27 Haziran 2013 Perşembe

Alper Canıgüz "Cehennem Çiçeği"


Alper Kamu. Elini mi sıkmalı beş yaşındaki çocukla ilk tanışıldığında, saçlarını karıştırıp “Naber?” mi demeli?

İlk kez Alper Canıgüz okudum ve ismini o kadar çok duymuştum ki inatla neden uzak kaldığıma bir anlam da veremedim açıkçası. Bundan sonra böyle gitmeyecek elbette.

Bir ölüm, bir cinayet ve mazide kalan bir aşkın çevresini saran olayların etrafında, beş yaşındaki filozofumuz Alper Kamu dolanıp duruyor ve bir mahallenin çocuğu olmanın yanında bir dedektif olarak da hikaye boyunca küçük bir Poirot havasında olayları didikliyor.

Cehennem Çiçeği’nde polisiye unsuru var mı, diye sorarsanız, evet var derim. Gerçekten hikayenin ana hatalarını çizen bir cinayetin katilini bulmak için çabalayan karakter her ne kadar beş yaşında olsa da, kendisinin hak ettiği değeri de göz önüne aldığınızda bir dedektifiniz olduğundan emin oluyorsunuz. Alper Kamu, tüm bilgeliğiyle ortalıkta salınırken, birden Hatice Abla’sının kucağına alınıverse de... (Bunun gibi hoşuma giden dolu küçük detay var; bir yerde koca bir adam gibi davranırken hemen ardından tamamen çocuk olmaya dair bir anın içine düşüveriyor ya da kendisi böyle bir anı yaratıyor)

Beş yaşında bir çocuk olarak yetişkinlerin dünyasını o kadar anlayabiliyor olmak; dünyanın yükünü sırtında taşıyan bir kıza gönderme yapan ve kitabın içinde geçen öyküde olduğu gibi, Alper Kamu için de acı veren bir gerçekliğe dönüşüyor bence. Kendisini öldürme ihtiyacı duyuyor ve sıklıkla bunu anabiliyor olması da, ya da en azından bana sürekli içinde olduğu bir buhranı anımsatan, bazen çocukça, bazen de büyük bir adam gibi içine düştüğü krizler de bunu kanıtlıyor gibiydi bence.

Herhalde yazar yaratırken ve yazarken çok eğlenmiştir, diye düşünmüştüm ancak Alper Canıgüz ile yapılan bir röportaja baktığımda yazar yazım sürecini sıkıntılı bir süreç olarak değerlendirmiş ki elbette böylesine bir kitap yazarken, bu kadar ince işlenerek bir karakter yaratılırken sıkıntıya düşülmeden olmazdı. Anlıyorum. Ancak bu sıkıntının sonunda ortaya çıkan hikaye (ve bence hikayenin önüne geçen bai kahraman) okuması hayli zevkli bir kitaba dönüşmüş.

Okurken gözlerimin önüne (bilmem diğer okuyanların ya da okuyacak olanların gözlerinin önünde hangi sahne olacak ama) tasvir edilen mahalle baya baya Doğan Apartmanı’nın olduğu sokağı getirdi. Bu bilinçaltımda şöyle bir şeye bağladım; isim vermeyim ama Doğan Apartmanı’nda doğan bir şarkıcımız aklıma geldi ve nedense onun da çocukluğu aslında Alper Kamu’nun çocukluğunu saran örtünün altında geçmiş, o aslında onun içinden bir parça, hatta ta kendisiymiş gibi geldi. (Bu yorumum hayli gizemli görünse de aslında gayet gözü sokulan bir gerçek etrafında şekilleniyor şu an, her neyse.) İkisini birbirine baya bir benzettim anlayacağınız. Yani “Ruhi’dir benim adım...” diye Doğan Apartmanı’nın penceresinden bakıyormuş gibiydi Alper Kamu.

Not: Evet, bu yazıya da önümüzdeki günlerde eklemeler yapabilirim.

23 Haziran 2013 Pazar

Gölge Oyunu - Ray Bradbury Anısını Yepyeni Öyküler


Bir yazarın büyüklüğünü ne kadar kitap sattığıyla mı ölçersiniz? Ya da ne kadar çok üzerine yazıldığıyla mı? Ya da kaç yıldır adının anıldığıyla mı? Twitter da kaç takipçisi olduğuyla mı?! Ya da böyle bir ölçüm var mıdır?

Ray Bradbury için sanırım tüm ölçümler altüst olmuş ve gereksiz kılınmış durumda. Zira sırf Gölge Oyunu içinde yer alan öykülerin yazarlarına bir göz atmanız ya da tüm öyküleri okumanız ve bütün bunların büyük anlatıcı Bradbury için yapıldığını görmeniz, size herhangi bir klasikleşmiş (ya da yazının girişinde benim sorduğum sorular çerçevesinde) ölçümlerin ne kadar gereksiz olduğunu kanıtlayacaktır.

Kitabın yayınlanacağını sosyal medya üzerinden duyduğumda, her zamanki gibi içinde Neil Gaiman’ın adının geçmesi dikkatimi en başta çeken nokta olsa da, Ray Bradbury anısına yazılmış olan öykülerin bende uyandırdığı merak da Neil Gaiman etkisinden pek geri kalır yanı yoktu. (Kitabın içindeki ilk öykü de Neil Gaiman’a ait aslında; “Ray Bradbury’yi Unutan Adam”.)

Kitaptaki öykülerin genelinde, yazarları tarafından eklenen notlardan anlaşılabileceği üzere Bradbury etkisi açıkça görülüyor ki bence bu muhteşem bir şey.

Her bir öyküden bahsetmek isterim istemesine ancak bunun sizler için süprizi bozmaktan öteye bir şey olacağını sanmıyorum. Yine de bir kaçının adını anmak isterim.

Zamanda yolculuğun ve bir ölümün anlatıldığı Telefon Görüşmesi (John McNally), aklıma Resimli Adam’ı getiren Bonnie Jo Campbell’ın bir insanın kendi isteklerini keşfetmesi ve sonrasında yaşadığı rahatlamanın anlatıldığı Dövme’si, küçük bir kızın gördüklerinin ötesinde bir dünyanın acı gerçekliği ve beklenmeyen bir sonun yer aldığı Hayleigh’in Babası, dünyanın sonunun nasıl bir şey olacağına dair belki bir öngörü tadında Uyku Vakti Makinesi Çocukları ve içinde sakladığı hüzünlü – huzurlu tat kitapta ilk aklıma gelen öykülerden bazıları.

Sanırım büyük yazarların nasıl ölümsüzleştiğine mükemmel bir örnek Gölge Oyunu. Öykülerin bitiminde, yazarları tarafından kaleme alınan ekleri de en az öyküler kadar ilgi çekici buldum. Büyük bir yazarın diğer büyük yazarlar üzerindeki etkisini, özellikle çocukluk dönemlerinde kendisini gösteren etkisini görmek insana cesaret verici bir şey gibi geliyor biraz da. Düşünseniz, eğer  siz de yazıyorsanız, kendinizi bir anlığına kitapta yer alacak bir öykünün yazarı konumunda düşünebilirsiniz. Tıpkı o yazarlardan biri gibi bir öykü  yazıp, sonuna da Bradbury ve sizin hakkınızda bir yazı ekleyebilirsiniz. Belki bu, böyle büyük öykücülerin yer aldığı bir kitabın sonrasında biraz ukalaca ve fazlasıyla özgüvenli bir hareket olarak görülebilir ancak yazan biriyseniz ne demek istediğimi umarım anlatabilmişimdir size; siz de o kitapta bir anlığına yer almak istemez miydiniz? Ya da en azından Bradbury üzerine söyleyecek bir şeyleriniz yok mu? Muhtemelen vardır. Fahrenheit 451 üzerine mesela, sırf şu içinde bulunduğumuz günler bile sizi kitap ve yazarı hakkında bir şeyler söylemeye ya da yazmaya teşvik etmiyor mu? Haberleri izlerken aklınıza hiç Fahrenheit 451 gelmiyor mu? (Yazarı sadece bu kitaba elbette indirgemiyorum, sadece içinde yaşadığımız günler genelinde benim aklıma gelen ilk eseri olduğu için ona vurgu yapıyorum.)

Gölge Oyunu’nu sadece okumakla yetineceğimi düşünmüyorum. Aynı zamanda bana ilham verici bir yanı da oldu ki, her yaz genelde böyle bir sürecin içine giren birisi olarak bu ilhamın kıymetini bilip soluğu yine parmakların hızla üzerinde gezdiği bir klavye ya da bir olay örgüsünün üzerinde şekillendiği kağıtlar üzerinde almak çok yakın. Ya da oldu bile!

Not: Aklıma geldikçe yazıya eklemeler yapmaktan kendimi alamayabilirim.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Robert Silverberg "İçeriden Ölmek"


"İnsan içinde bir şeyin ölmekte olduğunu bildiği zaman, gelip geçici anlardaki rastgele canlanmalara itimat etmemeyi öğreniyor." (Syf:11)

Silik, kırklı yaşlarının başında, hayatını öğrencilere hayalet yazarlık yaparak, yani onların yerine ödevlerini yaparak (sayfa başına 3.5 dolar!) hayatını kazanan, İngiliz Edebiyatı mezunu bir adam David Selig. Hayatta genel anlamda çuvallamış hissini veriyor, azalan saçlarıyla beraber yaşamın içinde kendisi de gittikçe azalmakta. Yapayalnız. Gelip geçici, hatta anlık ilişkilerinden başka ne bir kız arkadaşı ne de yakın bir arkadaşı var. Ebeveynleri hayatta değil. Ki hayatta olmaları da aslında Selig için bir fark yaratmazdı zira kaçmak istediği bir dünyaya ait iki figure her biri de. Üvey kardeşiyle arası düzelmeye başlamış, ancak aralarında örülü nefretin kırılması pek hızlı bir süreç olmayacak. Ha bu arada nereden çıktı bu nefret derseniz, ve bu adam neden yalnız ve çuvallamış gibi duryor derseniz?

Selig insanların zihninin içine girebiliyor. Düşünceleri okuyabilir, size dair her şeyin içine akabiliyor. Kendi tabiriyle, ve onu bir itme – çekme içine sokan bir bağla bağlı olduğu bir röntgencilik bu. Bağlı olduğu diyorum, zira azalmaya başlayan saçları gibi bu özelliği de azalmaya başlıyor ve neredeyse hayatı boyunca bir lanet gibi sırtında taşıdığını düşündüğü bu “şey”i aslında sevdiğini görüyoruz yer yer. Mesela bununla, bu özellikle, inadına bağ kurmaya çalıştığı, inadına ortaya çıkarmaya uğraştığı ve bu uğurdu yitirdiği tek aşkını da görüyoruz. Bu laneti ya da şansı ya da onun için her ikisi ve hiçbiri olan bu durum, insanlara yakınlaşmasında ve uzaklaşmasında belirgin etken haliyle. Bu yüzden yalnızlığına pek de şaşırmamak lazım Selig adına. Oysa kendisi gibi aynı şeyi yaşayan bir başkasının, hayatının bir döneminde arkadaşlık yaptığı bir başkasının bunu bir avantaj olarak nasıl da kullanabildiğini anlıyor bir gün; ama sanırım kendisi için acı bir hatıra ötesinde bir çıkarım sağlamıyor bu an. Selig değişmiyor, sırtında kamburuyla hayatın yokuşunda bir başına yavaş yavaş adım atıyor.

Yaşıyla beraber, belki aynı yaşlara girmiş ve yitme hissini ensesinde hissetmeye başlamış her insan gibi son bulacak bir varlığın sorgulanması kitap boyunca devam ediyor, özellikle son kısımlarda Tanrı’yı sorgulamasını okurken Selig’in yaşadığı çileyi en dipte siz de hissediyorsunuz. Zaten kitap boyunca karakter o kadar canlı kanlı ki, bu “silik” gibi duran ancak diğer insanlardan çok farklı bir adam olan David’i yanıbaşınızda, bir arkadaşınız ya da en doğru tabirle yer yer “kendiniz” gibi okuyorsunuz. Kafanızın içindeki bir ses size satırları okumuyor da, siz o sesi satırlara döküyorsunuz sanki. (Bu tip bir durumu Sylvia Plath’ın Sırça Fanus kitabında, Esther Greenwood olarak satırları “duyarken” – “söylerken” de hissetmiştim mesela. Ama burada durum biraz daha farklı, en azından karakterle aynı cinsiyete sahip değiliz. Her ne ise.)

Kapı deliğinden bakan, görmek istemediklerini de görür. Hayatınız boyunca hayatın o sürekli bahsedilen “çıplak gerçeği”ni zihninizin içinde gördüğünüzü düşünün. Yaşamaya devam edebilir miydiniz? Gerçi Selig’in bu röntgeni istemdışı değil; bir kapı deliğinden içeri bakmaya karar vermek gibi. Ne kadar çekici gelse de bir o kadar da ürkütücü.

Söylemek istediğim bir diğer nokta ise kitabın adının mükemmeliği; İçeriden Ölmek (Dying Inside). Nedense sadece duymak bile kendimi kitaba yakın hissettiriyor; bu kelimenin de tıpkı kitap gibi güçlü bir yanı var. Kitaba ne kadar yakıştığına da bakıyorum; başka hiç bir kelimenin ya da hiç bir kelime grubunun bu kadar yakışabileceğini de sanmıyorum.  Hatta gözlerimi dolduracak ve kalbimi sızlatacak kadar da etkiliyor beni. Hepimiz ölmek için yaşıyoruz yaşarken çürüyoruz çürümek için varız ve içeriden ölüyoruz.

Kitabı ne kadar sevdiğimi anlatamıyorum, kitap hakkında adam gibi bir şey de yazamıyorum aslında çünkü kitap tek kelimeyle "mükemmel". 

Not: Yazıyı güncelleyebilirim. 

Karin Fossum "Göl"


Göl, Karin Fossum’un okuduğum ilk kitabı oldu. Satışta bulabildiğim bir diğer kitabı olan Pus’u okur muyum peki bu kitabın ardından? Evet, okurum. Zira ilk kez okuduğum, özellikle de polisiye (polisiye konusunda pek bir bağnaz olduğumu, sadece sevdiğim yazarlarla kafayı bozduğumu düşünürsek) konusunda ilk kez okuduğum bir yazar için artıları ve bolca eksilerine rağmen dilini ve anlatımını beğendim.

Göl, akıl hastanesinden kaçan bir şizofrenin “işlediği iddia edilen” bir cinayetin soruşturması ve bir banka soygununun araştırılması sırasında geçiyor.

Benim kitap üzerine söyleyeceklerim ise ne konusu ne de dili üzerine. Konu güzel. Anlatım da güzel. Kendisini okutuyor mu? Evet. Sıkılıyor musunuz? Hayır. Buraya kadar güzel değil mi? Evet. Ama sıkıntı, okuduğunuzun bir polisiye olduğunu düşündüğünüz ve ister istemez o ana kadar okuduğunuz polisiyelerden elde ettiğiniz (izlediğiniz polisiye dizilerden elde ettikleriniz gibi) bilgiler ışığında, bir şeylerin eksik ve/veya yanlış gittiğini farketmenizle başlıyor.

İlk olarak satırlarda sizi resmen tırmalayan şey, bir cinayetin görgü tanığı ifadesi üzerine akıl hastanesinden kaçmış olmasına ve resmen “aranan” adam olmasına rağmen kişinin, (yani kitaptaki adıyla anarsak Errki’nin) Errki’nin doktorunun polis tarafından aranması ve hastaneye gidilmesi olayın ikinci gününü buluyor!

Bir diğer gözüme çarpan nokta ise sanırım yazarın (evet, bilerek ve isteyerek kıyasa gideceğim çünkü mükemmel bir polisiye yazarıyla karşılaştırma yapmamdan daha doğal ne olabilir; Henning Mankell ile kıyaslayacağım yazarı öncelikle) bir Henning Mankell gibi polis işlerine yakın olmaması, hatta bence –evet- bu işlerden pek anlamaması. Evet, elinde güzel bir hikaye var ve bunu çok da akıcı biçimde anlatıyor, suçlular kısmındaki karakterlerin oluşumu ve aktarımı güzel, ancak iş polisiyenin “haliyle” polis ve polislik yönüne geldiğinde bariz bir “geçiştirme” var gibi geliyor bana.

Yani Göl’de hikaye aslında “suçlular” üzerinden gidiyor. Tamam gidiyor olabilir, bu normal ve yazarın tercihi de olabilir. Ama poliste göz attığımızda gördüklerimiz böyle, bu şekilde mi olmalı? Polis bu sırada ne yapıyor bilmiyoruz, üstelik kitabın içinde bu romanın bir dedektif serisine (Dedektif Sejer Romanı, yazıyor) ait olduğu da yazıyor ki bu bana daha da saçma geldi, zira ne dedektifimizin ana karakter olduğu öne çıkıyor (mesela asla ve asla bir Wallander kitabında Wallander’ın baş kahramanlığı gibi öne çıkan bir durum zerre yok) ne de karakteri bir kaç satırda açıklanan, hafif klişeye kaçan ruh hali, genel hali haricinde bir bilgi vermiyor. Gözümüz hikayede polisin olduğu sahnelere geçtiğinde ise neredeyse sokaktan geçen vatandaşın bile kurgulayabileceği basitlikte bir soruşturmanın yürütülmekte olduğunu görüyoruz. 

Farkındayım, kitabı yerden yere vuruyor gibi görünüyorum ve kendi sevdiğim tarzda bir polisiye olmadığı için kötülüyor gibi görüyorum ama okuduğunuzda siz de göreceksiniz; hani polisiyenin içinde “polis”, “dedektif” varsa bu iş gerçekten böyle mi yapılır? Ya hiç girmemek, uzak durmak ve olayın etrafında anlatıldığı “suçlular” üzerinden bir roman yazmak ve bangır bangır “bu bir dedektif Sejer romanıdır” demeden bir polisiye yazmak, polis unsurunu en sonunda ya da her neresinde ise yalnızca “bir yerde olan biten hakkında bir şeyler yapan ve okuyucuya ne yaptığı aslında söylenmeyen” olarak göstermek bana daha mantıklı bir yolmul gibi geldi. Tamam, benim haddime değil okunan ve kitabı dilimize çevrilmiş bir yazara akıl vermek ama sadece... Of nasıl anlatsam. Bir kitabı okusanız? Okusanız da üzerinden konuşabilsek aslında? Gerçekten merak ediyorum, özellikle polisiye okuru benim gibi düşünecek mi?

Yine de, kitap – kötü – değil. Okumaktan zevk alacağınızdan da eminim.

6 Haziran 2013 Perşembe

Goodreads "Okunacaklar Kitaplar"


Ne okuduğumdan ne yazdığımdan bir şey anlıyorum şu günlerde, aklım hep başka yerlerde, hepimizin öyle.
Bir nebze kafam dağılsın diye (bu belki gereksizdir, bilmiyorum) Goodreads'te biraz zaman geçirdim; "to-read" listesi epeyce uzamış, bir kısmını buraya da aktarayım dedim. Yakın zamanda edinmeyi ve okumayı planladıklarımdan bazılarını yazmak istedim.
  • "Kemik Titreten" Cherie Priest
  • "Cehennem" Dan Brown
  • "Marxism And Literary Critisim" Terry Eagleton
  • "Narcissus And Goldmund" Hermann Hesse
  • "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?" Philip K. Dick
  • "PopCo" Scarlett Thomas
  • "Varlık Ve Zaman" Martin Heidegger
  • "Perdido Sokağı İstasyonu" China Mieville
  • "Un Lun Dun" China Mieville
  • "Çocuklar" Patti Smith

5 Haziran 2013 Çarşamba

Kitap Önerileri (Haziran 2013)


Gündem malum, yine de aylık kitap önerisi listesini yazmak istedim. Belki okumak isteyen olur diye.
  1. "Çavdar Tarlasında Çocuklar" J. D. Salinger
  2. "Gertrude" Hermann Hesse
  3. "Mr. Why'ın Sonu" Scarlett Thomas
  4. "Yaşamın Ucuna Yolculuk" Tezer Özlü
  5. "Kızılgerdan" Jo Nesbo
Note: Image in that post is from http://bookshelfporn.com/post/5300330198

4 Haziran 2013 Salı

Anket Sonucu "Blog'da Yazısını Okuyup da Satın Aldığınız Kitap Oldu mu?"


Blog'da minik bir anket vardı, katılanlara teşekkürler. Blog'da görüp de satın aldığınız kitaplar olup olmadığını sormuştum.

12 kişi katılmış.
9 kişi evet demiş.
3 kişi hayır demiş.

Evet cevabı veren arkadaşlar, eğer bu yazıyı okuyorsanız burada görüp de satın aldığınız kitaplar hangileri, yazar mısınız?

Ben bunu sıkça yapıyorum, blogları gezip kitap listeleri yapıyorum. Bu yüzden kitap blog'larını faydalı buluyorum. Başka birileri için de güzel bir kitabın keşfine vesile olup olmadığımı da pek merak ediyorum açıkçası. (Ve bu kitapların hangileri olduğunu da...)

Note: Image in that post is from http://weheartit.com/entry/63575983