14 Kasım 2017 Salı

Emily Brönte "The Night is Darkening Round Me"

The night is darkening round me, 
The wild winds coldly blow; 
But a tyrant spell has bound me, 
And I cannot, cannot go. 

The giant trees are bending 
Their bare boughs weighed with snow; 
The storm is fast descending, 
And yet I cannot go. 

          Clouds beyond clouds above me, 
       Wastes beyond wastes below; 
     But nothing drear can move me; 
   I will not, cannot go. 

Emily Brönte'nin şiirlerinden oluşan "The Night is Darkening Round Me", Penguin Books'un Little Black Classics serisinden. Cidden "little". Şiir yorumu yapabilecek biri değilim, ama okuyun çok güzeller.

10 Kasım 2017 Cuma

Tülin Bumin "Hegel"

"Hegel'e göre insanın gerçekten bilim yapabilmesi yani varlığı akılsal olarak ve bütünüyle kavrayabilmesi için, önce rasyonel bir devletin bilinçli bir yurttaşı olarak ortaya çıkabilmesi gerekir." (s.137).

Kitabın tam adı "Hegel - Bilinç Problemi, Köle - Efendi Diyalektiği, Praksis Felsefesi". Onu başlığa sığmadı ama görselde var neyse ki ama yazmayınca içim rahat etmedi. Bunu da açıklamazsam olmazdı.

Yazıya başlamadan önce, kitapta da Tülin Bumin'in sıklıkla referans verdiği iki kitap var, onların bir adını analım çünkü bu yazıdan sonra onların yazısını ekleyim, güzel olsun. Birisi Jean Hyppolite'in Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar'ı. Diğeri Alexandre Kojove'nin Hegel Felsefesi'ne Giriş'i. Sonucusunun şu an piyasada baskısı yok diye biliyorum, ancak bir yerlerde görürseniz alın. Bu iki kitabı neden panikle giriş kısmına ekledim, Bumin'in kitabını bu ikisinden önce okursanız anlarsınız; ama tavsiyem sıralamada o ikisini öne alın. 

Bilinç konusunun efendi - köle diyalektiği bağlamında doğal olarak Hegel üzerinden çalışma konusuna nasıl bağlandığını işliyor öncelikle Bumin. Bu da şöyle oluyor; Hegel'deki ben'in (sonra neden Hegelci Marksistler'e sövüldüğünde sinirlendiğimi soruyorlar) ancak dış dünyanın dönüştürülmesiyle ben olabilmektedir. Burada iş çalışmaya geliyor işte. Şöyle, efendi ve köle bir karşıtlık ilişkisi, ancak bu ilişki içinde bir çalışmayı da içeriyor. Yani ben'in farkındalığını sağlayan efendi'nin "yap" demesi ve kölenin çalışmaktan başka seçeneği olmaması gibi. Hegel'e bu ben'in ortaya çıkışındaki tek fırsatın tüm insanların ilk ben'e uyanma biçimin ancak ve sadece efendi köle ilişkisi olabileceği iddiasında karşı çıkışlar da var, bunlara Bumin'de değinmiş; yani kadın erkek ikiliği yerine efendi köle ikiliği ya da karşıtlığı diyelim, onu koyuyor Hegel, orada da bir efendi köle ilişkisi varsa bu yine birinin diğeri üzerinde aynı sonucu vermesi şeklinde sonuçlanır savunmasına gider bu diyalektikle giderse analiz. Yani, Hegel'in ben'inin idrakı ancak efendi - köle ilişkisinde, dış dünyaya dönük ve çalışma ile gerçekleşmektedir. Of çok uzattım. 

Buradan da Hegel'in tarih anlayışına bağlayabiliriz aslında konun geldiği yer havada kalmıyor, boşuna uzatmamışım; insanın bu bilinci ve dışa dönük çalışmayla gelen değiştirme gücü, doğa üzerindeki değiştirme gücü yani, dünyadaki verili olanı değiştirmesidir. Hegel'e göre bu verili olanın olumsuzlanması. Bu durumda, Hegel insanlığın tarihini olumsuzlayıcı eylemlerin tarihi olarak ele alıyor, yani kendi yarattığı tarih kendisini dışa vurarak dışı olumsuzladığı ancak kendisini yansıttığı tarihtir. Tarihi de zaman ile ele aldığını ekleyelim; zaman ve insan Hegel için aynı şeyler diye belirtiyor Tülin Bumin; "zaman insanın dünyadaki gerçek varlığı ya da gerçek tarihidir". 

Kitabın devamında, doğal olarak benim üç paragraflık beş satırımdan fazlası var. Görüngübilim üzerine, devlet üzerine, bilinç üzerine, Frankfurt okuluna Hegel'in etkisine kadar Bümin'in yer verdiği dolu şey var. Okuyun.

Ne kadar net yazdım.


6 Kasım 2017 Pazartesi

Michael Hjorth & Hans Rosenfeldt "Katil Olmayan Adam"

Nasılsa Henning Mankell (ve sonrasında da nasılsa Jo Nesbo) değil diyerek hava kapalıyken okumalık İskandinav polisiyesi diye okumuş bulundum Katil Olmayan Adam'ı. Beklentim sadece çabuk okunan, katili bulmaya çalışırken kitaptakilerden öne geçmeye çalışıp kendimi kendime ispatlamak için gıcık, itici biçimde gereksiz bir yarışa girebileceğim bir roman okumaktı - Amerikan polisiyesi ya da başka bir diyarın polisiyesi olmaması gerekiyor bu arada, özellikle tekrar belirteyim. Hava durumu, coğrafya, romanda geçen isimler vb. tüm bunlar eleme kriteri. Çünkü bunlar dünyanın hiçbir şekilde umurunda olmayan şeyler ve başka türlü bir şeyleri eleyemediğime göre bu kriterlere sapıkça yapışmam lazım.

MUHTEŞEM bir yazı oluyor.

Ne diyordum.

Kitaptan beklentilerimi yukarıda sıraladım; gereksiz bir tomar bilgi ile. Yani kitap kapaklarının arkasına yazılan, tek kelime ile "sürükleyici" diye ifade edilen şeyi de yazabilirdim. Sürükleyici olsun, nasıl sürükleyecekse artık bilmiyorum, benim derdim kitaptakilerle yarışmak ben daha iyi biliyorum demek. Ama şu da mühim; öyle bi kurgu olsun ki yazar katili hem saklayamamış olsun ama bi yandan da öyle iyi kurgulamış olsun ki okurken okura da fırsat vermiş olsun biraz, okur kendisini dışlanmış hissetmesin, az safça da olsa yanlış da olsa bir izin peşinde iyi kötü bir sonuca o da yaklaşmaya çalışsın. 

Katil Olmayan Adam'da okura fırsat da vermiş yazarlar mesela. O fırsatı kendi adıma ne kadar verdiklerini de belirteyim de girdiğim lüzumsuz yarışta nasıl bir sonuç aldığım üzerinden kurguyu değerlendirin; katili bilemedim. 

Siz bulabilirsiniz belki.

Konuyu anlatmıyorum zaten google'larsanız kitapların arka kapaklarındaki yazılar polisiye romanlar için yeterli hatta bence fazla bile. Polisiyenin konusunu yazmaktan hoşlanmıyorum. Katili arıyorlar işte. 

Blog'dan ziyade bir kavga meydanına dönüştü burası.

Not: Ama onlardan önce daha yakın sonuca gittim - ben saksı değilim......................................

Sophie Hannah "Closed Casket"

Agatha Christie'ye manyakça, sapıkça bir tutkum olduğu için Hercule Poirot serisine başka bir yazarın bir kitap eklemesi bana uzun süre hadsizlik geldi ve bu eklenti seriye uzun süre surat astım ve astığım suratı benden başka kimse ne gördü ne de umursadı. Bu lüzumsuz ergen girişimi ardından sıkıntıdan ve meraktan kitabı okudum. Ben okurken kitap her zamanki gibi Türkçe'ye çevrilmemişti ve sanırım şu satırlar yazılırken Türkçe'si satışta. Bu vesileyle hizmet olsun, kitaptan bahsedelim hazır kitap çevrilmişken.

Öncelikle kitabı Agatha Christie yazmadı.

Bunu bin kere daha söylesem de söylemesem de zaten okurken fark ediliyor yani en azından benim için böyleydi ama ilgi alanı kelimeler ve kelimelerin kimin elinden çıktığı üzerine bir şeyler düşünmek olan biri için bunlar normal olabilir ya da dümdüz önyargıdır. Size kalmış. Ben söyleyeceğimi söyledim.

Ancak kurgu ve closed casket kısmını beğendim. Öte yandan yazar bazı noktalarda dolambaç yaratayım derken ipin ucunu kaçırıyor ve fazla ipucu veriyor ve hatta bu girişim bazen gereksiz ve sıkıcı olabiliyor. Bunu kitaba dair ipucu vermeden anlatmaya çalıştığım için üstü kapalı yazmaya çalıştım ve hiçbir şey anlatamamış gibi oldum. Biliyorum. Ama kitabı okuduktan sonra belki netleşir sizde de ya da siz de öyle hissedersiniz. Ya da zaten yazdıklarımı kimse okumuyordur. Bilemem.

Agatha Christie'nin Shakespeare göndermeleri yazar için de etkileyici bir noktaymış ki bu kitapta da karşımıza çıkıyor mesela, yalnız bir şeyi kullanmakla bir şeyi abartmak noktasındaki denge şunu hep hatırlatıyordu insana; bu kitabı Agatha Christie yazmadı.

Kısa kısa yazılar ile blog'a kitap ekleme gününde bir kitap yazısının daha sonuna geldik ama bu kitap yazısına bir şeyler daha ekleyecem dönüp. 


Henning Mankell "The Man Who Smiled"

Bahsetmemiş olmamak adına Henning Mankell'in bu kitabından da bahsedeyim. Biriktirip biriktirip bin tane kitap hakkında yazı yazmaya Kasım 2017'de karar vermiş gibi oldum, bu yüzden önce romanlar hakkında kısa kısa bir şeyler ekleyecem çünkü böylesi daha kolay. O arada Türkçe'yi de konuşma dili yönünde katletmiş gibi oldum, özür dilerim ama "ekleyeceğim" dediğimde kendimi daktilo gibi hissedecektim nedense.

The Man Who Smiled, Kurt Wallander'ın yine kendi kendine kıvrandığı bir roman; ama bu sefer bu kıvranış bir önceki romandan arta kalan bir kıvranış. Sırayla okumamış olanlar için sebebini de yazmıyorum. Gerçi kitapları sırayla okumayı başarabilen cidden var mı merak ediyorum. Neyse. Wallander'ın içine düştüğü ciddi bir bunalımdan çıkamadan dahil olduğu soruşturmaya odaklanıyor roman. Bence Wallander serisindeki birçok roman diğerlerinden bazı yönlerle ayrılıyor; yani polisiyeyi polisiyenin yanına bir şeyler daha ekleyip tanımlama ihtiyacını doğuran bir şey var Mankell'de, bir mesele var. The Man Who Smiled'da da aslında hemen her coğrafyada olan bir şeyden İsveç örneğinde bir şeyi anlatıyor; karanlıkta neler, hangi güç ekseninde dönüyor, para nelere kadirdir, o ağlar nasıl bir imkan sağlar, o ağlar nasıl korunur, neden korunur, ne pahasına korunur...

Sırf bahsetmemiş olmamak için yazdığımı söylemiştim. Kitabı ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum ama Türkçesi'nin basıldığını sanmıyorum. Denk gelirseniz alın okuyun ama.




Wilkie Collins "The Woman In White"

Emily Brönte'nin "Wuthering Heights"ının lafını geçirmeden nedense The Woman In White'dan bahsedemeyecekmişim gibi geldi. Öte yandan bir günümü de Wuthering Heights göndermesi içermeyen en az bir cümleyle geçirmeyeli de yıllar oluyor. Yani yazıda bu iki romanın bir araya gelmesine sebep olan çok şey var. Her iki romanı da okumuş olanların zaten tahmin edeceği gibi, beni tanımış olanların zaten bilebileceği gibi - ki beni pek az kimsenin tanıdığını düşünürsek....

The Woman In White, 1860 yılında ilk basımı yapılan, Wilkie Collins'in kaleme aldığı ve yakın arkadaşı olan Charles Dickens'ın kendisine hayran olmasında büyük payı olan benim çok sevdiğim bir kurgusu olan bir roman. Son cümleyle kendimi ve Charles Dickens'ı aynı kefeye koymuş gibi oldum çünkü romana olan hayranlığımız noktasında aynı değerlendirme yapabilecek seviyedeymişiz gibi bir izlenim yarattım sanki. Buradan hem Wilkie Collins'ten hem de Charles Dickens'tan özür diliyorum, hadsizlik ettim.

Esrarengiz bir hikayenin, içine dahil olan daha fazla esrarengiz hikaye ile geliştiği romanda her bir karakter bir yandan kendilerine ait bir dram, sır ya da korkuyu saklarken öte yandan da büyük ve hikayenin iskeletini oluşturan büyük karanlığın içerisinde okurla beraber sona doğru yol alıyor. Romanın farklı farklı karakterler tarafından anlatıldığını da ayrıca belirtmekte fayda var, yer yer anlatıcı değişiyor, sabit bir anlatıcı yok. Bu yüzden okurun bir şeyleri anlamaya başladığı ve bir dedektiflik hikayesine evrilmeye başlayan romanda sanki ifadeleri bile okuyormuş gibi hissedebiliyor insan. 

Yalandan örülmüş bir ağın içinde yol bulmanın, önünü görecek bir ışığı söndürmemeye çalışarak doğruya ulaşmaya çalışmanın ne denli zor olduğunu da The Woman In White'da görmek mümkün. Hiç lafını geçirmedim şu ana kadar ama bu aynı zamanda bir aşk hikayesi de diyebiliriz; bir aşk hikayesinin neler içerdiğini siz nasıl kafanızda canlandırıyorsunuz bilmiyorum ama  yazar bir aşk hikayesinde iki insanın içine düşebileceği ve karşılaşabileceği hemen her şeyi yani dünya üzerindeki hemen her kötülüğü romana dahil etmiş. Her bir karakterin temsil ettiği, dünya var olduğundan beri dünyada var olan hemen her şeyden pay almış. Bu yüzden The Woman In White'daki acının, kederin, dehşetin, üzüntünün, korkunun, esrarın, kaçışların, ihanetin, intikamın, aşkın, yeri geldiğinde de mutluluğun ve çoşkunun şiddeti çok yüksek.