30 Mayıs 2014 Cuma

Jonathan Evison "Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu"

TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN HATALARA RAĞMEN BİR GELECEK KURMAK

Kaybetmek acıdır. Çocukluktan beri kaybetmenin acısını hissederek büyürüz. Kalbinizi sızlatan en güçlü duygulardan biridir kaybın ardından gelen o keskin duygu. Tavla oynarken kaybetmek de, bir eşyayı kaybetmek de, sevilen bir insanın dostluğunu kaybetmek de acıdır. Daha acısı da vardır; ölümün insanlardan çaldığı her şey, son bulan her yaşam acıdır; kayıpların belki de en büyüğüdür ve telafisi imkansızdır.

Telafinin imkansız olduğu durumlarda her zaman, zamanı geriye almak ister insan. İmkansızı bu denli istiyor olmak, yaşam karşısındaki çaresizliği de bir yandan gösterir; geri dönüşü olmayan her anın ya da olayın faturası, acı içinde ödenmeye mahkumdur. Ya da kayıplarla birlikte kaybolur insan; eski hayatına veda eder, eski benliğinden kopar, sevdiği her şeyden uzaklaşır ve bir başına, yaşam ve ölüm arasında "hayat" diye tanımlanan süreyi öylesine geçirmeye başlar. Geçmişi unutma isteği, telafinin mümkün olmadığı gerçeğiyle yarışır derecede zihnini meşgul eder. Her biri ayrı bir taraftan kemirir beyni ve sonsuza dek bununla yaşayacak olmanın bilinciyle, bir süre sonra bu ruh haline alışabilir insan.

İnsanın acıyla baş edebilmesi ne kadar zor olabilir? Unutmak isteyip de asla unutmayacağı, kafasına kazınan gerçeklikten ne kadar uzaklaşabilir? Bunun bir yolu var mıdır yoksa yapılan tüm eylemler kendini oyalamanın ve olayları ardında bırakmaya çalışmanın neredeyse zavallıca bir yöntemi midir? Zaman her şeyin ilacı, derler ya, acaba zaman koca bir aldatmaca ve ilaç da  kandırmacanın her şeyden habersiz yemi midir?

KAYIP ŞEYLERİN ARDINDAN

Jonathan Evison'la beni tanıştıran kitap oldu Domingo Yayınları'ndan çıkan Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu. Hayatında, başından beri bir aksaklığın içinde olsa da, en azından bir düzene sahip olan bir adamın, bir aileye, eve ve eşe sahip olan bir insanın hayatının tepetaklak olmasıyla başlıyor hikaye. Karakterimiz Benjamin, ilk sayfalarda karşımıza tam bir kaybeden portresi çizerek çıkıyor. Yapacak bir işi, hatta bir amacı bile olmayan Ben, bakıcılık eğitim aldıktan sonra Trev adlı, tekerlekli sandalyeye mahkum ve hastalığı yüzünden her geçen gün kötüleşen bir gencin bakımını üstleniyor. Hikayenin ilk basamaklarında bizler, hem Trev'le hem de Ben ile tanışıyoruz; iki ayrı derdi olan erkeğin bir araya gelişini ve aralarında başlayacak dostluğun ilk adımlarına şahit oluyoruz.

Parasız, düzgün bir evden hayli uzak bir yaşam alanına sahip Benjamin'in tüm hikaye boyunca içinde patlayan volkanlar, içindeki dinmek bilmeyen acı ve bir geleceği inşa etmeye dair kendine neredeyse olmayan güveni, anlatımın samimiyetiyle beraber daha etkileyici bir hal alıyor.

Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzundaki dram, yeri geldiğinde ince ince sırıtmanıza sebep olabilecek seviyede, neredeyse tatlı anlarla da dolu. Mizah yeteneğinden ve zekasından ödün vermeyen genç Trev'in hali ve tavrı sıklıkla sizi karaktere daha çok bağlayacak anlar yaşatıyor.
Hikaye ilerledikçe, artan karakter sayısıyla beraber farklı dramlara da şahit oluyoruz. Ancak her bir karakter o denli sıcak bir şekilde ifade edilmiş ki, acılarının yanında sizde uyandırdıkları samimiyet okuyucunun yanına kar kalacak cinsten. Her biri ayrı dertlerden ve "olmayan bir gelecekten" muzdarip insanların bir arada yol aldığı bir roman Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu. Geri dönüşlerin yer aldığı bölümler ile hikayenin buralara nasıl uzandığını okurken, aynı zamanda kitaptaki yolculuğunuza da devam ediyorsunuz.

Yazarın dili oldukça yalın. Karşınızda dertleştiğiniz bir arkadaşınız varmış da, onun sorunlarını dinliyor, onunla beraber aynı şeyleri hissediyormuş gibi oluyorsunuz. Konuşur gibi yazmak derler ya, bende o hissi uyandırdı. Üzerine hem güzel bir hikaye, hem de ince espiriler sunması kitabın artılarından bir kaçı. 2012 yılının en iyileri arasında gösterilmiş olmasına şaşırmadığımı da belirtmek istiyorum.


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Bu Ay Okunanlar: Mayıs 2014


"Sandman - Game Of You" Neil Gaiman
"Şemsiye Akademisi: Kıyamet Senfonisi" Gabriel Ba, Gerard Way
"Annem Sen Misin?" Alison Bechdel
"Bela" Sally Green
"Saga" Brian K. Vaughan
"Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu" Jonathan Evison

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Yeniler


Yakın zamanda yazısını okuyabileceğiniz, yeni kitaplarımdan bazıları... 


26 Mayıs 2014 Pazartesi

Sally Green "Bela"

CADILAR ARAMIZDA

Dünyanın olağan hali içinde karşımıza çıkmayacak nice şey romanlarda karşımıza çıkıyor. Hansel ve Gretel'in hikayesindeki pasta evden tutun da Parmak Çocuğa kadar küçüklükten itibaren kulağımıza gelen onca masalla büyüyoruz; her biri günlük hayatın içinde asla karşımıza çıkmayacak olsa bile, bize öğretiliyor. O masalları ezberliyoruz. Binlerce kez annemize ya da babamıza anlattırıyoruz. Biliyoruz ki, karşı komşumuz asla bir cadı olmayacak ya da apartman penceresinden baktığımızda kanatları olan bir at görmeyeceğiz.

Yine de çocukken televizyondaki gerçek dünyanın gerçek haberlerine o kadar da ilgi göstermezdik. Bizim için annemizin o anda kafasından uydurduğu bir masaldaki konuşan ördek ya da kötü kalpli cadı daha ilgi çekiciydi. Hayal gücünün tamamen çalıştığı, görselleştirmenin televizyon gibi bir kalıptan sunulmadığı, duyulanın görselleştirmesini tamamen küçük bir çocuğun yaptığı bu hikayelerin tadı eminim herkes için hala aynıdır. Biz, çocukken garip, anormal ve sıradışı olan şeylere hayrandık. Kulaklarımız bu hikayelere açtı ve bize o zaman bolca sunulan bir "başka dünyalar, başka gerçeklikler" vardı.

Tüm bu olağandışı anlatılar içinde büyümeyi ortak bir değer olarak görebiliriz. Hepimiz çocukken "öcü" ya da "cadı" kavramlarını duymuşuzdur. En azından kırmızı elmadaki zehri yiyen prenses için ağlamışlığımız vardır. Bunların oluşturduğu ortak çocukluk geçmişimize, bariz fantastik kurgularla örülü çocukluk dünyamıza rağmen zamanla bu dünyayı reddetmeye, gerçek olmadığını fark ettikçe ondan uzaklaşmaya başladık sanırım. Sekiz yaşındayken aynı masalla büyülenen iki arkadaştan biri şimdi bilim kurgu ya da fantastik okurken, diğeri bu iki türü dışlamış ve yok sayıyor olabilir.  Küçük bir örnek oldu, belki fazlasıyla basit göründü ancak anlatmak istediğim şey tam olarak bu. Artık gerçeğin kendisinden başka bir dünyanın mümkün olduğu imasını bile duymaya katlanamayan, edebiyatta bu türü yok sayan ya da uzak duran bir kitle var. Öte yanda ise gayet istekli biçimde bu tür eserlere yönelen bir grup da mevcut. Bir gruplaşma - dışlama var gibi. 

Net olan bir şey var oysa;  hepimiz cadıların olduğu masallara aşinayız. Cadıdan kaçan prensesin tarafındayız. Hala.

İşte bu yüzden Sally Green'in Bela (Half Bad) adlı kitabı bizleri içine çekebilecek bir hikayeye sahip.

AK VE KARA BİR BEDENDE BULUŞUNCA

Nathan, Ak Cadı bir anne ve kötülüğüyle nam salmış Kara Cadı bir babanın çocuğu.  Ak Cadılar içinde büyümekte ve zamanı geldiğinde on yedi yaşıan girdiğinde "üç armağanını" almak ve bir cadı olmak için gün saymakta. Ancak azılı bir katil olan babasının çocuğu olmak öyle kolay değil; hem istenen hem istenmeyen bir karakter olarak arada kalacağı durumlarla yüzleşmek zorunda. Bir kafese kapatılmak gibi. Oradan çıkmanın bir yolunu aramak gibi.

Hikaye, günümüzde geçiyor. "Fersiz" olarak tanımlanan "normal" insanların arasında yaşayan cadıların, meclislerinin ve kendi düzenlerinin - kanunlarının işlendiği romanda, Sally Green'in ya da Nathan'ın dünyasında heyecan ve hareket asla eksik olmuyor. Bir ergen olarak karşımıza çıkan baş karakter Nathan'ın hayatı ve dünyayı tanımasının yanında kendisini bulmaya doğru yol alması hikayenin ana eksenini oluşturuyor. Hiç görmediği babasının uğrunda katlandığı zorluklar ve babasının varlığının sırtına yüklediği ve yükleyeceği yükümlülükler, aynı zamanda hikayenin merak uyandıran noktalarından.

Cadıların olduğu bir dünyayı böylesine normalmiş gibi göstermeyi başaran yazarı takdir etmek gerekir. Çevirmenin emeğini de özellikle belirtmek istiyorum; öyle ki hikayede anlatılan olayların hızından geri kalmayan bir akış cümleler içinde saklı. Bu da bir yandan kitabı kolay okunabilir kılarken, diğer yandan da okuyucuyu kendisine bağlayacak denli samimi olan anlatımını daha da güzelleştiriyor. 

23 Mayıs 2014 Cuma

Janne Teller "Ağaçtaki"

SINIRLARI ZORLAYAN BİR "ANLAM" ARAYIŞI

Neden yaşıyoruz? Sorulara cevap bulabilmek için mi, sorulara kendi cevaplarımızı verebilmek için mi? Nasıl yaşıyoruz, neyle, kimle yaşıyoruz? Ve sonunda yine neden kiminle ve nasıl yaşıyoruz?

Nefes alıp veriyor olmaktan ölmeye dek insan bir anlam yığını içinde yaşıyor. Anlam yüklemediği tek bir an yok; bir bardak suyu içmenin ya da bir kavga yaşamanın anlamı, şiddetleri bakımından kıyaslandığında ortaya belirgin bir fark koyacak denli ayrı olabilir ancak insan hayatında sahip olduğu bir değer, ömrün içinde kapladığı bir yer olarak aslında her ikisi de anlam taşıyan ve bir sebep uğruna sahip olunan, yapılan bir şey.

İnsan anlam yüklediği şeyler üzerinden kendisini değerli hissedebilir mi peki? Onu "o" yapan her şeyin aslında değer verdiği eylem, kişi ya da şeyler bütününden oluştuğu söylenebilir mi? Bir piyanist için piyano çalmanın anlamı, piyano çalma eylemine verdiği değer kadar kendisini değerli kılan ve onu tamamlayan - oluşturan bir "şey" olarak görülebilir mi?

Görülebilir.

Ancak, her şeyi tersine çevirdiğinizde, insandan geriye ne kalır? Gözünü açan bir insanın, anlamsızlığın ortasında çırpındığını görmesinin sonuçları ne olur?

Kahve içmenin, bisiklet sürmenin ya da sevilen bir insanla bir konuşma yapılmasının hiç bir anlamı olmadığını fark ettiğinizi düşünün. Yaptığınız her şeye kendi yüklediğiniz anlam ve beklentilerin aslında kendinizi aldattığınız devasa paravanlar olduğunu düşünün. Piyanist, işte o zaman bir daha asla aynı aşkla piyano çalmayacaktır. Hiç bir nota kendisinden bir parça olmayacak, duyan kulaklar bir anlam vermediğinde yapılan tüm eylemler koca bir hiç parçası olacaktır.

İnsan, hiçliğe uyandığında ya da bunu gördüğünde ne hisseder?

Bir gün uyandığınızda değer verdiğiniz, bir anlam yüklediğiniz her şeyin aslında kurmaca olduğunu ve anlamlarınızın hepsinin yok sayıldığını düşünün. Bir "anlam" bulmak için ne yapardınız? Kendinize, anlamı ispatlamak için ne kadar ileri giderdiniz?

AĞAÇTAKİ'Nİ İKNA ETME ÇABALARI

Janne Teller'ın 2001 Danimarka Kültür Bakanlığı Gençlik Kitabı Ödülü, 2008 Libbylit Ödülü ve 2011 Michael L. Printz Onur Ödülü sahibi romanı Ağaçtaki, dünyada her şeyin anlamsız olduğuna karar veren on dört yaşındaki Pierre Anthon'un okulu terk etmesi ile başlıyor. Anlamsızlığın keşfiyle beraber değişen genç öğrenci, tüm zamanını evlerinin önündeki ağaçta oturarak, gelen geçen, okula giden arkadaşlarına her şeyin anlamsızlığı üzerine "laf atmaya" başlıyor.

Ancak yadırganan bu durumda, sınıf arkadaşları kendilerince bir çözüm buluyor. Her şeyin anlamsız olduğunu iddia eden Pierre Anthon'u anlam konusunda ikna etmeye karar veriyorlar. Anlamsızlık içinde, aslından anlamın var olduğunu ona ispatlamak için ilginç bir yöntem kullanmaya karar veriyorlar.

Bir grup öğrencilerinin, önce sakin başlayan anlam arayışları, zamanla zorlayıcı ve korkusuz bir hale bürünüyor. Gözlerini kör edecek kadar azim ve hırsla dolu olan gençler, ikna çabalarının sınır atlayıp aslında kendilerinin bir anlam aradığını ve asıl kendilerine bir şeyleri ispatlamaya çalıştıklarını fark edemeyecek kadar kendilerini kaybetmiş bir hale geliyorlar. İkna etmek ve Pierre Anthon'u haksız çıkarmak için giriştikleri mücadelede, karanlık ve mutsuzluk dört bir yanlarını sararken, çığrından çıkan işlerin içinde tüm acımasız vazgeçişlere rağmen işin ucunu bırakmıyorlar.

Öne çıkan değerlerin, anlamların da okuyucu tarafından sorgulanmaya açık bırakılması, oldukça çoklu bir anlam grubu üzerinden hikayenin ilerleyişi okurun da kendi hayatıyla kıyas yapabilmesi ya da gözlemlerini değerlendirebilmesi için bir fırsat sunuyor.

Ağaçtaki, sert bir gençlik kitabı. Akıcı diline, sürükleyici hikayesine rağmen bir yandan da keskin bir soğukluğu var kitabın. Olan biten, soğukkanlılıkla yapılan şeyler, diyaloglar ve ortaya kimi sayfalarda çıkan neredeyse vicdansızlığın sınırlarında gezinin karakterleri ile Ağaçtaki, genç - yetişkin romanları içinden sıyrılan bir konuya sahip.


Anlam arayışını ve yaşamı sorgulamada izlediği yol ve sahip olduğu kurgu ile ağır bir konuyu başarı ile işlemenin güzel bir örneği Ağaçtaki. 

16 Mayıs 2014 Cuma

Paolo Bacigalupi "Kurma Kız"

İSYAN DEVRİMİ, DEVRİM ÖZGÜRLÜĞÜ GETİRİR Mİ?

Dünyanın bir süre sonra ömrünü tamamlayacağı bir gerçek. Ancak bunun ne şekilde gerçekleşeceği, farklı düşünceler ya da hayaller doğrultusunda şekillenebilir. Kimisi dinin sunduğuna, kimisi kafasında kurduğuna, kimisi okuduğuna inanabilir. Kimi ise konu hakkında hiçbir şey düşünmek istemez; bu gerekli bir bilgi değildir ve beynin kıvrımları arasında bu henüz oluşmamış ve hayatı boyunca görmeyeceğini düşündüğü/umduğu bu duruma dair bir bilgiye yer yoktur.

Öte yandan, dünyanın sonu gelmektedir ve kaçamayacağımız, sürekli ertelediğimiz bu gerçek belki bizim kuşağımızda değil (ki bence bu da bir savunma mekanizmasıdır) bir sonraki kuşakta gerçekleşebilir. En basitinden hemen herkesin aklına su kaynaklarının azalması, doğanın tahribatıyla gelen hava kirliliği, genetiği bozulmuş "şeyler"in insan genetiği üzerindeki etkisi gibi göz ardı edemeyeceği gerçeklerle de iç içe yaşamaktayız.

Kendi adıma konuşursam, bir on yıl sonra içecek su bulabiliyor olacağımdan şüpheliyim. Yiyecek bir meyve bulamayacağımız ya da solumayı beceremeyeceğimiz bir hava içinde yaşamaya çırpınacağımız ihtimali benim için uzak değil. Ya da tüm bunlara gerek kalmadan, nükleer bir felaket ya da yeni bir dünya savaşı ile sonumuzu getirebiliriz.

Tükenen doğal kaynakların yerine yenisini, tahrip olan doğanın eğer mümkün ise yeniden yapılandırılmasının "ha" diyince olacak bir işlem olmadığı aşikar. İnsanoğlu evrenin derinliklerini her gün daha fazla keşfederken, çürüyen dünyası içinde aslında ne yapmaya çalıştığını bilemeden, yalnızca "bilinmeyenin keşfine" bir umut bağlamış, bilinmeyen bir galaksinin keşfi ve yeni yaşam ihtimallerinin hayallerine sığınmış olabilir.

Bir gün her şeyi yitireceğimiz gerçeğinden o kadar büyük bir korkuyla kaçıyoruz ki, post apokaliptik bir roman okurken bize sunulan dünyanın karanlığına, o ihtimal olan karanlığa baktıkça daha derine inmemiz, beynimizde üzerini sürekli örtmeye çalıştığımız karanlık bir gerçek kutusunu açmamız bizi ürkütüyor.

Bu sefer kaçmak yok; Kurma Kız ile kapkara bir geleceğin, mahvolmuş dünyasında yaşamaya hazır olun!

BACIGALUPİ'NİN KARANLIK GELECEĞİ

Ödüle doymayan bir roman demek yanlış olmaz Paolo Bacigalupi'nin Kurma Kız (The Windup Girl) adlı romanı için. Roman; 2009 Hugo En İyi Roman Ödülü, 2010 Nebula En İyi Roman Ödülü, 2010 Locus En İyi Roman Ödülü, 2010 Joan W Campbell Ödülü ve 2010 Compton Crook En İyi Roman Ödülü sahibi.

Karşımıza çıkan dünya, geçtiğimiz haftalarda sıklıkla ele aldığımız kitaplarda olduğu gibi, yine sonu gelmiş bir dünya.

Doğal kaynakların düştüğü dar boğaz içinde ülkeler parçalanmış, kaosa sürüklenmiştir. "Kalori" şirketleri dünyanın kontrolünü ellerinde tutmaktadır. Farklı şirketlerin yarıştığı bu pazarda, mafyanın ve devlet yönetiminin, krallığın güçleri sıklıkla çatışmakta, alttan alttan yürütülen gizli faaliyetler ile ülkeler karmaşaya sürüklenmektedir. Asıl amaç ise her zaman olduğu gibi daha fazla paradır. Zira kapitalizm, nasıl bir hastalıksa, sonu gelen bir dünyada bile kendisine tutunacak bir beden yaratabilmektedir.

Mafyanın, birbirine düşman devlet kurumlarının ve kalori şirketleri görevlilerinin sızdığı bir ülkede iyinin ve kötünün savaşını izliyoruz. Ancak bir süre sonra sınırlar o denli saydamlaşıyor ki, inandığınız iyilik, birden kötülüğe kayabiliyor ya da masumiyet, gözü karalıkla pekişerek bir katilin gözlerinden bakabiliyor.

Sınırların keskinliğini yitirdiği ve herkesin kendi kanunlarıyla işlerini halletmeye çalıştığı bir düzen içinde, bir düzensizlik içinde tutunmaya çalışan yeraltı kuralları ile ayakta kalmaya çalışan grupların çatışmaları oldukça hareketli yansıtılmış.

Kanunsuzluğu yenmek adına atılan adımların ise isyan bayrağı çekmekle eşdeğer olduğu Kurma Kız'da aynı zamanda kitaba adını veren bir Yeni İnsan Emiko ile tanışıyoruz. Kendisi, hizmet için yaratılmış Japon bir Yeni İnsan ve sahibinin kendisini bırakması üzerine hikayemizin geçtiği Bangkok'ta dayanılması zor bir hayat yaşamak zorunda kalıyor. İtaat etmekten başka bir güdüsü olmayan Emiko ise, bir süre sonra hikayede etkinleştiği ölçüde geçirdiği evrim ile okuyucuyu heyecanlandırıyor.

Hikaye her bölümünde farklı karakterler üzerinden anlatılsa da, vurgulamak istediğim nokta canına tak eden ve hizmet etmekten başka bir işe yaramamak üzere üretilen bir Yeni İnsanın hikayenin başından sonuna devam eden macerasının, koşusunun ve inancının varlığı.
Kitabın başı, okuyucu için zorlu bir süreç. Farklı karakterler üzerinden anlatılan bölümlerde işler, isimler ve mekanlar sıklıkla karıştırılabilir halde. Bunda, özellikle yazarın tamamen okuyucuya hikayeyi keşfettirme amacı taşımasının etkili olduğunu düşünüyorum. Bir süre olaylara uzaktan bakarak, adeta gözleri bağlı bir insan gibi satırları dokunmaya çalışarak ilerliyor okuyucu. Ancak işin akışı hızlanmaya ve karakterler oturmaya başladıktan sonra, nice bilinmeyen kelime ve tanışılmayan karakter ile hemen bir bağlantı kurmaya başlanıyor.
Oldukça zorlayıcı bir kitap gibi başlıyor; gerek hikayesinin en başlarda okuyucuya yarattığı karmaşa, gerekse kaçınmadan kullanılan hayli sert olaylar zinciri. Ancak kesinlikle zorlukları atlatmak için çaba gösteren ve pes etmeyen okuyucu, karşılığını bu nefis roman ile kat be kat alacaktır.

İyi okumalar, bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Yeniler


Bu ay yine kitap almayım, birikenleri okuyayım dedim ama kendime laf geçiremiyorum kitap konusunda. Ne zamandır alınacaklar - okunacaklar listemde olan beş kitaba daha kavuştum bu hafta.


Bildiğiniz gibi, Henning Mankell'e tapıyorum. Wallander'ın da bir kaç bölümünü yıllar önce izlemiştim. Ama DVD'sini uzun zamandır bulamıyordum, denk gelince hemen aldım. Tavsiyedir. 


Şemsiye Akademisi'nin yazısını zaten bugün blog'a ekledim. Annem Sen Misin?'i de okumaya başladım. Alison Bechdel'in Cenaze Evi/Şenlik Evi yazısı da aylar önce blog'a eklediğim bir yazıydı, bulabilirsiniz okumak isterseniz. Çok sevdiğim bir yazar, dili de çizimi de tam sevebileceğim şekilde. Ayrıca dramı işlemesi de hayranlık yaratıyor. Bakalım, bu kitabın yazısı nasıl olacak... 


Şemsiye Akademisi: Kıyamet Senfonisi

Şemsiye Akademisi, The Daytripper ile tanıştığım ve bayıldığım Gabriel Ba adını barındırdığı için ne zamandır okumayı planladığım bir çizgi romandı.

Bir hafta sonu klasiği olarak Beşiktaş Arka Bahçe Çizgi Roman Dükkanı'na gitmem sonucunda, kendisine kavuştum. Çok büyük beklentilerim olduğu için çok da mutlu oldum alınca.

45 dakikalık bisiklet sürme maratonunun sonunda Şemsiye Akademisi'ni bitirdim. Bu aralar böyle bir huy edindim arkadaş tavsiyesi ile, egzersiz bisikletinde mutlaka bir şeyler okuyorum. Yoksa geçmiyor o bir saat.

Konumuza dönersek:

Dünyada beklenmeyen doğumlar sonucu aniden kırk üç çocuk dünyaya gelir. Reginald Hargreeves, bu çocuklardan yedisini evlat edinir. Evlat edinmesinin sebebi ise dünyayı kurtarmaktır. Zira çocukların her birinin farklı bir özelliği, bir yeteneği vardır.

Hargreeves'in ölümü ardından, uzun zaman sonra bir araya gelir kardeşler. Bu arada dünyanın sonu gelmektedir ve kardeşler dünyayı kurtarmaya çalışmaktadır. Tek bir sorun vardır; içlerinden biri, dünyanın sonunun gelmesinde bizzat rol oynamaktadır; yani kardeşlerden biri sorunlardan birinin ta kendisidir.

Bilmem daha önce bahsettim mi, çizgi romanda süper kahramanlar pek ilgimi çekmiyor. Bu yüzden The Umbrella Academy tam benlik bir çizgi romandı, diyemeyeceğim. Ayrıca çizimleri de bana çok soğuk geldi. Ya niye böyle oldu. Gabriel Ba adına, inanamıyorum kendime şu yorumu yaptığım için.

Şu an gribe yenik düşmüş bir bünye olarak bu yazıyı yazıyor olmamamın ve hikayeye ısınamamış olmamın etkisiyle, kısacık bir yazı olarak bitiriyorum.


Bir başka yazıda görüşmek üzere.

6 Mayıs 2014 Salı

Yakında


Bu dağınık ötesi görseli, yazacağım konudan bağımsız ekleme sebebim aslında yok. Şu dağınıklığa, şu yarısı düzgün yarısı kendi başına bağımsızlık kurmuş kitaplık düzenine bakarak bir daha blog'umu takip etmek istemezseniz sizi anlarım, emin olun.

Konumuza dönelim:

"Yakında" blog'da okuyabileceğiniz kitap yorumları (Mayıs ayı içerisinde):
  • Kurma Kız
  • Ağaçtaki
  • Şemsiye Akademisi
  • Kum Kitabı
  • Steelheart
Görüşmek üzere!


4 Mayıs 2014 Pazar

Ne Okuyorum?


Hafta sonunda Steelheart eşlik ediyor bana. Bir yandan da Nail Gaiman'dan Sandman - A Game Of You'yu okuyorum. Gerçi onu daha çok sporda okudum diyebilirim. Bundan sonra böyle, bisiklet sürerken çizgi roman okunacak!

Öte yandan Steelheart sürükleyici başladı. Film gibi de ilerliyor.

Siz neler okuyorsunuz?