31 Ekim 2016 Pazartesi

Jo Nesbo "Yarasa"

Bu sefer kendimi tutup İskandinav polisiyesi övüp geri kalanları kötülemeden bir giriş yapmaya çalışayım.

Tamam başardım.

Jo Nesbo'nun Harry Hole serisinin ilk romanı olan Yarasa, ülkesi dışında da sırasız biçimde çevrildiği için bizim memlekette de son çevrilen romanı oldu. Bu konunun ne kadar sinir bozucu olduğu ve serideki mevcut bir gizemin de sırasız çeviri yüzünden nasıl mahvedildiği ile ilgili de daha önce yazmıştım, onu da tekrarlamayım.

Norveçli genç bir kızın Avustralya'da ölü bulunması sebebiyle Harry'nin dünyanın diğer ucuna gitmesi ile başlıyor roman. Harry Hole serisinde hemen her zaman lafı geçen, kendisinin kurgulandığı dünya içerisinde kendisine popülerlik kazandıran o palyaço katili konusu da buradan geliyor kısaca. Olayın ne olduğunu öğrenmek iyiydi hoştu. Haricinde birbiriyle bağlantılı bir grup ve olaylar zinciri içerisinde geçiyor hikaye. Fazla bağlantı var. Bu yüzden her bir bağlantı açığa çıktıkça gerekli hangisi gereksiz hangisi diye ayırabildiğinde okura çözümü de biraz daha kolay sunuyor diye düşündüm. Nesbo'da kurgu genelde bundan daha karışıktır. Hareket daha fazladır. Bana aşk meşk derken kurguda da bir durağanlık olmuş gibi geldi. 

Polisiye olduğu için bana kitaptan bahsedecek pek bir şey kalmıyor yine. Arka kapaktaki yazının üzerine ne ekleyebilirim? Misal Avustralya'daki ayrımcılığın, toprakları işgal edilen bir halkın karşısında "beyaz adamın" nasıl güçlendiğini ve bunun aslında hiçbir zaman silinmeyecek bir ortak hafızanın parçası olduğu hikayede sık sık karşılaşılan bir detay. Norveçli bir polis olarak Harry'nin Avustralya'daki ortağının Aborijin olması buna bir sebep haliyle. 

Okuduklarım içerisinde en az beğendiğim Harry Hole romanı oldu. Bunun sebebi muhtemelen romanın geçtiği coğrafyanın değişmesi ve Harry'yle bağ kurmak için pek de bir malzeme olmaması. Ortalama bir karakter gibi yansımış romanda bence. Yani kitabı övüyor muyum sövüyor muyum şu an derseniz aslında ikisini de yapmıyorum. Sadece serideki diğer kitaplara göre Yarasa'yı değerlendiriyorum kendimce. Kıyası böyle yapmak daha mantıklı geldi. 

Harry Hole bu romanda bence Nesbo tarafından çok sığ yansıtılmış. Şu an kötüler gibi oldum ama kötülemiyorum. Wallander bir, Hole ikidir gözümde. Yarasa'da karşıma derinliği olmayan ve okurla bağlantı kursun diye sadece geçmişindeki pişmanlıklar ve birkaç kalp kırıklığı eklenmiş bir polis görünce.... Haliyle bu yazı sadece homurdanma yazısı oldu.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Lemony Snicket "A Series of Unfortunate Events: The Bad Beginning"

Öncelikle Count Olaf'tan nefret ediyorum, bunu bi belirteyim kısaca da yazacak olsam yazı boyunca bunu vurgulayacağım anı düşünmekten yazamam şimdi. Söylemiş olayım ve bu yük üzerimden kalksın. İğrenç zorba Count Olaf nefret ediyorum senden.

28 yaşında olduğum halde 8 yaşında gibi girişini yaptığım yazı, talihsiz serüvenlerin ilk kitabını ne kadar beğendiğim ve Baudelaire kardeşleri 8 ya da 28 yaşında oluşumdan bağımsız biçimde ne kadar sevdiğimi de içerecek.

Kitabın başında yazar uyarıyor; uyarısı da kitabın sonunda ne kadar tutarlı olduğunun bir göstergesi. Kitapta talihsizliklerin ardından asla güneş doğmuyor. Bunu zaten başta yazarın kendisi de belirtmiş olduğu için spoiler korkusu olmadan ben de ifade edebilirim. The Bad Beginning tam bir bahtsızlık abidesi ve üç kardeş için hayatlarına sızan en ufak bir umut ya da ışık anında sönüyor.

Anne ve babalarını bir yangında kaybettikten sonra uzak akrabaları olan Olaf adı verilen vicdansız insan birey ile yaşamaya başlayan üç kardeşin, alışık oldukları konfor ve insani yaşam koşullarının yerine nasıl zorbalığa maruz kaldıklarının hikayesi The Bad Beginning. Çocukken masal dinleme ya da okuma şansı olanlar için o kadar çok tanıdık sahne - klişe olay var ki, işin garibi bunların hiçbirini yadırgamadan okudum. Kitabın hedef kitlesine dahil olup olmadığımı bilmiyorum ama bu klişeleri yeniden görmek benim hoşuma gitti.

Yazar hikayenin sonunda gerçeklerden kaçmak isteyenler için (yani bir kurgudaki gerçeklik sorgusunu burada yapmanın lüzumu yok, biz gerçekmiş gibi kabul edelim) hikayenin sonunda alternatif bir son olduğunu söylüyor; evet bir son var. Birkaç sayfa erken okumayı bırakırsanız cidden "mutlu son" mevcut ancak dediğim gibi, kötü bir başlangıcın iyi bir sona varmayacağı gerçeği okunmayan birkaç sayfa ile değişmiyor.

Sinir harbi yaşamamak için arada çocuk kitapları okuyayım demiştim, iyi oldu serideki diğer kitapları da okurum sırf kötü karakterlerden nefret etmek, içimden küfretmek ve kitap okumayı seven (birisinin okuma yazması henüz yok) üç kardeşin hikayesinin sonu nereye varacak diye merakımı gidermek için okurum.

Sinema ve Tv uyarlaması da yapılmış olan, 13 kitaptan oluşan serideki diğer kitaplar da bunlarmış:
  1. The Bad Beginning
  2. The Reptile Room
  3. The Wide Window
  4. The Miserable Mill
  5. The Austere Academy
  6. The Ersatz Elevator
  7. The Vile Village
  8. The Hostile Hospital
  9. The Carnivorous Carnival
  10. The Slippery Slope
  11. The Grim Grotto
  12. The Penultimate Peril
  13. The End
Bir başka çocuk kitabından önce bir başka kurgu dışı kitapta görüşmek üzere.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Bronislaw Malinowski "Bilimsel Bir Kültür Teorisi"

1884 - 1942 yılları arasında yaşamış olan antropolog Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı çalışmasında kültürün ne olduğunu ve etnografik saha çalışmalarında kültürü incelemenin yöntemlerini anlatıyor. Bu kadar basit bir tanım yaptığım için bundan sonrasını sinir krizi geçirerek yazmam umarım.

Antropolojisik çalışmaların bilimsel yönünün kültür teorisi olduğunu ifade eden Malinowski, gözlem yöntemi ile elde edilen verilerin analizi sonucu ortaya konan kültür teorisine sahadan bağımsız bir şekilde ulaşılamayacağını vurguluyor. Teoriden yoksun bir tanımlamayı reddeden Malinowski sıklıkla vurguladığı üzere bilimsel olan bilgiden bahsediyor. Bunu elbette sadece antropoloji için öne sürmüyor, doğal olarak tarih, arkeoloji, sosyoloji gibi alanlar için de aynı şeyi ifade ediyor. 

Kültürü üretim sürecinden, üretim araçlarından, üretimin planlamasından vs. kopuk düşünmeyen hatta kültürü buraya bağlayan Malinowski, tüketim malları ve araçlarına sahip insanların sahip oldukları tüm beceri, inanç, gelenek kapsamında kültürü insan hayatının devamlılığı için gereken tüm pratiklerde görüyor. Yaşamın sürekliliği için oluşan/oluşturulan tüm süreç ve pratikleri kültürün oluşumu için temel kabul ediyor. Burada insanın temel ya da bedensel ihtiyaçlarını nasıl giderdiği konusu da karşımıza çıkıyor. Başta belirttiğim üzere bu ihtiyaçlar dahilinde nesneleri kullanma becerisi olduğu kadar iletişim de kültürün temelinde yer alıyor.

Her toplumun kendisine ait geleneksel, ahlaki ve hukuki yaptırımlara sahip olduğunu belirten yazar, kültürün maddi temellerinin sürekli işler halde tutulmasının kültürün devamlılığı için şart olduğunu söylüyor. Bahsi geçen sürekliliğin sağlanabilmesi adına da ekonomik örgütlenmenin en ilkel kültürde bile bir zorunluluk olduğu sonucuna varıyor. 

Elbette kültürün dahilinde vurguladığı diğer noktalar içerisinde sanatsal eylemleri ve "boş vakitleri değerlendirmeyi" de sunuyor Malinowski. Bu tip eylemlere toplumların yani kültürlerin inanç sistemlerinin, üretim sistemlerinin ya da ortak tutumlarının yansıyacağını ifade ediyor. 

Malinowski, kültürü analiz etmek için işlevsel ve kurumsal olmak üzere iki tür analize değiniyor. Her kültürün kendisine has ihtiyaçlarının gerektirdiği araçsal ve bütünsel ihtiyaçlarının giderilmesi için kendi kendisine yetebilmesi zorunluluğunu da kültürün neden bu iki yöntemle analiz edilmesi gerektiğinin sebebi olarak gösteriyor. 

Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ne, Durkheim'a, Marx'a sıklıkla atıfta bulunan metinde Malinowski, ortak çalışmanın gerekliliğinden ve bunun organizasyonundan, toplumun birbiriyle kopuk biçimde değil uyum içindeki bireylerden oluşması ihtiyacından ve üretim sürecinin toplum üzerinde, kültürü nasıl biçimlendiren ve sürekliliğini oluşturan bir yönü olduğundan bahsediyor. Kültürün asıl belirleyicisi olarak ekonomik bir örgütlenme sistemine değinen yazar, bu bağlamda sözleşme kavramına, siyasi güce ve hukuk sistemine vurgu yapıyor. İşlevi ise üretimin haricinde tüketim ve dağıtım sistemleri üzerinden ele alıyor. Tüm bunlar elbette kültürün yapısına bağlı olarak değişkenlik gösteren sistemler olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu sebepledir ki her toplumun kültürel yapısının kendisine has oluşunun da altı çizilmiş oluyor. 

Malinowski'ye göre temel ihtiyaçların, kültürel hedeflerin temelinde toplumsal, çevresel ve teknik anlamdaki işbirliğinin sonucu ortaya çıkan davranışların incelenmesiyle açıklanabilmektedir. Burada yine işlevsel analizi vurgulayarak ilerlediğinden, kültür içerisindeki bireylerin de bu ihtiyaçlar - kültür arasındaki ilişkiden etkilendiğini düşünmek yanlış olmaz. Zira bireyden oluşan toplumun kültürü, insanın becerisiyle oluşmaktadır. İnsanın başarısı, işlevsel ve araçsal olarak yarattığı kültür olarak karşımıza çıkmaktadır bu yüzden.

İnsan doğasını, insanın temel ihtiyaçlarını ve kültürlerin ortak noktalarını irdeleyerek devam eden yazar, temel ihtiyaçlara her kültürün verdiği farklı tepkilere de değinerek metne devam ediyor. Objektif olarak kültürü incelemenin ve kendisine has yapısını tanımanın bilimsel bir bakış ile mümkün olacağını sıklıkla vurguluyor ve kendi yöntemine dair detayları da sunuyor. Toplum nedir, kültür nedir, insan doğası ve kültür arasındaki ilişki nedir, kültür nasıl oluşur gibi sorular için cevap arıyorsanız, okuyun derim.

11 Ekim 2016 Salı

Michael Ende "Momo"

Bir ders için kurgu okuyor olmanın dayanılmaz coşkusu içinde okudum bu kitabı. 

Kalabalık bir şehrin kenarında, yoksul insanların kendi dünyalarında başlıyor roman. Bir gün nereden çıkıp geldiği, kim olduğu bilinmeyen bir kız çocuğu olan Momo, bu insanların arasına katılıyor. Yalnızlığının haricinde kitaba adını veren bu karakterin en önemli özelliği ise hakkındaki sır perdesinden ziyade dinlemeyi bilmesi. Ki herhangi birini "hıııı hııı"lamaktan öteye gitmeyen bir dinlemeden bahsetmiyorum. Kişinin kendisini görebileceği bir ayna gibi insanlara sunduğu dinlemeden bahsediyorum. Zaman ayırıp, önem verip kelimeleri duymaktan bahsediyorum. Pek denk gelmediğim bi insani özellik işte.

Momo, bir masal gibi başlıyor. Sonrasında ise yazarın okuru götürdüğü yerde Durkheim'ı, Weber'i, Marx'ı görmek mümkün oluyor. Nasıl derseniz, kısaca yazayım.

Şehrin kenarında, karmaşadan ve kalabalıktan uzak bir insan topluluğunun ötesine bakıldığında yazarın çizdiği manzara gittikçe rasyonelleşen ve bunu da zaman planlaması üzerinden kuran bir toplum. Şehir, Momo'da gittikçe kafesi yansıtmaya başlıyor zira insanların hayatlarını kontrol altına alan güç, kendisi ilk burada var ediyor ve bu şekilde, merkezden çevreye doğru insanları etkisi altına almaya başlıyor. Kontrol, gri takım elbiseli adamların eline geçiyor. Kontrolü ellerinde tutmanın yolu ise zaman. Zamanı kontrol ederek, toplumsal bir değişimi başlatıyorlar. Aile içinden başlayarak her alana yayılan bir zaman kontrolü, şehrin kıyısında son anlarını yaşamakta olan sıcak ve birincil ilişkileri de içine alıp yok edecek bir şekilde gelişiyor romanda. 

İnsanların zamanla yalnızlaşması, tam olarak neden öyle olması gerektiğini idrak edemediği halde insanların yavaş yavaş bencilleşerek zaman tasarrufunun kölesi olması, çizdiği tablo itibariyle başta saydığım isimleri çağrıştıran noktalardan biri. Hayatın akılcı planlamasıyla hayatın akılcılığın kafesine girmesi arasındaki çizginin çoktan aşılmış halini gösteriyor yazar. Bencilliğin pençesinde, tüketimin egemenliğinde, fast food kültürünün hakim olduğu bir yere gidiyor hikaye. İnsanların nereye ve ne amaçla yetişmeye çalıştıklarına dair pek bir fikirleri olmasa bile sürekli acele ettikleri, tek bir şeye bile zamanları olmadığı, değil dinlemek, konuşmaya ya da fark etmeye zamanları olmadığı (çünkü olmaması gerek) bir kabusu resmediyor. Ki bu kabus da zaten çalışma hayatında olan çoğu insanın aşina olduğu bir resimdir. Kendi adıma, çalıştığım dönemde kendi yaşadığım ve etrafta gördüğüm birkaç şeye kitapta denk geldim.

İnsanlar arasındaki "biz"in tutucu vasfını kaybetmeye başlayarak yerini "ben"e bıraktığı toplum ve tüm bu kaosu, yabancılaşmış hali değiştirmek için çabalayan, olan biten içinde hala kendisi olarak kalabilmiş küçük bi çocuğun hikayesi. Etrafa masalmış gibi baktığınızı düşünün. İşte o. Biraz üzebilir. 

Tavsiyedir.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Jacques Derrida "Çile"

Jacques Derrida'nın "Çile", "İsim Hariç" ve "Khora"dan oluşan üçlemesinden bir kitap Çile. Çile kelimesi ve Derrida okumak üzerine yapabileceğim ve muhtemelen daha önce yapılmış olanların daha az gülüneni ve daha az anlaşılanı olarak ortaya çıkacak olan espiriler mevcut ancak o espirileri yapmayı düşünmüyorum.

Derrida, çözümlemenin iki tarafı olarak oyuncu ve çözümleyiciyi üzerinden bir analize giderek yapıtın arasında olduğu bu iki tarafın keskin sınırlardan yoksun olduğunu vurgulayarak başlıyor. Şöyle ki, Derrida'ya göre keskin bir sınır olsaydı eğer, bu çözümleme sürecinin gerektirdiği ritüel de ortada olmazdı. Bahsettiği sınır ve tarafları, eleştirel bir okuma üzerinden düşünebiliriz. Hatta ona göre eleştirel olmayan ve eleştirel olan, aynı anda varolabilir de.  Ancak bu noktada ritüel içerisindeki gizin sorumluluğunu çözümleyiciye atfediyor.

Sorumluluğa getirdiği açıklamada ise Derrida "bir başkası için, ötekinin yerine, onun adına ya da bir başkası olarak kendi adına, başka bir öteki ve öteki'nin bir başkası önünde yüklenilmesi gereken bir şey olduğu"nu vurguluyor. 

Giz üzerinden ilerleyen yazar, gizin varlığının zaten üzerindeki perdenin kalkamayacağı bir halde oluşu şeklinde ifade ederek, zaten hiçbir şekilde tezahürü olmadığına değiniyor. Bu yüzden gizin her zaman var olması ve anılmasına rağmen hiçbir zaman bozulmayacak bir yapıda olduğu çıkarımı yapıyor.  

Esere adını veren "çile" ise bu noktada karşımıza çıkıyor. Derrida giz ve çile arasındaki bağlantıyı açıklıyor; gizin varlığı çileye, çilenin varlığı ise gize muhtaçtır. Edebiyatın içindeki kendisine has gizinin içinde her şeyi söyleme hakkının varlığını da bu noktadan hareketle anlatıyor. 

Her şeyi söyleme hakkıyla beraber edebiyat ve demokrasi arasında kurduğu ilişki de bu ilişkiden temel alıyor; demokrasinin varlığı edebiyatın varlığına, edebiyatın varlığı ise demokrasinin varlığına bağlıdır diyor Derrida. Her ikisinin de koşulsuz değerler olarak görülebilmesinin mümkün olduğunu ve bu yüzden de vazgeçilebilir nitelik barındırdıklarını belirten yazar, bu bağımlı ilişkinin her ikisini de ayrılmaz kıldığını ifade ediyor. Hiçbir çözümlemede bunu ayıracak gücün olmadığını belirterek, edebi yapıtın sansüre maruz kalmasının demokrasi üzerinde yaratacağı tehlikeye işaret ediyor.

Yazı pek kısa oldu, daha ekleme yapabilirim aklıma geldikçe. Bir ihtimal.