"İnsan içinde bir şeyin ölmekte olduğunu bildiği zaman, gelip geçici anlardaki rastgele canlanmalara itimat etmemeyi öğreniyor." (Syf:11)
Silik, kırklı yaşlarının başında, hayatını öğrencilere hayalet yazarlık yaparak, yani onların yerine ödevlerini yaparak (sayfa başına 3.5 dolar!) hayatını kazanan, İngiliz Edebiyatı mezunu bir adam David Selig. Hayatta genel anlamda çuvallamış hissini veriyor, azalan saçlarıyla beraber yaşamın içinde kendisi de gittikçe azalmakta. Yapayalnız. Gelip geçici, hatta anlık ilişkilerinden başka ne bir kız arkadaşı ne de yakın bir arkadaşı var. Ebeveynleri hayatta değil. Ki hayatta olmaları da aslında Selig için bir fark yaratmazdı zira kaçmak istediği bir dünyaya ait iki figure her biri de. Üvey kardeşiyle arası düzelmeye başlamış, ancak aralarında örülü nefretin kırılması pek hızlı bir süreç olmayacak. Ha bu arada nereden çıktı bu nefret derseniz, ve bu adam neden yalnız ve çuvallamış gibi duryor derseniz?
Silik, kırklı yaşlarının başında, hayatını öğrencilere hayalet yazarlık yaparak, yani onların yerine ödevlerini yaparak (sayfa başına 3.5 dolar!) hayatını kazanan, İngiliz Edebiyatı mezunu bir adam David Selig. Hayatta genel anlamda çuvallamış hissini veriyor, azalan saçlarıyla beraber yaşamın içinde kendisi de gittikçe azalmakta. Yapayalnız. Gelip geçici, hatta anlık ilişkilerinden başka ne bir kız arkadaşı ne de yakın bir arkadaşı var. Ebeveynleri hayatta değil. Ki hayatta olmaları da aslında Selig için bir fark yaratmazdı zira kaçmak istediği bir dünyaya ait iki figure her biri de. Üvey kardeşiyle arası düzelmeye başlamış, ancak aralarında örülü nefretin kırılması pek hızlı bir süreç olmayacak. Ha bu arada nereden çıktı bu nefret derseniz, ve bu adam neden yalnız ve çuvallamış gibi duryor derseniz?
Selig insanların zihninin içine girebiliyor.
Düşünceleri okuyabilir, size dair her şeyin içine akabiliyor. Kendi tabiriyle,
ve onu bir itme – çekme içine sokan bir bağla bağlı olduğu bir röntgencilik bu.
Bağlı olduğu diyorum, zira azalmaya başlayan saçları gibi bu özelliği de
azalmaya başlıyor ve neredeyse hayatı boyunca bir lanet gibi sırtında
taşıdığını düşündüğü bu “şey”i aslında sevdiğini görüyoruz yer yer. Mesela
bununla, bu özellikle, inadına bağ kurmaya çalıştığı, inadına ortaya çıkarmaya
uğraştığı ve bu uğurdu yitirdiği tek aşkını da görüyoruz. Bu laneti ya da şansı
ya da onun için her ikisi ve hiçbiri olan bu durum, insanlara yakınlaşmasında
ve uzaklaşmasında belirgin etken haliyle. Bu yüzden yalnızlığına pek de
şaşırmamak lazım Selig adına. Oysa kendisi gibi aynı şeyi yaşayan bir
başkasının, hayatının bir döneminde arkadaşlık yaptığı bir başkasının bunu bir
avantaj olarak nasıl da kullanabildiğini anlıyor bir gün; ama sanırım kendisi
için acı bir hatıra ötesinde bir çıkarım sağlamıyor bu an. Selig değişmiyor,
sırtında kamburuyla hayatın yokuşunda bir başına yavaş yavaş adım atıyor.
Yaşıyla beraber, belki aynı yaşlara girmiş ve yitme
hissini ensesinde hissetmeye başlamış her insan gibi son bulacak bir varlığın
sorgulanması kitap boyunca devam ediyor, özellikle son kısımlarda Tanrı’yı
sorgulamasını okurken Selig’in yaşadığı çileyi en dipte siz de hissediyorsunuz.
Zaten kitap boyunca karakter o kadar canlı kanlı ki, bu “silik” gibi duran
ancak diğer insanlardan çok farklı bir adam olan David’i yanıbaşınızda, bir
arkadaşınız ya da en doğru tabirle yer yer “kendiniz” gibi okuyorsunuz.
Kafanızın içindeki bir ses size satırları okumuyor da, siz o sesi satırlara
döküyorsunuz sanki. (Bu tip bir durumu Sylvia Plath’ın Sırça Fanus kitabında,
Esther Greenwood olarak satırları “duyarken” – “söylerken” de hissetmiştim
mesela. Ama burada durum biraz daha farklı, en azından karakterle aynı
cinsiyete sahip değiliz. Her ne ise.)
Kapı deliğinden bakan, görmek istemediklerini de
görür. Hayatınız boyunca hayatın o sürekli bahsedilen “çıplak gerçeği”ni
zihninizin içinde gördüğünüzü düşünün. Yaşamaya devam edebilir miydiniz? Gerçi
Selig’in bu röntgeni istemdışı değil; bir kapı deliğinden içeri bakmaya karar
vermek gibi. Ne kadar çekici gelse de bir o kadar da ürkütücü.
Söylemek istediğim bir diğer nokta ise kitabın
adının mükemmeliği; İçeriden Ölmek (Dying Inside). Nedense sadece duymak bile
kendimi kitaba yakın hissettiriyor; bu kelimenin de tıpkı kitap gibi güçlü bir
yanı var. Kitaba ne kadar yakıştığına da bakıyorum; başka hiç bir kelimenin ya
da hiç bir kelime grubunun bu kadar yakışabileceğini de sanmıyorum. Hatta gözlerimi dolduracak ve kalbimi
sızlatacak kadar da etkiliyor beni. Hepimiz ölmek için yaşıyoruz yaşarken çürüyoruz
çürümek için varız ve içeriden ölüyoruz.
Kitabı ne kadar sevdiğimi anlatamıyorum, kitap hakkında adam gibi bir şey de yazamıyorum aslında çünkü kitap tek kelimeyle "mükemmel".
Not: Yazıyı güncelleyebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder