29 Kasım 2014 Cumartesi

Ne Okuyorum?

Sizin bulunduğunuz şehirde hava durumu ne bilmiyorum ama burada az sabah yaz olarak başlayan hava şu saatlerde kışa dönmüş durumda. Yetmezmiş gibi karanlığın çevrelemesine bakarsak da buranın Norveç taklidi yaptığını söylesem yalan olmaz. Hayır olur. Çünkü Norveç değil. Neyse.

Ama bugün her black metal dinleyenin, "bm'ye giriş 101'i" sayılabilecek gruplardan Norveç'li Darkthrone ile ilk kez okuduğum Levi Henriksen sayesinde en azından kulak ve göz kendisini kısacık anlardan ibaret şekilde Norveç'te sanabiliyor.
Kitabın daha başlarında olmama rağmen sevdim diyebilirim. Zaten bir kitabı sevip sevmeyeceğimi anladığım sayfalar geride kaldı. Yani sevdim. Lafı uzatmak istiyorum. Uzatmayım.

Darkthrone dinleyin, kitap okuyun. 

28 Kasım 2014 Cuma

Alfred Adler "Cinsiyetler Arasında İşbirliği"

Alfred Adler, "bireysel ruhbilim" kuramını oluşturmuş olan bir hekim ve ruhbilimcidir. Freud'un bir dönem öğrencisi olan Adler, Freud ile arasındaki derin ayrışmalar ve farklılıklar sonucunda kendi grubunu oluşturmuş ve bireysel ruhbilim kuramı doğrultusunda çalışmalarına devam etmiştir.

"Cinsiyetler Arasında İşbirliği"  eserinde Adler, kadın ve erkeğin hayatlarını çocukluklarından gençliklerine, evlilik hayatlarına dek inceliyor. Kadının ve erkeğin farklı tepkilerinin olmasın rağmen nasıl aynı ortak korkular sonucunda aynı sorunları yaşayabileceklerine değiniyor.

Kadının mitlerle, masallarla pekiştirilen ve akıl almaz biçimde kabullenilen, bir miras gibi kuşaktan kuşağa aktarılan ikincil konumu üzerinden anlatmaya başlıyor Adler. Toplumsal işbölümünün cinsiyet ayrımcılığıyla olan bağı okura sunuyor. Erkeğe yüklenen, erkeğin kendinden beklendiğini hissettikçe daha da sahiplendiği güçlü olma, değerli olan olma gibi üstün kavramların yanında kadına nasıl da değersizliğin, boyun eğen olmanın, köleliğe yatkın olmanın dayatıldığına değiniyor. Öyle derine işlemiş bir şeydir ki bu durum, bazı kültürlerin içinde değerli ve biricik olan her zaman erkek olarak tanımlanmış, mitolojilerinde gücü ve yüceliği elinde bulunduran erkek olarak sunulmuştur. Bunun yanında kadın ise yalnız ve ancak, sönük ve bir şekilde "efendisine hizmet etmekten başka bir tatmini bile olmayacak" bakış açısıyla sunulmuştur.

Kadının ikincil olma rolüyle doğumundan itibaren karşılaşan kadının, bu ezikliği üzerinden atmak için, "erkek gibi olmaya" varan çıkış yolları araması ise Adler'ın özellikle vurguladığı noktalardan biri. Öyle ki, Adler'a göre kadın, kendi kadın rolüne karşı savaş açar ve bu savaşı şu üç şekilde verir: Etkin ve erkeksi bir yol izleme (Enerjik, hırs dolu, başarı peşinde koşan - dikkat ettiyseniz bu tavırlar bile ilk anda aklımızda erkek imajı yaratıyor -, ev ve evlilikle ilgili işleri önemsemeyen ya da reddeden bir kadın), teslimiyet içinde yaşamını sürdüren ve boyun eğen kadın (Teslim olmuş, erkek egemenliğinden başka çıkar yolu yokmuş gibi bir tavır yaratan kadın) ve son olarak da ikincil olduğunu rolünü reddetmesine rağmen ikincil bir role "mahkum olduğunun" farkında olan kadın (Etkenliği erkeğe has gören kadın).

Sağlıklı bir yaşam için gereken kadın ve erkek arasındaki iletişimin küçük yaşlardan itibaren düzgün biçimde oluşabilmesi için karma eğitimi savunan yazar, kadın ve erkeği birbirinden uzaklaştırdıkça durumun daha vahim olacağını, arkadaşlık ilişkilerinin sağlam bir gelecek kurmak isteyen her birey için zorunlu olduğunu vurguluyor.

Nevrotik eğilimlerin "kadınlara yüklenen" kadınsı özelliklere doğru bireyi sürüklemesinde erkek protestosu olduğunu belirtiyor Adler. Üzerine adeta yığılan erkek olma mitiyle karşılaştığında bocalayan ve bunalan erkeğin korkusunun bunu yarattığına işaret ediyor. Öyle ki Adler, Freud'la bu noktada aynı düşünceyi paylaşıyor ve nevrotik bir insanda uzlaşmış ya da ayrık olarak kadınsı ve erkeksi özelliklerin birlikte olduğuna değiniyor.

Bireyin cinselliğinin hayati önem taşıdığını vurgulayan yazar, neredeyse tüm toplumsal ve bireysel sorunların temelinde cinselliğin sağlıklı ya da sağlıksız oluşunun yattığını belirtiyor. Buna katılmamak elde değil. İnsan hayatında aşk hayatındaki mutluluğun ya da mutsuzluğun kişinin genel karakterini büyük ölçüde etkileyecek yegane güç olarak görmeye yaklaşan Adler, örnek olaylarla, karşılaştığı vakalar üzerinden de analizler yaparak okur için durumun ciddiyetinin altını çiziyor. Cinsel kimlik oluşunda ilkörneğin önemine vurgu yapan yazar, aynı zamanda bu ilkörneğin anne-baba oluşuna da dikkat çekiyor.

Ödipus kompleksi ve erkek protestosu konusunda sorgulamaya giden Adler, Ödipus kompleksinin nevrozun/erkek protestosunun bir basamağı olduğunu belirtiyor.

Yazarla benim çeliştiğim tek nokta ise doğruma, çocuk sahibi olma konusundaki görüşleri. Neredeyse sağlıklı bir evlilik inşası için çocuk sahibi olmayı tavsiye eden yazar, çocuk doğurmanın mecburi olduğunu söylemeye yaklaşıyor sık sık. Oysa kadının ikincil konumundan ve köleliğinden yakınarak açılan metnin sonunda kadını yine çocuğu taşımak, doğurmak, yetiştirmek gibi ana görevlere bir köle gibi mahkum eden çocuk sahibi olma eyleminde, babayı yine "erkeğin kusursuz gücünü ve erkekliğini" pekiştirecek şekilde dışarıda bırakıyor. Nefes alacak oksijen bulamayacağımız, doğal kaynakların hızla tükendiği bu dünyada evlilik gibi kişisel (tamam, toplumsal boyutunu da biliyorum, tamam) bir konuda BENCİLLİK YAPARAK, evliliği korumak gibi sonucu çoktan görünen, bitmiş bir birlikteliği kurtarmak amacıyla DÜNYAYA YENİ BİR İNSAN getirerek onu acı ve kederle baş başa bırakmaya kimin hakkı var?

Adler'ı okuyun, Adler'ı dinleyin ama unutmayın; kimse çocuk sahibi olmak ZORUNDA DEĞİL.

25 Kasım 2014 Salı

Mini Röportaj: Dedalus Kitap

Dedalus Kitap için 2014 nasıl geçmiş, 2015'ten neler bekliyorlar, buyurun mini röportajda cevaplarını okumaya.
(Ayrıca, Dedalus Kitap Genel Yayın Yönetmeni Sedat Demir ve Dedalus Kitap Editörü Merve Akıncı'ya zaman ayırdıkları ve soruları cevapladıkları için teşekkür ediyorum.)

2014 sizin için nasıl geçti? İzlenimlerinize göre okurlarca en çok sevilen kitaplarınız hangileri oldu?
2014 yılı bizim açımızdan oldukça verimli geçti. Ve henüz bitmedi. Her şeyden önce, okurla bizi tanıştıran kitap sayısı arttı. Bu kitaplar arasında Joyce kitaplığı özellikle ilgi gördü: “Joyce’un Öğrencisi”, “Bırak Seni Seveyim”, “Bildiğin Joyce”. Ardından “Uğultu” ve yeni çıkmış olsa da “Kralın Düşüşü” epey ilgi gördü.

2015'te yayınlayacağınız kitaplar hakkında neler söylemek istersiniz?
2015’te yayımlayacağımız kitaplar -elbette- sürpriz. Oldukça iddialı kitaplar. Yine çeşitli dillerden, çeşitli edebiyatlardan çevirilere devam etmekle birlikte Türk edebiyatının genç, gelecek yıllardaki temsilcilerini de yayınevi olarak değerlendireceğiz.

Ağırlıklı olarak yöneleceğiniz bir tarz olacak mı 2015'te?
Artık biraz daha kuramsal metinlere başlıyoruz 2015’le beraber. Sanat tarihiyle, edebiyat kuramlarıyla, sosyal bilimlerin önemli düşünüş ve tarzlarıyla ilgili kitaplarımız olacak. Kurmaca kitapların devamı elbette gelecek fakat 2015 planlarımızda öncelikli olarak kuramsal metinlere yer ayırmaya çalışıyoruz.

Okurla ilk kez buluşacak olan yeni yazarların eserleri 2015 programınızda yer alıyor mu? Bu yazarlar ve eserlerinin öne çıkan özellikleri, farklılıkları neler?
Evet, tabii ki yer alıyor. Okurun karşısına ilk kez çıkacak olmak, bir yazar için ne kadar önemli bir adımsa, bizim için de o kadar önemli esasen. Genç, yeni yazarları keşfetmek ve onlara bir kapı aralamak adına iyi işler yaptığımızı düşünüyoruz. Bunu da devam ettirme düşüncesindeyiz. Özellikle, kurmacada, edebiyatı soruşturan ve onun imkânlarından faydalanmayı tercih eden yazarlara yer vereceğiz. Şu anki planlarımıza baktığımızda, Türk edebiyatına gelecek altı yeni yazar var ve oldukça genç yazarlar.

Sizce 2015 yayıncılar ve okurlar için nasıl bir yıl olacak?
Bu konuda genel bir yorum yapmak pek mümkün değil, takdir edersiniz ki. Ama kendi adımıza konuşmak gerekirse, yayın programımız oldukça yoğun. Yine nitelikli eserler yer alıyor. Yeni yazarlara yer verecek olmak, okurları farklı bilim ve sanat kuramları kitaplarıyla buluşturacak olmak bizi heyecanlandırıyor. Bir önceki yılı aratmayacak bir yıl geçireceğimize inanıyoruz. Kısacası, bomba gibi geliyoruz!

Mini Röportaj: Say Yayınları

Mini röportajlar Say Yayınları ile devam ediyor. Sosyoloji, psikoloji, kadın çalışmaları gibi konulara çalışırken onlarca kaynaklarını kullandığım Say Yayınları'nın, röportajda da adı geçen Erich Fromm kitapları benim özellikle tavsiye edeceğim 2014 yayınlarından bazıları. 

2014 sizin için nasıl geçti? Sizin izlenimlerinize göre okurlarca en çok sevilen kitaplarınız hangileri oldu?
2014 yılı, Say Yayınları’nın tarih ve bilim kitapları ile zirve yaptığı bir yıl oldu. Darwin ve Sonrası, İkili Sarmal, Kapitalizmin Kısa Tarihi gibi klasik eserlerin yanı sıra Herkes İçin Dizisi içerisindeki kolay anlaşılır kitaplar ile bilim ve tarih eserlerini geniş bir okuyucu kitlesine sunduk. Sinema, fotoğrafçılık, popüler psikoloji ve felsefe alanlarını da ihmal etmedik. Bertrand Russell ve Erich Fromm’un birçok eseri okuyucu ile tekrar buluşma fırsatını buldu. Platon, Aristoteles ve Schopenhauer gibi filozofların, Freud ve Frankl gibi psikanalistlerin eserlerini yayımlayan diziler yeni kitaplar ile devam etti. Ahmet Cevizci, Mehmet Kanar, Özer Kanburoğlu ve diğer yerli yazarlarımız da yeni eserlerini okuyuculara sundular.

2015'teki yayınlayacağınız kitaplar hakkında neler söylemek istersiniz?
Yeni yıla iddialı bir kitap, Philip Zimbardo’nun ünlü Stanford Hapishane Deneyi’ni anlattığı The Lucifer Effect ile giriş yapacağız. Özünde iyi olan insanların nasıl birdenbire her türlü kötülüğü yapabilir hale geldiğini anlatan bu kitabı sadece psikoloji meraklıların değil, insan doğasını kavramak isteyen tüm okurların ilgi ile karşılayacağını umuyoruz.
Yayın bakımından Türkiye’nin geride olduğu alanlardan biri popüler bilimdir. 2015 yılı Say Yayınları için popüler bilim kitapları açısından verimli bir yıl olacak. Carl Sagan’ın Atalarımızın Gölgesinde ve bilimkurgu meraklılarının filmini beğenerek izlediği Mesaj romanını yayımlayacağız.  Kuantum teorisini, evrim teorisini ve içinde bulunduğumuz evreni ve yaşamı anlamaya yönelik kitapların da bu boşluğu dolduracağını düşünüyoruz.
Savaşın başlangıcının 100. yılı olan bu sene içerisinde Birinci Dünya Savaşı kitabını sunduk; bu kitabın devamı niteliğinde John Keegan’ın önemli eseri İkinci Dünya Savaşı kitabını hazırlıyoruz. Merak ile beklenen Dünya Tarihi serisinin 3. ve 4. ciltleri ve yeni yayımladığımız Hitlerin Filozofları kitabının paralelinde Hitlerin Bilimadamları ve muazzam bir uygarlıklar tarihi geçmişine sahip olan İran’ın tarihini anlatan kitaplar ile bu alandaki yayınlarımıza devam edeceğiz.
Alanında uzman akademisyenlerin katkıları ile yayınladığımız Felsefe, Psikoloji ve Sosyoloji alanındaki klasik eserlerin yayımlandığı dizilerimiz her sene olduğu gibi yeni eserler kazanacak. Klasik eserleri nitelikli çeviriler ve uzmanların önsözleri ile yayımladığımız Say Klasikler Dizisine bu sene içerisinde Siyasetname, Tao Te Ching, Komunist Parti Manifestosu, Sivil İtaatsizlik gibi değerli eserleri kazandırmayı planlıyoruz.

Ağırlıklı olarak yöneleceğiniz bir konu olacak mı 2015'te?
Her geçen sene daha çok ağırlık verdiğimiz tarih kitaplarına yenilerini eklemeye devam ediyoruz. 2014 yılı içerisinde kitaplığımızın içerisinde yeni bir dizi, “Yedi İklim Tarih” dizisi oluşturarak farklı bir yön verdik. Editörlüğünü Dr. Erkan Serçe’nin üstlendiği Yedi İklim Tarih Dizisi içerisinde yayımlanan kitaplar yaşadığımız toprakları yani Anadolu’yu konu alıyor. Bu dizinin iki kitabı, Troas’ta Yolculuk ve İstanbul 1830 henüz yayımlandı, 2014 yılı başında Abdülmecid Dönemini anlatan Ayaklanmadaki Bir Yıl ve Bir Gezi Haritası – İstanbul, İzmir ve Atina kitapları okuyucular ile buluşacak.  Sene sonuna kadar bu diziye 10 yeni kitap kazandırmayı planlıyoruz.

Sizce 2015 yayıncılar ve okurlar için nasıl bir yıl olacak?

Hem yayıncılar hem de okuyucular için kitap dolu bir yıl olmasını ümit ediyoruz. 2015 yılı içerisinde ilk defa yayımlanacak, Türkçeye kazandırılacak yeni kitapların heyecanını şimdiden duymaktayız. 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Mini Röportaj: İthaki Yayınları

2014'ün bitimine az bir zaman kaldı malum. Benim de aklıma yayınevleriyle kısacak da olsa röportajlar yapma fikri geldi. 2014 nasıl geçti, 2015 beklentileri neler, sormak istedim.

İlk konuk, İthaki Yayınları. Zaman ayırdıkları için teşekkür edip, sizleri mini röportajla başbaşa bırakayım.

(Not: Röportajda bahsi geçen Son Kurtadam adlı kitap hakkındaki yazımı yakında okuyabileceksiniz. Ama sizin yerinizde olsam yazıyı beklemeden gidip kitabı alırdım, hala okumamış olanlar varsa, şiddetle tavsiyedir.)

2014 sizin için nasıl geçti? Sizin izlenimlerinize göre okurlarca en çok sevilen kitaplarınız hangileri oldu?
2014, İthaki için verimli geçti. En çok kitap yayımladığımız yıllardan biri oldu. Kalem ve Yaşam başlıklı bir diziye başlayıp, Bram Stoker’ın Kayıp Günlüğü ile Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’ün Mektuplar’ını yayımladık. En çok ilgi çeken kitaplarımızdan biri Douglas Adams’ın kayıp senaryosundan hareketle yazılan Doctor Who: Shada adlı roman oldu. Bilimkurgunun önemli isimlerinden biri olan Iain M. Banks’in ünlü Cebirci romanını yayımladık. İthaki okurlarının çok yakından takip ettiği John Scalzi’den bir romanı daha kataloğumuza ekledik: Kırmızı Üniformalılar. Kitap fuarı yaklaşırken yayımladığımız Son Kurtadam ve Locke Lamora’nın Yalanları en çok ilgi gören kitaplarımız oldu diyebiliriz.

2015'teki yayınlayacağınız kitaplar hakkında neler söylemek istersiniz?
2015’te Doctor Who kitapları yayımlamaya devam edeceğiz. Polisiyeye de geçen seneye göre daha fazla ağırlık vermek istiyoruz. Başladığımız fantastik serilerin devamını yayımlayacağız. Kan Şarkısı, Locke Lamora’nın Yalanları gibi kitapların devam romanları gelecek. Sevilen yazarımız Patrick Rothfuss’un Sessizliğin Müziği adlı kısa romanını yayımlayacağız. John Scalzi’nin son kitabını da programımıza aldık. Elbette Neil Gaiman’ı unutmadık. Gaiman’ın imza attığı iki derlemeyi okurlarımızla buluşturacağız. Bunların dışında Kalem ve Yaşam başlıklı dizimizde Kafka, T.S. Eliot, Hemingway gibi isimlerin hayatlarına dair ilginç kitaplar yayımlayacağız. Bilimkurguda da birkaç sürprizimiz olacak.

Ağırlıklı olarak yöneleceğiniz bir tarz olacak mı 2015'te?
2015’te fantastik ve bilimkurgu ağırlıklı yayın programımıza devam edeceğiz, ancak polisiyeyle desteklemeyi planlıyoruz.

Okurla ilk kez buluşacak olan yeni yazarların eserleri 2015 programınızda yer alıyor mu? Bu yazarlar ve eserlerinin öne çıkan özellikleri, farklılıkları neler?
Eğer bu soruda kastedilen yerli yazarlarsa, şu anda yayını kesinleşen çok fazla eserimiz olduğunu söyleyemeyiz. Ne de olsa yayınımızın büyük bir kısmını çeviri eserler oluşturuyor. Yine de incelediğimiz dosyalar var.

Sizce 2015 yayıncılar ve okurlar için nasıl bir yıl olacak?
2015, daha fazla yayıncının e-kitap piyasasına girdiği bir yıl olabilir. Önceki yıllara göre biraz sönük geçen 2014’ün daha verimli, daha çok kitabın okunduğu bir yıl olacağını düşünüyoruz.

23 Kasım 2014 Pazar

Claude Levi-Strauss "Mit ve Anlam"

Bu kitabı bu kadar geç okumuş olmaktan hiç mutlu değilim, aylar boyunca alınacaklar listesindeki yığınla kitap adının arasında adı resmen saklı kaldığı için, ancak az önce okuyabildim kitabı. Okumaya başladıktan kısa bir süre sonra da bitti zira uzun bir metin değil ve kolay anlaşılır bir tonda, çevirinin de başarısıyla ilerliyor.

Kitabın girişinde okuru Levi-Strauss'un hayatı ve düşüncelerine dair bir bölüm bekliyor. Ardından ise 1977 yılının Aralık ayında bir radyoda yayınlanan söyleşilerinden bölümlerle Levi-Strauss'un çeşitli konulardaki fikir ve yorumları okuyucuya sunuluyor.

Mit ve bilimin ele alındığı ilk bölümde bilimin sonsuz araştırmaya olanak vermesi ve her yeni verinin, bir başka soruya sebep olarak yeni bir veriyi elde etmek amacıyla başka araştırmalara da yönlendireceği vurgusunu bölüm sonunda açıkça ortaya koyuyor Levi-Strauss. Bunun da, yani bilimin tüm çabalarının da aslında hiç bir zaman tüm sorulara cevap bulamayacağı sonucuna ulaştırdığını görülüyor.

İlkellik ve uygarlık arasındaki sınırı yazının varlığı ve yokluğu şeklinde temellendiren Levi-Strauss, "uygar" insana sert eleştirilerde bulunuyor. Uygar dünyada yaşayan insanın doğa üzerinde hakimiyet kurma gücü daha fazla olduğu halde, sırf ihtiyacını hissetmediği -burada hazıra konmaya alıştığı, desem sanırım abartı olmaz- acı gerçeği yüzünden kapasitesinin altında çalıştırdığı bir zihinle hayatını harcadığı, gibi bir çıkarım yapmaya yönlendiriyor okuru. Aslında bunu bir cümlesinde oldukça açık da ifade ediyor kitapta. Bu rahat alışmış toplum yüzünden de gerçek bir kültür olgusunun gittikçe yittiğini, çünkü aşırı derecede bir iletişim fırtınasının estiği bu dünyada kültürün kendisine oluşabilmesi için bir gedik bulabileceği "eksik iletişim koşullarını" bulamadığını belirtiyor. Hiçbir eksiğin hissedilmediği bu toplumda, bireyin tüketiciden öteye gidemeyen varlığını da eleştiriyor. Ulaşılabilir konumda olan her kültürü tüketmeye hazır olan toplumun, üretim namına hiçbir şey yapmıyor oluşunun altını çiziyor.

Tavşan dudaklı bireylerin, ikizlerin ve doğumda önce bacakları çıkan insanlar üzerine kurulan mitin detaylı çözümlemesini ayrı bir bölümde ele alıyor. Ki burada kültürlerarası mesafeye rağmen küçük farklılıklarla bile yaşamını sürdüren ve günümüze de ulaşabilen mitlerin yorumlamasını yapıyor, bağlarını ortaya koyuyor.

Tarihin nerede başladığı ve bu geçmişi mitten ne zaman devraldığı bölümün ardından ise müzik ve mitin birlikte irdelendiği son kısım geliyor. Mitin akışı ve içeriğini, müzikal terimler aracılığıyla anlatma çabasında olan ve girişimlerinden küçük anılarla okura durumu "izah eden" Levi-Strauss, müziğin ve mitin ortak noktalarını okura sunuyor.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Gillian Flynn "Kayıp Kız"

Gone Girl filmiyle kitaptan haberim oldu. Tonight Show With Jimmy Fallon'da oyunculardan Rosamund Pike konuktu; bu sayede öğrenmiş oldum ki David Fincher yeni bir film çekmiş (David Ficher'e deli gibi hayransan yeni film çektiğini nasıl bilmezsin? diyenler için yakında blog'a ekleyeceğim 2 ayda 3 şehir değiştirdiğim hikayemi okumalarını tavsiye ediyorum), o film de bu kitap uyarlanmış. Filmi izlememek için kendimi zor tutarken bir yandan da kitabı bir an önce alıp okumaya karar verdim. Tabi şu az önce parantez içinde geçen sürecin zorlu şartları yüzünden ancak dün gece kitabı bitirebildim.

Bir kere, mükemmel bir kurgusu var. Bir kaç aydır sürekli "roman olmayan" kitaplar okuduğumdan, etkisi daha da güçlü oldu. Hareketin hiç durmadığı, kalbinizin sürekli "hah, şimdi bir şey olacak kesin" gerilimiyle dolduğu, yer yer kendinizi dişlerinizi sıkmış halde bulmanıza sebep olacak bir roman. Gerilimin sınırlarında geziyorsunuz (The Game filmini hatırladığım anlar da oldu okurken; öyle sahneler gözünüzün önüne gelmiyor ama hissiyat kesinlikle sık sık benzeşiyor).

Beşinci evlilik yıldönümleri sabahında Nick Dunne'un eşi Amy Elliot Dune ortadan kaybolur. Biz olayları Nick'in ağzından ya da Amy'nin günlüğünden parçalar ile takip etmeye başlarız. Nick'in sayesinde olayların başladığı günden itibarenki süreci, Amy'nin günlüğü sayesinde ise olayların öncesindeki, tanıştıkları güne dek uzanan döneme şahit oluruz. Amy kayıptır. Amy adeta yok olmuştur. Ve tek suçlu, toplumun suçlamaya bayıldığı Nick'tir. Nick suçsuzluğunu ispatlamaya çalışırken okur birinci ağzıdan Nick'ten bazı garip şeyler duymaya başlar; Nick gerçekten katil midir yoksa?

Ekonomik krizin sadece insanları "eşyalarını masadan toplayıp gitmekten" öte nasıl etkilediğini Kayıp Kız'da görebilirsiniz. Zira değişen bir yerleşim yerinin ötesinde bir çiftin hayatı, umutları ve birliktelikleri de bu kriz ardından çıkmaza giriyor.

Sinsiliğin, kurnazlığın, zekanın, umutların ve hayal kırıklıklarının şekillendirdiği Kayıp Kız'da aşk, birleştirici ve "sevimli" bir kavram olmaktan çıkıyor ve sinsi, karanlık bir "şeye" dönüşüyor.
Bireyin yetiştirilmesinde ailenin doğumdan itibaren (Hatta doğmasından önce) başlayan ve çocuğa biçilen rolün çocuğa dayatılmasıyla ortaya çıkan sorunlar Amy üzerinden ele alınırken; Nick üzerinden sorumsuz baba ve bu babaya benzememek için çabalayan bir adamın, yetişkinliğinde bile kurtulamadığı travmalarına şahit oluyoruz.

Toplumda kabul görmek adına ya da toplumsal cinsiyet rollerini sürdürerek "toplum içinde başarılı olma" oyununu oynamanın zararları da Kayıp Kız'da okuru bekliyor. Aynı zamanda toplumun "günah keçisi" bulduğunda resmen nasıl kendisini kaybedercesine suçlar hale geldiğini, medyanın ellerine düşen her malzemeyi nasıl bir ticari metaya dönüştürmek için zıvanadan çıkmış gibi -bu bir kayıp kadın, muhtemelen ölü bir kadın haberi bile olsa- nasıl konuya atladığını gözler önüne seriyor kitap.

İnsan zekasının, diğer insanlar için bir hediye olduğu kadar bir lanet de olduğunu kanıtlar nitelikte roman. Sinsi planlar, basit hevesler, takıntılar, nefret ve tüm bunların yaşanmasına sebep olan; aşk.

Mükemmel demiştim ancak kitabın sonlarına doğru gerçekten affedilemez bir hata yapılmış; fark edeniniz olursa mail atın gerçekten. İnanılmayacak kadar dev bir hata var ve kimse nasıl fark etmemiş anlamıyorum. Gidişatı da kökünden değiştirecek bir hata var hikayede. Yazar sinsice ilerlettiği bu romanda, öyle bir hatayı nasıl yaptı acaba?

Sırada filmini izlemek var. 

Bu Hafta Sonu Ne Okuyorum?

Bunların hepsini aynı anda okuyorum. Böyle "aynı anda okuyorum" diyince kendimi ahtapot gibi hissettim. Aynı anda altı göz de ekleyin, oldu. O benim. Ama öyle değil; birini okumaya başlıyorum ama baktım daha fazla devam edersem okuduğumu anlamayacağım, diğerine geçiyorum. Mesela "Kayıp Kız" çok güzel bir mola oluyor bana; sürükleyici bir hikaye ki hem de nasıl... Belki şimdiden filmini izleyenleriniz vardır ama ben filmi izlemeden kitabı okumak istedim. (Bu arada "Gone Girl" filminin yönetmeni David Fincher'e olan hayranlığımdan bahsetmiş miydim?)

Bu kitapların hepsi birbirinden güzel; dün aşırı okumaktan başıma ağrılar girdiği için sabah kadar uyumadım ve şu an Jr. Ghoul şeklinde geziyorum. (Ghol yazınca aklıma Ghost geldi; bu vesileyle size de bir Ghost Live önereyim; hangisi denk gelirse gelin izleyin/dinleyin derim ama Graspop performansları ilk aklıma gelen.)

Neyse, bu hafta sonum böyle geçiyor. Zaten neredeyse her günüm masadaki kitap yığını arasında kaybolmakla ve çay-kahve içip, kediyle (Kedim hakkındaki bir yazıyı okumak ne kadar istersiniz bilmiyorum ama hafta içi kısacık bir yazısını ekleyeceğim) oynamakla geçiyor.

Sizin nasıl gidiyor? Neler okuyorsunuz?

20 Kasım 2014 Perşembe

Bertrand Russell "Etik, Toplum, Siyaset"

Bertrand Russell'ın en göze çarpan özelliği, belirli kitaplarının gerçekten herkese hitap ediyor oluşu. Bence onlu yaşların başından ölene dek Russell okunabilir. Aynı kitapları dönüp dönüp de okuyabilirsiniz ya da altını çizdiğiniz satırları arada açıp şöyle bir göz atabilirsiniz. Elinizin altında her zaman toplum, kültür, vicdan, insan gibi kavramlar hakkında rahatlıkla okunabilecek bir kaynak olarak kalacaktır daima Russell'ın kitapları.

Etik, Toplum, Siyaset adlı eserinde Russell geçmişten başlayan ve doğal olarak kitabın yazıldığı dönemin güncelliğinde son bulan, geleceğe dair çıkarımlarını paylaştığı bir çok yazıyla, birbiriyle ilintili konuları işliyor.

Etik inancın oluşumundan itibaren etik kavramı üzerine sorgulamalar yapan yazar, tarih boyunca toplumlar üzerinde yön verici, cezalandırıcı, caydırıcı etkisi bulunan etik kavramının kaynaklarını siyasi ve dini-ahlaki olarak tanımlıyor. Tabulardan doğan ilkel ahlak ile yasaklanan eylemin gerçekleşmesi durumunda yaşanacak yadırganmayı - kötülenmeyi caydırıcı bir şekilde içinde barındırdığı için, yaptırım gücü de olacaktır, sonucunu çıkarabiliriz. Mesela şöyle; size doğru gelen bir eylemin, toplumda kabul görmeyeceğini bildiğiniz için bu eylemi gerçekleştirmezsiniz. Ancak bu eylem sizin için, sizin beyninizde yine de "doğrudur". Bireysel doğrularınızdan, çıkarımlarınızdan bağımsız olarak sizi bir eylemi yapmaktan alıkoyan şey ise - e size doğru geldiğine göre - aslında mantık olarak size "doğru olmayan" olarak görünmeyecektir; ama yine de siz o eylemi yapmayacaksınız. Benim bu anlatımım azıcık karışmış gibi görünse de, kendi hayatınızdan bir çok minik örnekte dahi Russell'ın bahsettiği etik inanca dair bu durumu bulabileceğinizden eminim.

Otorite kavramını da metin içinde sorgulanıyor. Dünyevi otoritenin mutlaklığının aslında tabansız olduğunu, kalıcılığının garantisinin olmadığını öne sürüyor Russell. Fakat bireyin bir otoriteyi tanımasının ancak vicdani bir onay ardından gerçekleşebileceğini söylüyor. Yani sizin vicdanınıza, etik anlayışınıza uymak "koşulu ile" dünyevi bir iradenin üzerinizde otorite kurmasına izin verebilirsiniz. Ya da göz yumabilirsiniz.

Ahlak kuralları üzerine olan bölümde ise karşımıza aslında ahlaken doğruluğun ya da yanlışlığın asla ispatlanamayacağı savını getiriyor yazar. Ayrıca ahlak kavramını iki farklı yönden açıklıyor; birincisinde birey için ahlak Tanrı'ya itaat iken; diğerinde ahlak, toplumdaki etik kuralların bireyce uygulanması/kabullenmesi olarak sunuluyor.

Doğru ve yanlış kavramlarının genel-geçer bir zemini sağlanamadığından bu kavramlardan "doğru"nun etiğin temeli olarak öne sürülemeyeceğini belirten yazar, bu imkansızlığın toplumlar arasındaki doğru - yanlışa atfedilen şeylerin çeşitliliğinden - farklılığından kaynaklandığını söylüyor. Şöyle bir düşünürseniz; anne babanızdan tutun da iş yerindeki arkadaşlarınıza kadar etrafınızdaki çoğu insanda sizin için doğru olmayan çoğu davranış, alışkanlık vs. görebilirsiniz. Kaldı ki binlerce kültürün barındığı bir gezegende elbette doğru ve yanlış kavramlarını "etik" ve "etik olmayan" davranışları tanımlamada kullanamadığımıza şaşmamak lazım.

Günah duygusunun sebepleri konusunda fikirlerini öne süren yazar, günah duygusunun illaki de Tanrısal olması gerekmediğini belirtiyor. Ebeveynlerden gelen onaylanma hissinin de (doğal olarak onaylanmama korkusunun da) günah fikrinin oluşmasında etken olabileceğini vurguluyor.

Öngörü konusunda ise özellikle değinmek istediğim bir kaç sayfa var; yazar öngörünün insanı hayvandan ayıran en büyük özellik olduğunu belirtiyor. Ancak verdiği örneklerde de görebileceğimiz üzere öngörü aynı zamanda bireyin hayatında ağır bir yer kaplayarak çoğu zaman içgüdülerini geri plana atmasına sebep olacak kadar bireyi körelten bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Kısaca şöyle açıklayım; öngörüsü yüzünden gelecek için plan yapan bir genç önce en güzel yaşlarını üniversiteye hazırlanmakla geçirir; ardından iyi yaşayabilme şansı için delicesine çalışır; ailesi olduğunda çocuğunun geleceği için kendisini paralar ve sonunda... Aşırı ihtiyatlı olmanın sonunda; kendisinden geriye bir şey kalmaz. (Bu örnek kitapta vardı, kısaltıp, bir kaç ekleme yaptım diyebilirim.)

Okuması kolay, kolay anlaşılır ve verdiği örneklerle yer yer insanı okuduklarına inanamayacağı bir hale sokan, güzel bir kitap. 

18 Kasım 2014 Salı

Roy Boyne "Foucault ve Derrida'da Feminizm ve Ayırım"

Bir salı sabahı (bugün) her zamanki gibi sabahın köründe kalkıp sıradaki kitapla buluşmak için masanın başına oturdum ve neredeyse dakikalar sonra (böyle yazınca da 15 dakika falan gibi anlaşılacak gibi oldu sanki) Roy Boyne'un Foucault ve Derrida'da Feminizm ve Ayırım adlı kitabını bitirdim.

Kısa bir makale. Ayrıca takdir edersiniz ki bir şeyi detaylı bir incelemeye tabi tutmak genellikle daha uzun sayfaları kaplayacak bir çalışma olur. Bu yüzden baştan belirteyim, bahsettiğim sebepten ötürü derin derin bir inceleme söz konusu değil. Ha yeterli mi? Evet. Özellikle konuyla ilgili okumalara yeni başlayanlar için okunacaklar arasında kesinlikle yer almalı. Öncesinde Foucault ve Derrida ile tanışmış olmalarının - haliyle - büyük avantajı olacak zira özellikle her iki ismin de ilk akla gelen eserleri makalenin ana hatlarını oluşturuyor.

Foucault ve Derrida'nın ortak noktası ve bu kitapta bir araya gelmelerinin sebebi, metinde de belirtildiği üzere ayırımı tanımlama ve doğrulama çabaları. Her ikisinin farklı yöntemleri de olsa sonuç olarak ayrımı yadsımıyor oluşları, farklılıklarıyla ve bazen de birbirlerinden üstün ya da eksik oldukları yönlerle karşımıza çıkıyor.

Cinselliğin Tarihi adlı yapıtında Foucault'nun cinselliği 19. yüzyıl kapitalizmi kapsamında ele almasına değiniliyor ve kapitalizmle beraber cinsellik üzerinde değişen algıyı ortaya koyuyor. Şöyle ki; Foucault'ya göre kapitalizmle birlikte cinsellik, bir fayda aracı olarak tanımlanmaya başlıyor. Bu fayda aracına dönüşümünün ise elbette denetimsiz olması mümkün olmuyor; sistem kendi içinde oluşturduğu yeni normlarla cinselliği kapitali besleyecek daha fazla işgücü yaratması açısından denetim altında tuttuğu bir araç olarak kullanmaya başlıyor. Cinselliğin üretimle bağdaştırılması ardından ise üretimden uzaklaşan cinsellik anormal görülmeye başlanıyor; yani bu anormalliğin parçası olmamak için cinsellik - yok edilemeyeceğinden dolayı - bazı istenmeyen durumlar ortaya çıkıyor, diyeyim.

Kadının ve eril erkin yaratımının/varlığının Derrida'nın açısından irdelenmesiyle makale devam ediyor. Ancak Derrida için şöyle bir eleştiriyi de makalede görmek mümkün; Derrida eril erkten vazgeçmeyi mi savunuyor yoksa eril erkin kendisini mi savunuyor? Bunun haricinde Foucault'ya göre Derrida'nın bu durumda farklı bir özelliği ortaya çıkıyor; ataerkilliği reddeden Foucault'nın yanında Derrida bu olgunun varlığını öyle ya da böyle kabul ediyor.

Erkek egemen ideolojinin eleştirisine Yunan mitolojisi üzerinden devam eden Foucault ile beraber devam eden metinde, kapitalizmin eril ideolojiyi kendi "görünmez el"i vasıtasıyla nasıl kendi çıkarları için kullanmaya devam ettiğine dek ilerleyen analizler devam ediyor. Eril ideolojinin toplumda fayda sağlayacak biçimde nasıl mantıklı bir görünüme büründürülüp topluma sunulduğu hatta bunun benimsendiği ise metinde yer alan ve sorgulanan başka bir alan.

Tüm bunlar sonunda ise metni kadın konusunda iki ismin birleştiği ya da ayrıştığı noktalar üzerinden vurgularken, okuru sorgulamaya ve düşünmeye iten bir şekilde sonlandırıyor yazar Roy Boyne.

17 Kasım 2014 Pazartesi

Maggie Humm "Feminist Edebiyat Eleştirisi"

Feminist eleştirinin varsayımlarını giriş bölümünde ele alan ve böylece feminist edebiyat eleştirisinin dayanaklarını okura sunan Maggie Humm, ardından 1960'lardan günümüze bir bakışla feminizm ve edebiyat konusuna değiniyor.

Farklı bölümlerde, feminist edebiyat eleştirisinin farklı isimlerce nasıl yorumlandığını irdeleyen yazar, ilk bölümde savaş sonrası oluşan edebiyat eleştirisine yer veriyor. Edebiyatın, aile kadar ataerkil bir güç olduğu savını ortaya koyan Simone de Beauvoir'nın The Second Sex ve Kate Millet'in Sexual Politics eserleri, iddialarını ortaya koyacak şekilde metinde yer alırken, aynı zamanda Maggie Humm'ın süzgecinden geçerek yorumlanıyor da. Kadının, erkek elinden çıkma metinlerde sunulmasının "öteki" kavramını nasıl doğurduğu konusunda çalışan de Beauvoir'nın fikirlerinin yanında Millet'in edebiyatta cinsel politikanın nasıl işlendiği, Betty Friedan ve Germaine Greer'in feminist eleştirinin kültürle nasıl bağdaştırıldığı konuları, bölümün ana hatlarını oluşturuyor.

Mitolojinin edebiyata yansıması ve bu yansımanın feminist edebiyat eleştirmenlerce incelenmesi ise ikinci bölümde yer alıyor. Aklınıza muhtemelen gelecek ilk isim olan Virginia Woolf ve kullandığı Isis mitleri haricinde, mesela Sylvia Plath'ın, Anne Sexton'ın mitolojik figürler üzerinden kalemleriyle yansıttıkları eserlerin yorumlarına kısaca da olsa yer veriliyor. Edebiyat eserini üreten bu isimler haricinde, örnedğin Mary Daly başta olmak üzere eleştirmenlerin bakışları da okura sunuluyor.

Marksist/Sosyalist feminist eleştiri, Fransız feminist eleştirisi, psikanalitik eleştiri, postyapısalcılık, yapısöküm, postmodernizm gibi akımların incelendiği bölümler haricinde siyah feminizminin derin bir analizinin yer aldığı bir bölüm, lezbiyen feminist eleştiri ve üçüncü dalga feminist eleştirisi kitabın diğer bölümlerini oluşturuyor.

Brönte kardeşlerden Rhys'e, Plath'dan sıklıkla Virginia Woolf'a kadar bir çok yazarın metinlerine dair farklı düşünürlerin/kuramcıların çıkarımlarını okumak oldukça ilginç. Bölüm sonlarında yer alan kitap ve makale önerileri ise ileri okumalarda başvurulması açısından çok faydalı geldi bana.

Her bir bölümü tek tek anlatmaktan ziyade konuya ilgi duyanları doğruca kitaba yönlendirmek daha mantıklı geliyor açıkçası. Bir de bir okur olarak benim "iyi ki önceden okumuşum" dediğim bir eser var ki bu kitabı okumaya başlamadan önce kesinlikle okumuş olmanızda fayda var; Josephine Donovan'dan "Feminist Teori".

Farklı kuramlar, farklı eleştiri akımlarıyla tanıştıkça okunan her bir metnin (haberden tutun  da bir romana dek) giderek farklı bir gözle okunacağını düşünüyorum. Böyle bir eser de bu yüzden tavsiye etmekten çekinmeyeceğim bir kaynak.

Jhumpa Lahiri "Saçında Gün Işığı"

ZORLUKLARIN İÇİNDE YAŞAMA TUTUNACAK BİR YER ARAMAK

"Üzerinden asla güneş batmayan" ülke olan İngiltere'nin dünyanın hangi ucu olursa olsun ele geçirme ve sömürgeleştirme azmi karşısında Dünya tarihine dair bir şeyler öğrenmeye başlayan hemen herkes şaşırıp kalabilir. Onlu yaşların başından itibaren ders kitaplarında kolaylıkla rastlanabilecek bu bilgiler arasında yer almayan kısım ise bu sömürgelerde yaşayan halkın çektikleri, verdikleri mücadelelerdir.

Hindistan ve Pakistan olarak ayrışmasında dini yapının öne çıktığı bu toprakların içinde hala saklı kalan ve sürmekte olan sorunların varlıklarından haberdar olmak için ise başvurulacak kaynaklardan biri edebi eserler olarak karşımıza çıkabiliyor.

Londra doğumlu Hint asıllı Amerikalı yazar Jhumpa Lahiri, Kalküta'da Naksalit hareketin oluşmaya başladığı dönemde ilk sayfalarına rastladığımız, Amerika ve Hindistan arasında geçen kitabında ilk gençlik yıllarını anlattığı iki kardeş üzerinden hem bölgenin siyasi tarihini okura sunuyor, hem de kardeşler ekseninde başlattığı romanıyla kadınların toplum içindeki var olma çabalarını anlatıyor.

DRAMIN SİNDİĞİ SATIRLAR VE SAÇINDA GÜN IŞIĞI

Subhash ve Udayan adında iki kardeşin, İngiliz sömürgesinde kendilerine kurdukları bir golf kulüne gizlice girerek eğlendikleri ve bir kaç golf topunu satın aldıkları ve tüm bunları aslında son kez yapacaklarını gördüğümüz bir bölüm ile Saçında Gün Işığı başlıyor. İki kardeşin birbirlerine olan yakınlığı, uyumu ve her ikisinin de kardeşi için siper olmaya dünden razı oluşunu yazar okuyucuya ilk satırlardan itibaren aşılıyor.

Yoksulluğun ve karmaşanın, çelişkiler içinde bir yaşamın etraflarını sardığı Subhash ve Udayan'ın derslerindeki başarılarıyla takdir kazanarak, üniversite eğitimleriyle göz doldurarak geçirdikleri günlere şahit olurken, Mao'cu hareketin etraflarında nasıl oluştuğuna da şahit oluyoruz. Udayan karakterini bu hareketin bir parçası yaparken, Subhash'ı pasif bir konuma yerleştiren yazar, bu şekilde hikaye başından beri hafiften okuyuca sezdirdiği iki kardeş arasındaki farklılıkları da en net noktada belirginleştiriyor.

Subhash'ın adeta diğer yarısı olan kardeşi Udayan'ı ve ailesini bırakarak öğrenimine devam etmek için Amerika'ya gitmesiyle beraber ortaya çıkan farklı amaçlar, yeni bir kıtayı, yeni bir yaşam tarzını gözler önüne sermesiyle beraber hayata bakışı ve yaşamı da doğal olarak değişen kardeş üzerinden ilerliyor. Hikayenin Amerika tarafı Subhash üzerinden devam ediyor olsa da bu coğrafya değişimi ne Subhash'ı ailesinden ve geçmişinden koparıyor ne de geride kalanların onunla olan bağını. Lahiri'nin kaleminden çıkan bu etkileyici dramda aslında mekandan bağımsız bir şekilde ilerleyen ortak bir kederin/acının, kıtalar arası farklara rağmen nasıl uzun yıllar boyunca ailenin etrafında dolandığını,görüyoruz.

Oluşturduğu her bir karakterin kendisine has başarıları olduğu kadar sorunları da olan romanda Lahiri, kadın karakterleri üzerinden de kadının toplum içinde kendisini var etme çabasına da değiniyor. Kardeşlerin annesi üzerinden yalnız ailesi ve gelenekleri çerçevesinde şekillendirilen bir yaşamda yaşayan ve bunun haricinde bir yaşamı düşlemeyen bir kadın sunarken, Gauri karakteri üzerinden gelenekler, toplumsal sorumluluklar hatta insanoğlunun varlığıyla bütünleştirilen/toplumca yüklenen görevleri de reddedebilen bir kadın portresi çiziyor okuyucuya. Kadının özgürleşmesi yolunda kimi zaman aklını, kimi zaman da bilinen gerçeklik ve normlar dışında bir "gerçeklik" yaratarak kaçışını, Subhash karakterinin dilinden aktarıyor.

2013 Man Booker ve National Book Award finalisti Saçında Gün Işığı, Pulitzer Ödülü sahibi Jhumpa Lahiri'nin yalın anlatımı, içten karakterleriyle birlikte üç kuşak bir ailenin, ülkeleri ve zamanı aşan hikayesini etkileyici bir biçimde anlatıyor.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Virginia Woolf "Jacob'un Odası"

Virginia Woolf'un satırlarında ben daha güneşin doğduğunu görmedim. Doğsa da, ardından gelecek karanlığın yasının içine saklandığı için asla okura yansımaz, diye düşünüyorum.

Jacob'un odası, karanlık, yapayalnız bir insanın çocukluğundan itibaren bizi bekleyen bir romanı Virginia Woolf'un.

Roman içinde genellikle annesi üzerinden ilerleyen anlatımlarla yazarca ortaya konan Jacob ve annesi arasındaki mesafeyi, metin içinde kendisini Jacob'un "diğer" kadınlara karşı olan tavrının da kökeni olarak düşündüm. Zira annesi karşısında genelde resmi bir ilişkiden öteye gitmeyen ve kendisini ne annesi açan ne de onunla en ufak kişisel bir bilgi paylaşan (ya da bu tip bir bilgiyi annesine sağlayacak en ufak bir paylaşıma dahi mahal vermeyen) Jacob, roman içinde Jacob'un hayatına bir şekilde kıyıdan köşeden de olsa dahil olan kadınlara olan tavrıyla açıkçasına bana bunu düşündürdü. Woolf, kadınları yer yer aşağılayan bir tavır içine giren Jacob'un aynı zamanda etrafında pek fazla insana yer vermeyen bir yaradılışı olduğunu da okura sunarken, buna bir şekilde sebep de gösteriyor diye düşünüyorum.

Roman içinde Woolf'un bazı kadın karakterleri ötekileştirmeye çokça yaklaştığı anlardan bir kısmı ise Jacob'un yargılarından ziyade, Woolf'un özellikle ortaya koyduğu şeyler olabiliyor. Mesela Bayan Eliot karakterinin romanda kendi ifadesiyle politakadan hiç anlamadığını özelliklevurgulaması, toplumca çizilen ve Woolf'un karşısında dimdik durmaktan çekinmediği kalıplaşmış önyargıların bir pekiştireci ve eleştirisi olarak okurun karşısına çıkabiliyor. Aynı şekilde dönemin İngiliz kızlarına özgü giyim, kuşam ya da davranış kalıpları dışında olan tüm kadınların yadırganmasına da Woolf metinde sıkça yer veriyor. Bunu kimi zaman tek bir cümleyle anlatırken, kimi zaman da yorumlarına yer verdiği bir karakter üzerinden gerçekleştiriyor.  

Kadının varoluşunun, ikonlaştırılarak "övüldüğü" bir bölümle karşılaşınca ise ister istemez şaşırıyorsunuz. Ancak bunu o denli güzel bir şekilde metne yediriyor ki, zıtlıkların kimyasından gelen vuruculukla Woolf'a bir daha hayran kalmaktan geri duramıyorsunuz.

Erkek güzelliğinin ve kadın güzelliğinin yorumlanması ise oldukça ilginç. Genç ve yakışıklı erkek olarak karşımıza çıkan ve tüm kadınlarda kendisine yönelen bir hayranlık uyandıran Jacob üzerinden, Woolf'un sıkla beslendiği Yunan mitolojisinden esintiler metne sızıyor. Erkek güzelliğinin kutsandığı bu satırlar ve bu mitolojide, Jacob karakterinin mükemmele yakın tasvir edilen fiziki özellikleriyle zıtlık içinde olan karanlık, yalnız ve gergin mizacı, hayatının akışının "fiziki özelliklerinin aksine acınası" olduğu okura inceden sunuluyor. Yunan mitolojisindeki kusursuz erkek temsilinin ifade ettiği yaşamdan uzak olan Jacob'un gittikçe ağırlaşan ve okuru da neredeyse üzen hayatının tezatı, tıpkı metinde kısaca da olsa irdelenen İngiliz ve Yunan mitolojisi/tarihi ile ilgili ortaya konan farklılıklar gibi sunuluyor.

Şaşırtmayan ancak etkileyen bir sonla bitiyor Jacob'un Odası.

Ömer İzgeç "Bozadam"

Son derece yorucu geçen günlerin ardından, en sonunda biraz uyumayı başardığım bir günün akşamında Bozadam'ı okumaya başladım ve ertesi gün kitabı bitirdim. İthaki Yayınları'nca Eylül 2014 yılında basılan roman, yazar Ömer İzgeç'in ikinci kitabıymış. Yazarla bu kitabı sayesinde tanıştığım için -miş'li geçmiş zaman ekine sahip bir cümle kurmuş oldum. (İkinci -miş'li geçmiş zaman da aramızda!)

Belirli bir zaman ya da mekanda geçmeyen, fantastik türde bir kurguya sahip olan Bozadam'da karşımıza on iki yaşında, anne ve babasını acı bir şekilde yitirmiş ancak bir şekilde hayatta kalmayı başarmış olan Es adlı genç kahramanımız çıkıyor. Es, ailesini ondan alan salgının kuşattığı Ada'dan, Büyükanne ve Büyükbaba'nın yanına, Anayurt'a gidiyor ve hayatına burada devam etmeye başlıyor.

Ancak İkizler ile beraber, Büyükanne ve Büyükbaba'nın yanına yerleşmesi bile Es'in ölümün karanlığından kaçmasına izin vermiyor. Zira Anayurt'ta her yılın yedinci ayı boyunca katliamlara neden olan gizemli kişi, kişiler ya da olay ya da şey - nasıl tanımlarsanız- Es'i çepeçevre sarıyor. Kendilerince korunma yöntemleri geliştirmeye çalışan halk arasında ise her türlü tedbire rağmen yine kayıplar verilmeye devam ediyor.

Merak ve zekanın bir zihinde başarılı bir şekilde buluşmasına örnek olabilecek bir çocuk olan Es ise durumu kendince öğrenmeye, katilin kimliğinin nasıl olur da hala ortaya çıkmamış olmasının anormalliğini kavramaya ve halkın aslında bu kayıpları vermeyi nasıl kanıksamış olduğunu sorgulamaya başlıyor.

Roman boyunca ara ara okura sunulan mektuplar eşliğinde imkansız bir aşkın ızdırabını yaşayan iki tarafın kelimeleri aracılığıyla takip ederken, bir yandan da Es ile beraber Anayurt'un tehlikeli ve gizemli dünyası içinde keşiflerde bulunuyoruz.

Aynı zamanda siyasi bir eleştiriyi de metninin içine yedirdiğini düşündüğüm yazarın bir yandan da Tanrı, inanç, inanma isteği ya da kabulleniş gibi konuları okura kimi zaman açık imalarla, kimi zamanda farklı karakterlere büründürülmüş temsili otorite simgeleriyle sunduğunu düşünüyorum. Örneğin; ana ekseninde cinselliğin yer aldığını bana düşündüren "kirlenme", "günah" gibi kavramların cezalandırıcısı olarak okura "bakire kadın"ın tüm bu olumsuzluk atfedilen kavramların karşısında, bir şekilde "temizleyici" olarak sunulmasının ise romandaki "kötü" ve "kadın" karakter üzerinden bir mit eleştirisi olarak görüyorum. (Normalde, bakire kadının toplumlara sunulması "olumluluğa" bağlanırken, eserde "bakire" tabiriyle anılan aslında bir "karanlık", "kötü"). Zira, bu sonuca nasıl ulaştığıma dair kısa bir örnek daha vermek isterim; romanda "cezalandırılan kadın bedeni" üzerinden açıkça ifade edilen durum, gibi - bu sırada karakterin ağzından çıkan her bir kelimeyi de bu bağlamda değerlendirebilirsiniz okurken.

Haricinde, belirttiğim gibi "iki taraf arasındaki düşmanlığın", "iki farklı ırk ve tek bir coğrafyada uzun süredir devam eden birlikteliğin bozulması" şeklinde ele alınması ise burada siyasi bir eleştiri olduğunu iletiyor gibi göründü bana.

Kendisini okutan, akıcı bir anlatımın da bu okumayı tatlandırdığı, hikayesini yerinde hareketlerle sürekli bir hareket halinde tutarak okuru kendine bağladığı Bozadam, türü sevenlerle sınırlamadan bir çok okura hitap edebilecek bir roman.