30 Haziran 2015 Salı

Fredric Jameson "Kapital'i Sahnelemek"

Son bir yıldır yaşamdaki yegane amacım sanki yeniden "sadece daha fazla ders çalışabileceğim yerlerde olabilmek için daha fazla ders çalışmak" şeklini aldı. Bu yüzden şu cümlemi yadırgamadan okuyun, pek rica ederim: Ders çalışmaya ara verdiğimde okudum Fredric Jameson'dan Kapital'i Sahnelemek'i.

Blog'daki kitap yorumlarını takip ediyorsanız belirli bir çizgide ilerlemeye başladı kurgu dışı kitap yorumlarım. Bu yüzden Kapital'i Sahnelemek aslında geç okuduğum bir kitap oldu; neden bu kadar erteleyip yanımda şehir şehir gezdirdim bilmiyorum zira okumaya başladıktan bir kaç saat sonra bitrilebilecek, Kapital'in ilk cildinin analizinin ağırlıkta olduğu bir kitap.

Masanın bir yanında kokusuyla odayı kaplayan mor lavantalar, diğer yanında altını çize çize yeniden şekillendirdiğim Kapital'in birinci cildi, bir yaz gecesi rüyası gibi okumaya başladım Kapital'i Sahlemek'i. (Uyaklı blog yazarınızdan sevgiler).

Amerikalı Marksist politika kuramcısı ve edebiyat eleştirmeni Fredric Jameson, konuyla ilgili olanların sık sık karşına çıkan ve haşır neşir olduğu isimlerden biri. Marksist edebiyat kuramı araştırmalarının çıkış noktası olan ve doğal olarak Marksizm gibi bir kaynağın içine doğru yürüdükçe bu büyük teorinin daha fazla parçası olan Jameson çalışmalarıyla toplum bilimden edebiyata dek deniş bir yelpazeyi kaplayan çalışmalarıyla bence her daim okunacak ustalardan biri.

Kapitalizmin ortaya çıkışının zamansal ve mekansal özelliklerinin yorumunu yaparak metni açan Jameson, toplumsal üretim biçimlerinin tarih boyunca aldığı şekillere Marksist kuramın bakış açısından bakıyor. Üretim sınırlarının kapitalizmin ortaya çıkışını belirleyici kılan unsur olduğu vurgusu bu bölümde dikkat çekici. Keza, Kapital'in ilk bölümlerinde işlenen meta ve metanın kullanım değeri arasındaki ilişkinin sorgulanması, fiziksel özelliklerden bağımsız fenomenolojik deneyim odaklı bir değere dönüşen metanın dolaşımdaki ederi ve sermaye sahibinin kar elde etmesinin tüm bu kullanım değeri ile arasında olan - aslında akıl dışı - ilişkiyi Jameson detaylı olarak inceliyor.

Metanın gittikçe yüklendiği misyon ve meta fetişizminin toplumsal açıdan analizi ve sorgulanmasının ardından yazar, Marx'ın çıkarımlarını kendi yorumuyla bir işleyerek metanın kendini üretmesi ve yeniden üretmesi süreci içinde üretici konumdaki insanın çift yönlü emeği işliyor. Elbette kitabın ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak olan, Marksist kuramda atlanıp geçilmesi imkansız "yabancılaşma" kavramı ile ilgili olan bir çok açıklama ve soru da Jameson tarafından okurlar paylaşılıyor. Cisimleşen ölü emeğin işçi ve toplum üzerindeki etkisi bunlara verebileceğimiz bir örnek.

Tarih sahnesi içinde emek, ürün, sermaye gibi değişkenler üzerinden kapitalizmin inşasını da irdeleyen Jameson, işçinin meta üzerindeki etkisi - yaratım gücüne de uzun uzun değiniyor.

Kapitalizm içinde işçinin ve emeğinin sermayenin üretiminin devamlılığı için nasıl hem meta hem de meta üreticisi konumunda olduğunu sorgulayan yazar, işçinin kapitalist düzen içinde (Karl Marx'ın yüklediği) tarihsel sorumluluğu üzerinden neredeyse kopmaya varan durumunu, üretim ilişkilerinin kapitalizmle lehine gelişmesiyle arasındaki ilişki üzerinde duruyor.

Makineleşme ile insan emeğinin sermayenin meta üretimi amacıyla makineye hizmet eden insan gücü haline dönmesi, işçi ve üretim için zaman ve emek kaybını önleme gücündeki makinenin tam tersine işçi için emek ve zaman kaybı yaratması, zengini daha zengin ancak yoksulu daha yoksul kılmasının yanı sıra yarattığı yoksulluk içinde işçinin insanlıkdışı şartlar altında verdiği mücadeleye de değiniyor. Marx'ın kendi gözlemlerinden de alıntılar paylaştığı son bölümde Jameson, kadın ve çocuk emeğinin sanayileşme ardından toplumsa yarattığı korkunç acıyı ve yoksulluğu tıpkı büyük bir hümanist olan Marx'ın kaleminden hissettiğimiz kederin benzerini yansıtarak okura sunuyor.

Kapital okumasında kafası karşısan okur için Kapital'i Sahnelemek masanızın üzerinde duran ve sayfalarıyla sizinle konuşan bir danışman niteliğinde. Cenk Saraçoğlu'nun çevirisi ile Sel Yayınları'ndan çıkan bu kitap, konuya yabancı olanların dahi merakını uyandırabilir diye düşünüyorum.

28 Haziran 2015 Pazar

Ahmet Taner Kışlalı "Siyaset Bilimi"


Hafızamda bazı anılar var, yaşımdan ya da olayların üzerinden geçen zamandan bağımsız, cidden "dün gibi", hatta çoğunlukla "az önce" gibi aklımdadır. Nedense çoğu da kalbime bir sızı saplayan, çocuk yaşımda bile tanık olmuş olsam o an da dahil, aklıma geldiği her anda gözlerimi dolduran anılardır. Çocukluğu 90'lara denk gelenler ya da 90'ları yaşadığında az çok olayları idrak edebilecek olanların bile hafızasından çıkmayan çoğu olay ortaktır sanırım.

Bu acı olaylardan biri de Ahmet Taner Kışlalı'nın uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybettiği gündür benim için. O zamanlar yaş itibariyle olan biteni daha rahar ve etraflıca anlayabileceğim yaşlarda olduğumdan, haberi gördüğüm ilk andan tutun da sonrasındaki canlı yayınlara kadar her şey aklımda.

1939'da başlayan hayatı 1999'da Ankara'da sonlanana dek Ahmet Taner Kışlalı, akademisyen ve siyasetçi kimliğiyle üstlendiği/parçası olduğu görevler ile Türk siyasi hayatında önemli isimlerden biri olmuş bir sosyal bilimci. Siyaset sosyolojisi, siyaset bilimi üzerine Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi'nde verdiği derslerin haricinde Kültür Bakanı olarak da görev yapmışlığı olan Kışlalı, İmge Kitabevi'nden çıkan Siyaset Bilimi adlı kitabı ile günümüzde de çoğu öğrencinin her daim elinin altında olan bir kaynak kitaba da imzasını atmış.

Siyaset biliminin tanımını yaparak açılışını yaptığı metinde Kışlalı, siyaset bilimindeki akımları ve etkileşimlerini ele alıyor. Ardından siyasal yaşama etki eden unsurların detaylı incelemesini yapan yazar, altyapısal etkenleri tek tek açıklıyor. Burada herkes gibi aklına Marksist teorinin altyapı kavramı gelenler için küçük bir açıklama da yapıyor Kışlalı, eklemek istedim. Toplumsal yapının tüm sınıfları ile ilişkili biçimde siyasal yapıyı şekillendirmesinin üzerinde örnekler ve farklı görüşler üzerinden ilerleyerek bölüme devam ediyor. Üstaypısal etkenleri açıklamasında ise Türk kültürüne de ayrı bir bölüm ayırarak, kültür - toplum - siyaset ilişkisini inceliyor.

Toplumsal sınıfların oluşmasına ve özellikle Marksist teori açısından konuya yaklaşan Kışlalı, altayapı ve üstayapının etkileşimi içinde siyasal rejimin değişmesine yönelik yaşanmış örneklerle beraber Marksist teorinin detaylarını aktarıyor. Üretim ilişkileri temelinde oluşturulan kuramın toplumun her kesimine ve unsuruna yaptığı etkiyi, iktisadi ve toplumbilimsel açıdan siyasetten - elbette - ayrı tutmayacak oluşumuzu da bir kez daha görüyoruz.

Siyasal temsil, yönetim biçimleri, partiler üzerine bilgileri ayrı bir bölümde aktaran Kışlalı, Türk tarihinden asla kopmayan biçimde verdiği örneklerle her okur için konuyu daha anlaşılır kıldığı kitabı boyunca yaptığı gibi, bu bölümde de Türk siyasi hayatının kırılma noktalarından örnekler veriyor.
Bir Atatürkçü olarak Kışlalı'nın Kemalist Devrim üzerine fikirlerini ve bakış açısını okura kitap boyunca bir çok kez sunuyor olması aynı zamanda genel bir siyaset bilimi kitabının ötesine geçen çalışmasında Türk siyasi tarihine ayırdığı satırlar ile de dikkat çekiyor.

Siyaset bilimini kelimelerinin ötesinde görme gerekliliğini fark etmemiş, sosyal bilimin dalları arasında uçurumlar olduğu gibi yanlış bir kanaatin peşine takılmış olanlar için göz açmaya hazır bir kaynak olan Siyaset Bilimi, sosyal bilimler ile ilgilenenler içinse olmazsa olmazlardan biri.

Ülkemiz aydınlarının uzun yıllar yaşadığı ve ışığın hiç sönmediği, nesiller boyunca daha da parlayarak aydınlattığı bir gelecek temennimi de paylaşayım.

İyi okumalar.

16 Haziran 2015 Salı

Anthony Giddens "Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori"

Bu kitaba bir başladım, bir bölüm okudum, bir kenara koydum. Başka kitaplar okudum. Bir gün bir daha açtım, az daha okudum, okurken aklıma gelen bir konu için gidip başka bir kitap okudum. Sonunda aşırı sıcaklarla cebelleşirken kitabı bitirdim. Bu kadar uzun sürede bitirmem yanıltmasın, çok güzel bir kitap, dediğim gibi kitap içinde aklınıza takılan, merak ettiğiniz konular çıktıkça araya başka kitapların karışması normal, bu da öyle bir süreçti diyebilirim. Yoksa adında "siyaset", "sosyoloji", "toplumsal teori" kelimelerinin geçtiği bir kitabın ilgimi çekmeme ihtimali yok.

Tuncay Birkan'ın çevirisiyle Metis Yayınları'nca basılan "Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori" adlı kitabında Anthony Giddens, toplumbilimin en çok öne çıkan kuramcıları arasında olan birkaç ismin görüşlerini irdeliyor; katıldığı, katılmadığı, çelişkili bulduğu ya da eksik gördüğü noktaların üzerinde duruyor.

Max Weber'de siyaset ve sosyolojiyi işlediği bir bölümle kitabın açılışını yapan Giddens, yaşadığı coğrafyanın yakın geçmişi üzerine şekillenen fikirleri çerçevesinde Weber'in işlediği ana konular üzerinden ilerliyor. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitabında da işlediği üzere Weber'in yönetim ve yönetilen, iktidar ve toplum arasındaki ilişki arasında kurduğu bağlar, Giddens tarafından detaylı biçimde okura sunuluyor.

Karl Marx ve Weber'in kapitalizmin gelimi üzerine görüşlerinin bir ve ayrı olduğu noktaları işleyen yazar, Weber'in bürokrasi kavramının aynı zamanda Weber tarafından insanlığın gittikçe daha da derinine batacağı bir bataklık olarak gördüğüne de değiniyor. Bu noktada, her iki ismin de aslında kapitalizme bakışında ortaklaştığı noktanın yıkıcı kısım olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Emile Durkheim'ın toplumsal işbölümü kavramının ağırlıkla işlendiği metinde Giddens, Durkheim'ın çağdaş toplumların en büyük özelliği olarak organik ve mekanik işbölümünü ortaya koyduğu sonucunu paylaşıyor. Aynı zamanda yazar, Durkheim'ın bu düzen içinde sınıfların ortadan kalkacağı bir toplum hayalini tıpkı Marx gibi hayal ettiğine değiniyor.

Durkheim diyince akıllara gelen bir diğer kavram olan intihar, Giddens tarafından Durkheim'ın kavrama toplumsal ve bireysel olarak yaklaştığı iki boyutu da kapsar şekilde ele alınıyor. Toplumdaki bireyi toplum içinde pasif değil, aktif ve toplumun bir yansıması olarak görüyor Giddens ve bu noktadan uzaklaştığı dönem için Durkheim'ı eleştiriyor.

Pozitivist felsefe ve pozitivizm içinde, sosyal bilimler ve fen bilimleri arasındaki durumu, düşünce akımının öne çıkan isimleri Auguste Comte ve Karl Popper'ın ağırlıklı olarak işlendiği bir bölümde aktaran Giddens, bilimsel düşünce ve bilimin pozitivizm içinde nasıl tanımlandığını aktarıyor.

Talcott Parsons'daki iktidar kavramını ve iktidar - güç arasındaki ilişkiyi inceleyen yazar, otoritenin iktidarla olan ilişkine de değiniyor. Bu durumda rıza, sorumluluk, seçme, yönetme gibi konular da ön plana çıkıyor.

Marcuse, Garfinkel, Habermas ve son olarak Foucault, Nietszche ve Marx'ın fikirlerine değinen Giddens, Foucault'nun iktidar teorisinin cinsellik ile olan ilişkisine değiniyor. Siyasi bir anlam yüklenen cinsellik üzerinden oluşturulan otoriteyle beraber aynı zamanda yazar, Foucault'nun hapishane ve akıl hastanelerini modern çağı örnekleyen unsurlar olarak sunan görüşlerine de değiniyor. Marx'ın üretim yerleri ve fabrikalar olarak işaret ettiği modern çağ sembollerinde Foucault'un hapishane ve akıl hastanelerini koymasının  Foucault'nun 19.yy ile beraber halkın gözü önünde fiziksel acı ve şovla beraber yapılan cezalandırma işleminin artık ıslah olarak değiştirildiğini belirtmesiyle olan ilgisini de vurguluyor. 

13 Haziran 2015 Cumartesi

Kitap Blog'uyla İlgisiz İçerik: Resimlerim

En son İstanbul'dan taşınmadan kısa bir süre önce gidip suluboya defteri almıştım, aldığım gün de içine bir resim çizmeye başlayıp yarım bırakmıştım.

Yaklaşık 10 ay sonra, bu sefer başka bir şehirde, o resmi tamamlamaya karar verdim. Resim olduğu gibi aklımdaydı, tamamlamam çok kısa sürdü.

Son yılın aşırı yoğunluğu, son zamanların da gittikçe artan yoğunluğu başıma vurdu sanırım dersten kafamı kaldırır kaldırmaz çay kahve vs molası verdiğimde sürekli resim yaptım geçtiğimiz iki hafta hemen her gün.

En yakın arkadaşımın da boya kalemlerini alıp gelmesiyle resmen SAN'AT dolu akşamlarda bolca çene çalma, siyaset, alakasız ve bağlantısız konular konuşup resim yaptık.

Şu sıralar yine, mesela bu yazıyı ekledikten sonra yine derse döneceğim ve bu sefer, bir süre daha değil resim yapmak, boyalara elimi uzatmak için bile zamanım olmayacak.

Kitap blog'uyla zerre alakası olmayan ve hepsi birbirinden kötü ve neredeyse aynı olan resimlerimi sizlerle paylaşmayı neden istedim bilmiyorum, bir sebep bulamazsam en kötü "taslağa dönüştür" derim olur biter. Instagram'dan takip edenler zaten bu resimleri görüp bir acı yaşadı, kimse eksik kalmasın, blog'un takipçilerine de bir yaz günü kabusu olayım istedim belki de, kim bilir =)

İç dünyalara sevgilerle.


Not: İçlerinden biri, en yakın arkadaşımın "benim de resmimi yap" demesi üzerine yapıldı; diğer ikisi de iki farklı arkadaşımın isteği üzerine. Tahmin etmek isteyen etsin; sizce hangisi 15 yıllık arkadaşımın portresi? =) 
















Charlotte Bronte "Profesör"

Çoğu insanın mevcut işleyiş içinde hemen hemen kendisini tatmin eden, hayalini kuran çoğu şeyi hala yapamadığı ama şansı varsa bir şeylerin yoluna girer gibi göründüğü bir yaşta, 1855'te otuz sekiz yaşında iken ardında günümüze dek okunan, gelecekte de okunacak olan sayılı eser bırakan bir yazar Charlotte Bronte.

Kadın olmak, kadın bir yazar olmak ve tüm bunları uzun yıllar kadını resmi olarak aslında tanımayan bir coğrafyanın ataerkil, ataerkillikle güçlenen feodal düzeni içinde yapmış olmak ve bunları on dokuzuncu yüzyılın başında yapmış olmak, takdir edersiniz ki takdir edilemeyecek bir şey değil. Üzerine de, İngiliz edebiyatının öne çıkan isimleri arasına girebilmek; gerçekten değerli bir eseri ortaya koymak...

Bronte kardeşlerin benim gözümdeki yeri, buradan, 2015 yılından bakıldığında belki çoğu insan için normal ya da yeterli görünse de aslında mümkün mertebeyi pek çok kez açmış, yeri geldiğinde erkek egemen topluma doğrudan, yeri geldiğinde dünyada egemen ekonomik ve politik adımları hikaye içinde kimi zaman bir kaç vurucu cümle ile değiniyor olmaları. Charlotte Bronte de özellikle Profesör'de bir öğretmenin hikayesini anlatırken, sıklıkla sanayileşme sonrası İngiltere'nin durumunu, Avrupa'daki hakim fikirleri sıkça karşımıza çıkarıyor.

Currer Bell takma adı ile yazdığı ve vefatının ardından yayınlanan romanı Profesör, Bronte kardeşlerin genelinin bende yarattığı hisleri yaratan, okurken sizi içine çeken, (metni orijinalinden çeviren Gamze Varım'ında da değerli katkısıyla) bir hikaye.

Yirmi iki yaşındaki William Crimsworth'ün eğitimi bittikten sonra hayat tutunma çabasını Profesör'ün hikayesi.  Ailesiyle ile arasında neredeyse yok denilebilecek bir bağ olan Crimsworth'ün sanayileşme sonrası İngiltere'de burjuva - kapitalist sınıfa bir örnek olarak karşımıza çıkan abisinin yanında bir süre çalışmasıyla başlayan çalışma hayatı, kapitalist daha çok kazanırken işçinin nasıl sabit bir gelirle, sabit harcama ve sabit ihtiyaçlarla kendisini doğasında ilerlemeye değil de "sabit ve güvenli" kalmaya odakladığını görüyoruz. Kendisini yalnız ve ancak "efendisi" kapitalistin daha çok kazanması için görevine itaat ile ifade etmek zorunda kalan Crimsworth'ün işçi olarak geçirdiği belirli bir zaman ardından bariz biçimde içine düştüğü buhran, yabancılaşma kavramını okura düşündürtecektir diye düşünüyorum.

Kitapta, sürekli X...shire olarak geçen bölgedeki deyim yerindeyse hapis hayatına daha fazla dayanamayan Crimsworth'ün karşına çıkan, yörenin soylularından biri olan ancak hikaye boyunca fikirleri ile her zaman aykırı bir duruş sergileyecek olan Mr. Hundsen'in de yardımlarıyla, aldığı eğitimin verdiği güvenle başka bir ülkeye doğru yola çıkışı ile beraber de Profesör'ün asıl hikayesi başlamış oluyor. Belçika'da öğretmen, yani "profesör" olarak dil eğitimi vermek üzere bir erkek okulunda işe başlayan Crimsworth'ün yalnızlık ve öğrencilerini eğitmekle geçen günleri arasında okur olarak sürekli bir karamsarlık, bir yapayalnız ve umutsuzluk hissetmemek mümkün değil. Buna rağmen, yazarın sıklıkla kitapta ele aldığı bir kavram var ki, her durumda, her şeye rağmen karakterin içinde sıkı sıkıya tutunduğu, hüzünlü bir tutkuyla içinde yer alan bir şey; umut. Yazar, sıklıkla umut kavramını, bireyin hayattan uzaklaşmaması için tutunacağı yegane dalı işaret ediyor. (Adım Umut, biliyorsunuz =) )

Fransızlar'a da göndermeler içeren Profesör'de Büyük Britanya'da zaman zaman bir kaç küçük eleştiriye uğruyor.  Ancak asıl ağırlık, başkarakterin Flamanlar'a kısmen ırkçı biçimde yüklenişi.
Öte yandan, özellikle öne çıkan kadın karakterlerin güçlü ve sorumluluk, mevki sahibi, çalışkan insanlar (ve ilginçtir ki yazar öne çıkan bu iki kadın karakteri de Flaman yapmamış) olarak hikayede yer alıyor. Kadın karakterlerin, azim ve zeka birleşimi olan tavırları içinde kimi zaman da kadın - erkek rolleri üzerinden eleştiriler yapıyor yazar.

Evlenip eve hapsolmayı reddeden ve başarısının durağan değil, artarak ilerleyen bir kadın karakteri hikayenin can alıcı isimlerinden biri haline getiren Bronte, bir kadın olarak dönem içinde kadınlara zar zor tanınan fırsatlar içinde, kadınlara biçilen ve kafeste bir süs kuşu gibi kalmalarını amaçlayan düzenlemeler içinde Profesör ile elbette öncü bir yazar olmuş diyebiliriz - diyoruz da.

"Yazmanın kadınlara göre bir şey olmadığı" gibi saçma sapan fikirlerin kurbanı olmuş erkek egemen düzen içindeki insanlar (bakın cinsiyet ayırımı yapmıyorum), kadınların ilerleyişini her zaman "yuva"dan uzaklaşmak olarak gören zihniyetler o zamandan bu zamana kadar saklansa da, törpülense de hala yok olmadı, bu kesin. Ancak, Bronte'lere ve daha bir çok öne çıkan, bence ilk feminist kadın yazarlara bakın, o zaman bir santimetrelik ilerlemeye bile önem vermenin gerekliliği ve yolları size ışık olacaktır. 

3 Haziran 2015 Çarşamba

Bertell Ollman "Yabancılaşma"

Marx'ın yabancılaşma kavramı üzerine okudukça daha da fazla ilgimi çeken bir konu oldu. Birbiriyle ilgili bir çok durum ve kavramın yollarını kesiştirmekte sıklıkla yabancılaşmayı kullanmaya başladım; şeyler arasındaki İlişkilerin bireysel ve toplumsal tüm yönlerini görebilmeyi başarmak adına Marx'ın, yabancılaşma kavramını bir kilit olarak görüyorum. Sebepleri asla düşünmeyip, görmeyip ancak ve sadece sonuçtan memnuniyet ya da memnuniyetsizlik duymaya odaklı dünya toplumu olarak biz insanların, aradaki bağları tanımaya bu kadar mesafeli duruşumuza bir anlam veremiyorum; o yüzden, kimse aramak istemiyorsa da samanlığın içinde kaç iğnenin neden orada olduğunu ve neden orada olmak zorunda olduğunu çalışmak güzel. Neyse.

New York Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörü olan Bertell Ollmann, Marx'ın  "yabancılaşma" kavramını açıklamak için işi en başından ele alıyor ve ortaya çıkan eser, "Yabancılaşma, Marx'ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı" konuya ilgi duyanlara, konuya ilgi duyması gerekenlere ve konuyu bilenlere ve konuyu hiç bilmeyenlere; kısaca herkese göre bir kaynak kitap olarak Ayşegül Kars'ın çevirisi ile Yordam Kitap'tan yayınlandı.

Ollman, kitabın ilk kısmında Karl Marx'ın kullandığı kelimelerin açık uçlu oluşuna ve farklı okurlarca ya da çeviriler sonucunda yanlış anlamlara kayabileceği konusuna bir netlik getirerek, Marx'ın sıklıkla kullandığı ve yakın anlamlarmış gibi karşımıza çıkan çoğu kavramın ayrıştırıcı noktalarını vurguluyor ve Marx'ı okumak, anlamak için kavramlar arasında bir netlik sağlıyor, sınır çiziyor. Bu bölüm, dönüp Das Kapital'i ya da Elyazmaları'nı da okurken ihtiyacınızı karşılayacak bir bölüm olmanın yanı sıra, Olmman'ın yeniden tanımlamalarını yaptığı kavramlar elinizdeki kitabın ilerleyen bölümlerinde de karşınıza sıkça çıkacağından, önemi bir de ben vurgulamak istedim.

İçsel ilişkiler felsefesi çevresinde bireyin kendisi ve doğası ile olan ilişkisini irdeliyor yazar daha sonra. Marx'ın doğasını kendisi dışında bulamayan varlığın doğal olmadığı, olamayacağı ve doğal sistem içinde hiçbir noktada kendine yer edinemeyeceği vurgusunu yaptığı bölümler bence oldukça dikkat çekici. Bireyin yabancılaşmasının varacağı boyutu kabaca anlatıyor gibi görünse de o ifadelerde jilet keskinliği bulduğumu belirtmek isterim. Bu bağlamda da Ollman, Hegelcilerin öznenin dünyayı kendi nesnesi haline getirmesi ve kendisi ile bir tutuması  anlamına geldiği görüşünün de burada altını çiziyor.

Marksist etiğin varlığı - yokluğu sorgusunu yapan Ollmann ardından güç ve gereksinimler konusuna geçiyor. Marx'a göre insanın bazı gereksinimleri doğal, bazıları ise türsel gereksinimlerdir. İnsanı hayvandan ayrıştırma noktasında ise karşımıza çıkan türsel güç ve gereksinimler oluyor bu durumda.

Doğal ve türsel insan tanımlamalarının ardından üretim, üretim ihtiyacı, doğayla bir olma gibi konuları ele alan Ollmann, sahiplenme kavramı, meta fetişizmi, yabancılaşma, sermaya, emek, emek değer, değer gibi kavramları da Marx'tan alıntılar ile sorguluyor. İnsanın toplumsal doğasından kopuşu ile beraber ortaya çıkan yabancılaşmayı, üretim ilişkilerinin izlediği tarihsel yol ve kapitalizme vardığı noktaya kadar aktaran Ollman, işbirliği içinde kendisi için kendi nesnesini doğada yaratan ve yaratıcı gücünü kullanarak varlığını tamamlayan insanın, kapitalizm ile beraber (özel mülkiyet ile başlayan sürecin ardından) nasıl sadece rekabetçi bir hal aldığına değiniyor. Rekabeti ise yalnız farklı sınıflar arasında değil, bir yandan da sınıflar içindeki iç çatışmalar ekseninde değerlendiriyor. Fabrika sahibi ile rekabet içinde olan işçi aynı zamanda işe girmek ya da işten kovulmamak için kendi sınıfından diğer işçi ile rekabet halindedir; dışarıda giyim ve gıda için yine rekabet halindedir.....

Türsel insanın kendisini yitirmesini, özel mülkiyetle ortaya çıkan düzenin insan emeğindeki yabancılaşmayı ve sonunda soyutlaşmış emek ve değeri getirdiğini belirten Marx'tan alıntılar ile ilerleyen yazar, buradan soyut kavram insanı da inceliyor. Özel mülkiyetin, toprağa bağlı özel mülkiyetin ortaya çıkışının yarattığı tarihsel zincir sonucunda emeğin ve tüm emek ürünlerinin "şey"leşmesine değiniyor. Ne ürettiğini bilmeyen işçinin ürettiğine, kapitalistin ürettirdiğine, insanların ürünlere yabancılaşması... Soyutlanma, yabancılaşma... Emek ve nesnenin değer kazanma ya da kaybetme ilişkisi.

Bertell Ollman, günümüzde sıkça adı anılan meta fetişizmi de kitabın bölümlerinden birinde ayrıca ele alıyor.  İhtiyacı olmayan binlerce liralık telefonlar ile çevrenizde dolaşanlara baktığınızda, toplu taşımada ya da bir yerde bir şeyler içerken insanların sadece ellerindeki bu akıllı belalara odaklanmasına bakınca görebileceğiniz örnekleri gündelik hayatta elbette mümkün olan bu kavram, metanın içeriğindeki insan faktöründen bağımsız biçimde diğer metalarla girdiği ilişkinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Yabancılaşmış insan ne demek; nerelere, ne şekilde yansır... Bunlar üzerinde düşünmek için bir fırsat da veriyor. Zira 15 saat az bir maaşla çalışan bir işçinin kendini gerçekleştirmesi ya da doğasıyla arasında bir bağ kurması nasıl beklenebilir? İşçimiz bir otomobil fabrikasında, bir kafeteryada, bir reklam ajansında ya da bir alışveriş merkezinde çalışıyor olabilir. Bu hiç fark etmez. Bu satırların okurları bile çalışma hayatının kendilerinden illa ki götürdüğü bir şeyler olduğunu fark etmiştir; çalışmıyor olsanız bile içinde bulunduğumuz sistemin bireyler üzerinde etkisi olmaması imkansız. Bu, toplumun tamamını kapsayan bir sorundur ve nasıl ki "politika ile ilgilenmiyorum" sözü aslında imkansız bir ifade ise, bireyler ve doğal olarak toplumlar için de yabancılaşmadan paçayı kurtardığını ya da kapitalizmden kaçtığını söylemek de aynı oranda imkansızdır.

Her bir bölümü için ayrı ayır yazıp, ayrı ayrı konuşup tartışabilsek keşke. Bir yanda Kapital'i açık tutun, bir yanda bu kitabı okuyun. Ara ara Kapital'den ilgili bölümleri okuyarak da ilerleyebilirsiniz. Ders tarifi verir gibi oldum. E, lezzetli bir kitap. Ama yemedim, okudum. Tavsiyedir.