Bu kitaba
bir başladım, bir bölüm okudum, bir kenara koydum. Başka kitaplar okudum. Bir
gün bir daha açtım, az daha okudum, okurken aklıma gelen bir konu için gidip
başka bir kitap okudum. Sonunda aşırı sıcaklarla cebelleşirken kitabı bitirdim.
Bu kadar uzun sürede bitirmem yanıltmasın, çok güzel bir kitap, dediğim gibi
kitap içinde aklınıza takılan, merak ettiğiniz konular çıktıkça araya başka
kitapların karışması normal, bu da öyle bir süreçti diyebilirim. Yoksa adında
"siyaset", "sosyoloji", "toplumsal teori"
kelimelerinin geçtiği bir kitabın ilgimi çekmeme ihtimali yok.
Tuncay
Birkan'ın çevirisiyle Metis Yayınları'nca basılan "Siyaset, Sosyoloji ve
Toplumsal Teori" adlı kitabında Anthony Giddens, toplumbilimin en çok öne
çıkan kuramcıları arasında olan birkaç ismin görüşlerini irdeliyor; katıldığı,
katılmadığı, çelişkili bulduğu ya da eksik gördüğü noktaların üzerinde duruyor.
Max Weber'de
siyaset ve sosyolojiyi işlediği bir bölümle kitabın açılışını yapan Giddens,
yaşadığı coğrafyanın yakın geçmişi üzerine şekillenen fikirleri çerçevesinde
Weber'in işlediği ana konular üzerinden ilerliyor. Protestan Ahlakı ve
Kapitalizmin Ruhu adlı kitabında da işlediği üzere Weber'in yönetim ve yönetilen,
iktidar ve toplum arasındaki ilişki arasında kurduğu bağlar, Giddens tarafından
detaylı biçimde okura sunuluyor.
Karl Marx ve
Weber'in kapitalizmin gelimi üzerine görüşlerinin bir ve ayrı olduğu noktaları
işleyen yazar, Weber'in bürokrasi kavramının aynı zamanda Weber tarafından
insanlığın gittikçe daha da derinine batacağı bir bataklık olarak gördüğüne de
değiniyor. Bu noktada, her iki ismin de aslında kapitalizme bakışında
ortaklaştığı noktanın yıkıcı kısım olduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Emile
Durkheim'ın toplumsal işbölümü kavramının ağırlıkla işlendiği metinde Giddens,
Durkheim'ın çağdaş toplumların en büyük özelliği olarak organik ve mekanik
işbölümünü ortaya koyduğu sonucunu paylaşıyor. Aynı zamanda yazar, Durkheim'ın
bu düzen içinde sınıfların ortadan kalkacağı bir toplum hayalini tıpkı Marx
gibi hayal ettiğine değiniyor.
Durkheim
diyince akıllara gelen bir diğer kavram olan intihar, Giddens tarafından
Durkheim'ın kavrama toplumsal ve bireysel olarak yaklaştığı iki boyutu da
kapsar şekilde ele alınıyor. Toplumdaki bireyi toplum içinde pasif değil, aktif
ve toplumun bir yansıması olarak görüyor Giddens ve bu noktadan uzaklaştığı
dönem için Durkheim'ı eleştiriyor.
Pozitivist
felsefe ve pozitivizm içinde, sosyal bilimler ve fen bilimleri arasındaki
durumu, düşünce akımının öne çıkan isimleri Auguste Comte ve Karl Popper'ın
ağırlıklı olarak işlendiği bir bölümde aktaran Giddens, bilimsel düşünce ve
bilimin pozitivizm içinde nasıl tanımlandığını aktarıyor.
Talcott
Parsons'daki iktidar kavramını ve iktidar - güç arasındaki ilişkiyi inceleyen
yazar, otoritenin iktidarla olan ilişkine de değiniyor. Bu durumda rıza,
sorumluluk, seçme, yönetme gibi konular da ön plana çıkıyor.
Marcuse,
Garfinkel, Habermas ve son olarak Foucault, Nietszche ve Marx'ın fikirlerine
değinen Giddens, Foucault'nun iktidar teorisinin cinsellik ile olan ilişkisine
değiniyor. Siyasi bir anlam yüklenen cinsellik üzerinden oluşturulan otoriteyle
beraber aynı zamanda yazar, Foucault'nun hapishane ve akıl hastanelerini modern
çağı örnekleyen unsurlar olarak sunan görüşlerine de değiniyor. Marx'ın üretim
yerleri ve fabrikalar olarak işaret ettiği modern çağ sembollerinde Foucault'un
hapishane ve akıl hastanelerini koymasının Foucault'nun 19.yy ile beraber halkın gözü
önünde fiziksel acı ve şovla beraber yapılan cezalandırma işleminin artık ıslah
olarak değiştirildiğini belirtmesiyle olan ilgisini de vurguluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder