritim ise bence üç öykü arasında en vahşi olanıydı. Bir grup gencin yaptığı bir katliama odaklanıyordu. (Aklıma “Them” ya da “They” unuttum adını tam, Fransız filmi vardı,hatırlayan var mı? O geldi nedense.)

Üçüncü öykü, Alice’in Ülkesinde’de de ise çocukları öldüren bir katilin, kullandığı ilginç yöntemin ve çözümün peşinde görüyorduk Julia ve ekibi. Bu hikayenin diğerlerinden ayrıştığı nokta ise Julia’nın rüyalarının da işin içine, yani çözüme yönelik çabaları içine girmesiydi.

Hikayelere kısaca değindikten sonra gelelim Julia’ya dair genel fikirlerime.

Öncelikle benim beklediğim, bir kriminolog öyküsü olarak daha ziyada CSI, hatta pek sevmesem de nedense Tess Gerittsen romanları tadında bir kurguydu. Yani bolca tıbbı terim, derin tıbbi ve psikiyatrik analizler bekliyordum. Öyle olmadı. Yani ben fazla abartmışım sanırım beklentilerimi. Julia’da, Julia yer yer katilin/hedefin psikiyatrik profilini çıkarmaya çalışması haricinde ve kovalamacanın –e tabi hikayenin kahramanı olarak- içinde yer almasının haricinde beklediğim gibi değildi. Bu kötü mü? Hayır. Çünkü anlatım çok sürükleyici geldi bana. Yani beklentilerimden farklı çıkmasına rağmen gayet sevdim.

Bir diğer nokta: Karşıma çıkacak olayda öncelikle bakış açısı Julia’nın gözünden ibaret sanıyordum ki bu konu da da yanıldım ve katillerin gözünden de hikayenin akışının yansıtıldığını gördüm.

Julia’nın kişiliği ve gündelik yaşamı daha fazla yer alır sanıyordum – neden bilmiyorum böyle sandığımı – ancak dengeli biçimde, abartıya ve derine kaçmadan kendisinin özel hayatı hikayelere dahil oluyordu. En fazla da en sonuncu hikayede yer aldı kişisel hayatı, kardeşiyle vs olan ilişkisi.

Özetle, kendini hızla okutan, hareketli, kovalamacası, macerası bol bir dünya Julia’nınki. Bir günde bitiverdi kitap. Cumartesi gecesine yakıştı da. Diğer kitapları da alacağımdan eminim ayrıca. Tavsiye eder miyim – elbette.

Philip K. Dick "Karanlığı Taramak"


Karanlığı Taramak (Scanner Darkly) aslında benim üniversitenin ikinci yılında izlediğim bir filmdi. Kitaptan, Philip K. Dick kitabından uyarlama olduğunu biliyordum ancak uzun zaman – nedense – gidip kitabı da okuyayım demedim. Ancak bu yıl okuma şansım oldum. İyi ki de oldu, çünkü filmin büyük kısmını unutmuşum. Öyle ki finali benim için sürpriz oldu. Böyle de süper bir hafızam vardır işte. Yaşlanıyorum. (Kitabı okuyup, üzerine filmi izleyin derim. Film, özel bir teknikle çekilmiş ve Robert Downey Jr., Barris karakterini mükemmel canlandırmıştı.)

Karanlığı Taramak, D maddesi adlı bir uyuşturucunun tüm Amerika’yı sardığı ve önlenemez bir sorun halini aldığı bir dönemde geçiyor. Bağımlılığın yok edilmesi için açılan tedavi merkezleri haricinde mücadelenin içinde asıl olarak devletin kendisi yer alıyor. Bunun için kurulan özel ekipler var ve bu ekiplerin en büyük özelliği (ya da aslında polisin en büyük özelliği) özel bir kıyafet giymeleri; bu kıyafet sayesinde giyen kişi sesten tutun da görünüşe kadar zerre ipucu vermiyor karşı tarafa. Böylece Fred adlı görevli, işinin başında, elbisesinin içinde ve Bob Arctor adlı bir D maddesi kullanıcısının, satıcı olduğundan şüphelenilen adamın peşinde çalışıyor. Her şey yerinde, takip ilerliyor. Burada garip bir şey yok, bir kaçan bir kovalayan var derseniz; Bob ve Fred aynı kişi der ve çekilirim.

Uyuşturucuya gömülü bir halde yaşayan, aynı evi paylaşan arkadaşlar Fred ve ekibinin böylece gözetimi altına giriyor. Barris adlı bence kitaptaki Bob’dan sonra en ilginç olan karakter de dahil olmak üzere kendileri dahil etraflarındaki tüm insanlar uyuşturucuya batmış durumda. Kurtulmaya yönelik en ufak bir çaba olmaması, kurtulma için yönlendirilecekleri ya yollanmak zorunda kalacakları merkezlerin kötü şöhretleri ve kimliği yok ederek yeni bir “siz” yaratmaya yönelik, bir şekilde bence insanları adeta “patatese” çevieren yöntemleri de bu bataktan kurtulmaya pek de hevesli olmamalarının bir sebebi.

Hikayenin kabaca hatlarını çizdiğimi düşünüyorum; uyuşturucu mücadelesindeki devletin kendi kendisini takip etmek zorunda kalan bir müptelası/görevlisi. Üstelik bunun bilen elbette yalnız kendisi. Üstelik kendi çevresinden birinin ya da birilerinin sürekli kendisini “öldürmeye çalışmasına” ya da “zarar vermeye” çalışmasına maruz kalıyor fakat bunun kim olduğu belirsiz.

Zamanla iş çığrından çıkıyor ve Bob’da bariz bir dissosiyatif bozukluk belirtileri görmeye başlıyoruz. Kendi kendisinden haberdar olabilmek için evine yerleştirilen gizli kameralardan kendisini izleme ihtiyacı duymaya, Bob’un ne yaptığına dair kendisini sorgulamaya başlayan bir Fred görüyoruz. Öyle ki karakter neredeyse gerçekten bir ikiye bölünme yaşıyor ve Philip K. Dick’in muhtemelen kendi hayatından – çevresinden de gözlemleyerek kağıda döktüğü üzere uyuşturucunun etkisi altındayken ortaya çıkan, gerçekliğin ve kurgunun bir araya gelip karman çorman olduğu zamanlarda neredeyse Fred olarak, olan biteni “bu adam ne yapıyor” şeklinde izler buluyoruz kahramanımızı.

Özellikle dissosiyatif bozukluk muzdariplerinin okumasını, kendilerinde gördükleri benzer durumları görmelerini isterdim. Bu bazen aslında bir şeyleri “daha normal kılabilmek” için işe yarayabiliyor. En azından benim fikrim bu. Anormal bir insansanız kendiniz haricinde bir örnek daha görebilmek, bir şekilde gerçek hayattan da pay taşıyan bir hayatın yansıdığı bir kitaba göz atmak buna yardımcı olabiliyor; demek ki ben o kadar anormal değilim, çıkarımıyla aslında “normal” içinde yer aldığınızı görebiliyorsunuz. (Normal ve anormal kavramlarını kullanışım üzerine uzun uzun konuşmak isterseniz bir mail atmanız ve kendi fikirlerinizi öne sürmeniz yeterli.)

Gerçek kurguya, kurgu gerçeğe, gerçek belirsizliğe, belirsizlik gerçeğe dönüşüyor; korkular sanrıları sanrılar gerçekleri doğuruyor, uyku gerçeği örtüyor, yaşam karman çorman oluyor, Bob kendi gerçeğini yitiriyor, Fred Bob’un gerçeğini arıyor…

Yazarın şizofreni hastası olduğunu, uyuşturucu deneyiminin var olduğunu da hesaba katarsak, anlatımda neden bu denli güçlü bir dil olduğunu da biraz daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Diyeceğim şu ki Philip K. Dick’i çok seviyorum; çünkü onu anlayabiliyorum. Çünkü o da beni anlayabilirdi ve işte bu yüzden tüm sevdiklerim ölüler diyorum.

Dial H "Into You"


DC Comics’in Dial H serisinden ilk kez Goodreads sayesinde haberim olmuştu. China Mieville adı yazıyordu çünkü üzerinde! Blog’u takip edenler varsa artık biliyordun, China Mieville’i pek seviyorum. Hatta son zamanlarda gerçekten hayranı olduğumu söyleyebileceğim üç yazardan biri ve o listenin en üst sırasında yer alıyor kendisi.

Dial H’e (Dial H: Volume 1: Into You) dönersek… Kendisini Goodreads’te gördüm; daha sonra da Beşiktaşımız’ın güzide çizgi roman dükkanı Arkabahçe’de de satıldığını öğrenmemle birlikte “tüketici olarak satın alma sürecine” girmiş bulundum. Tabi öncesinden bir süre son gelen postadakiler bittiği için bir diğer kargonun okyanuslar aşıp gelmesini beklemem gerekti ama değdi.

Konusu şöyle; gelecekten hiçbir beklentisi olmayan, formunu kaybetmiş, sürekli sigara içen ve sürekli tıkanan, sağlık sorunları yaşayan Nelson Jent, bir gece kendisine yardım etmek için evinde bulunan arkadaşıyla bir atışma yaşar. Arkadaşı evi terk edip gider. Ardından Nelson da yola çıkar ve gördüğü manzara arkadaşının zor bir durumda olduğudur. En yakın telefon kulubesine yardım çağırmak için gider ve çevirdiği numara
4 – 3 – 7 – 6’dır. Yani H – E – R – O’dur.

Elbette anında ortada bir süper kahraman belirir. Doğru numarayı çevirdiğinizde karşınıza süper kahramanlar çıkaran bir telefondur zira bu. Ve tüm olay da bunun etrafında döner…

Hikayenin geri kalanı çizgi romanda saklı.

Ancak belirtmek istediğim birkaç nokta var; birincisi, İngilizcesi çok kolay anlaşılır. Yani İngilizceniz’e güveniniz az fakat Dial H’e de başlamak istiyorsanız bence sorun etmeyin. Gerçekten çok rahat okunuyor.

Benim için sorun olan kısım ise hikayenin karmaşıklığıydı. Blog’dan takip edenler belki fark etmiştir, tanıttığım çizgi romanların hiçbiri süper kahraman anlatısı değildi. Bu yüzden Dial H bana çok karmaşık geldi. Sürekli sayfalar arasında dönüp “bu şimdi buradan niye geldi” diye tekrar tekrar okumam gerekti. Üstelik karakter sayısı o kadar fazla ki, bir süre sonra dönüp dönüp okuduğunuz o sayfalar arasında onlarca sayfa bile girebiliyor.

Ya da bu sadece benim için böyleydi. Yine de ağır aksak ilerleyen bir tren gibi okusam da beğendim. China Mieville yazar da beğenmez miyim ayrıca…. Beğenmek için tüm dikkatimi kitaba verdim.

(Yine de samimi bir itiraf; evet, hala kafamda soru işaretleri olan bölümler var!)

Çizerine değinmeden elbette bu yazıyı bitirmeyecektim; Mateus Santolouca adlı bir çizer, deviantart sayfasından bakmıştım, yanlış hatırlamıyorsam kendisi genç bir insan. Çok da güzel çizimleri var, bakmanızı tavsiye ederim. Ben ilk kez karşılaştığım için daha detaylı bilgim yok hakkında. Ancak onca karakterin onca farklı şekilde yer aldığı Dial H’deki çizimlerine hayran kalmamak elde değil.

Özetle; China Mieville’in bir de çizgi roman dünyasındaki işlerine siz de bakın derim.

22 Ekim 2013 Salı

Philip K. Dick "Beyond The Door"


Haftasonu Philip K. Dick’in Karanlığı Taramak adlı kitabına başladım. Yazısını haftaya blog’da okuyacaksınız zaten.

Hazır Philip K. Dick okuyorken yazarın öykülerini de okuyayım, diye düşündüm. Bunlardan biri çok beğendiğim “Beyond The Door” idi. Kısaca hakkında bir şeyler yazıp blog’a eklesem fena olmaz dedim.

Karısıyla sorunlu bir ilişkisi olduğunu öykünün ilk satırlarıyla beraber anladığımız Larry, eşine bir garaj satışından çok seveceğinden emin olduğu bir guguklu saat alır. Karısını mutlu etmeye yönelik bu çabası, tatminsiz eşi (taraflı mı davranıyorum ne?!) yüzünden yarı sevinç yarı kızgınlıkla karşılaşır.

Eşi Doris’in saate olan sevgisi, saatin de dikkatini çeker! Tıpkı Larry’nin saat yüzünden oluşan duruma gösterdiği tepkinin de saatin dikkatini çekmesi gibi!

Ardından gelen süreçte, Larry ve eşi arasında bir diğer kişi olduğu hissi satırlardan bize geçiyor ve iyi niyetli bir hediyenin bir adama nasıl bir fatura ödeteceğini okuyoruz.

Kısa, sevimli ve bana nedense Stephen King-vari gelen bir öyküydü Beyond The Door. Karanlık, hüzünlü ve acı gerçekçi yanı ağır basıyor ek olarak.

Gün içinde siz de benim gibi kısa bir mola vermek istediğinizde bir şeyler okumaya yöneliyorsanız, tavsiye ederim.