7 Mayıs 2010 Cuma

The Crow : Eternal Love




Yönetmen : Alex Proyas
Senaryo : James O'Barr, David J. Schow
Yıl : 1994

The Crow – Eternal Love, The Crow isimli çizgi romandan filme uyarlanan serinin ilk filmi. Çizgi roman yazarı James O’Barr’ın,nişanlısının sarhoş bir sürücünün arabasının altında kalmasından sonra girdiği yalnızlık ve bunalım dolu günlerde,Almanya’nın Berlin kentinde The Crow için ilk çalışmalarına başlamış,filmdeki karakterleri de kendi hayatından,gazetelerde,televizyonlarda gördüğü olaylardan etkilenerek oluşturmuştur.

Yapımcı Jeff Most, seksenli yılların sonunda yazara,çizgi romanının filme çekilmesi için 1500$ gibi komik bir ücret önermiştir. Yönetmenliğini Alex Proyas’ın,başrolünü ise efsanevi karate filmleri yıldızı Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’nin üstlenmesi fakat bu mükemmel oyuncunun çekimlerin bitmesini sekiz gün kala trajik biçimde,yanlış doldurulmuş bir silah yüzünden gerçek kurşunların hedefi olması sonucu ölmesiyle efsaneleşmiştir.

Çoğu listede beyaz perdeye en iyi uyarlanan film olarak gösterilen The Crow,farklı yönetmenlerin çektiği,farklı oyuncuların oynadığı ve farklı konuların (fakat yine aşk,intikam ve nefret üzerine) işlendiği dört filmlik bir seridir. Bu filmler; düğün gecelerinden bir gün önce,cadılar bayramında öldürülen Eric Draven ve Shelly Webster çiftinin,öldürülen aşkının intikamını almak için bir yıl sonra uyanan Eric Draven’ın intikam yolculuğunun anlatıldığı The Crow – Eternal Love; yanlışlıkla tanık oldukları bir cinayet yüzünden öldürülen baba ve oğulun,yine intikam için bir yıl sonra uyanan babanın hesap sorduğu The Crow – City Of Angels; kız arkadaşını öldürmekten suçlanan ve idam edilen gencin,bir karga tarafından geri döndürülüşünün anlatıldığı The Crow – Salvation; son olarak ise, satanist liderin kurban ettiği genç çiftten erkek olanının,yine karga yardımıyla intikam için geri dönüşünün anlatıldığı The Crow – Wicked Prayer’dır.

The Crow – Eternal Love’a dönecek olursak… Karanlık bir atmosferi olan ve nefretin iskeletini oluşturduğu filmin en önemli unsuru,hiç kuşkusuz filme ismini veren karga. Karganın filmdeki misyonunu,iki dünya arasında intikam ve acı yüzünden sıkışmış olan ruhların,dünyada yarım kalan işlerini – intikam almak – bitirmeleri ve diğer tarafa geçerek,bu acıdan kurtulmaları. Mitolojide de ölülerin ruhlarını diğer tarafa geçirme misyonu,karganındır,hatırlatmakta fayda var. Karga,filmde Eric Draven’ı ölümünden tam bir yıl sonra onu uyandırıyor ve ona yol göstererek intikamını almasına yardım ediyor. Böylece ruhu iki dünya arasında sıkışan Draven,ölümden sonra ulaşması gereken yere iç rahatlığıyla ulaşacak! Eric Draven’ın mezarından acı içinde çıktığı sahnede,karganın sürekli izleyiciye gösterilmesi ile karganın yol gösterici rolünün anlatımına başlanıyor. Takiben gördüğümüz şey ise,karganın mezardan çıkan Eric Draven için yanına konarak işaret ettiği botlar. Draven’ın bu botları fark etmesi için karga onların yanına konar ve ötmeye başlar,Draven da botları giyer. Daha sonra uçarak,adeta kendisini takip ettirir ve Draven’ın nişanlısı Shelly Webster ile ölmeden önce yaşadıkları eve kadar götürür. Merdivenin tırabzanlarında kapıyı işaret edercesine durur ve öter karga.

Karga,aynı zamanda Draven’ın gözüdür. Karganın gözünden gören Eric Draven,ilk kurbanı,Shelly’ye tecavüz edenlerden biri olan ve ölümünde payı olan Tin-Tin’i yine karganın gözünden görür ve onu bulur. Karga,bir diğer sahnede ise aynı şekilde,otel odasındaki diğer çete üyesini Draven için görür. Filmin sonlarına doğru gördüğümüz kilisedeki sahnede ise,karga yaralanır,vurulur. Draven’ın hayatının kargayla bağlantılı olduğu,karga yaşamazsa,onun da ölümsüzlüğünün gideceği çete liderinin kız kardeşi tarafından fark edilmiştir ve sonucunda,karga onlar tarafından yakalanıp,yaralanır. Filmin sonlarına doğru artan aksiyon sahneleri bir yana,karganın vurulma anının yarattığı gerilim bir yana! Karanlıklar diyarında yol göstericisini yitiren Draven peki şimdi ne yapacak?

Filmde dikkat çeken en önemli noktalardan birisi elbette filmin geneline hakim olan karanlık. Daha ilk karede bizlere gösterilen gotik,karanlık ve korkutucu bir şehir. Gecenin karanlığına,tehlikenin sindiği bir şehir. Bu yüzden,olabilecek en karanlık atmosfer yakalanıyor. Karanlık ,bazen sadece mumların ya da kısık ışıkların aydınlattığı iç mekanlar;gölgelerle dolu,karanlık sokaklar…Kin,nefret,intikam ve aşkın işlendiği bu filmde,elbette karanlığın kullanımı oldukça önemli ve bu önemli noktanın altından başarıyla kalkılmış olması,film için büyük bir avantaj. Bir çok filmde,bu tip bir ‘’karanlık şehir’’ yaratılmak istendiğinde nedense ekrana yansıyan bir bilgisayar oyunundan fırlamış,kötü bir görüntü gibi durur. Oysa,The Crow’da,her şey gerçekçi;karanlık ve ruhu görülebiliyor!

Yaratılan karanlık atmosferi desteklemekte elbette Draven’ın makyajı ve kıyafeti önemli bir paya sahip. Ceset makyajı olarak tabir edilen bu makyaj,kin ve nefreti yansıtmak için gereken en iyi surat ifadesini,Brandon Lee’nin mükemmel bakışlarıyla birlikte yaratıyor.

Filmde kullanılan parçaların kalitesi,filmle özdeşleşecek kadar,yıllar sonra bile duyulduğunda izleyicinin aklına The Crow’u getirecek kadar başarılı olması,dikkatten kaçması mümkün olmayan diğer nokta. The Cure gibi efsanevi bir grubun Burn isimli parçası çalarken,mezardan çıkıp evine dönen Eric Draven’ın makyaj yaptığı,intikam için hazırlanmasının başladığını görürüz. Müzik kullanımıyla ilgili olarak yönetmenin doğu kültürüne ilgisi olduğunu anlamımıza sağlayan bir noktaya değinmek gerekir ayrıca. Daha filmin başında,duyduğumuz ilk enstrüman,Ermeni toplumuna ait olan duduğun sesi. Gotik makamda duyduğumuz duduk sesleri,film boyunca bir çok ölümsüz sahnede karşımıza çıkıyor. Örneğin Eric Draven’ın mezarından çıktığı sahnede…Müziklere dair ilginç bir nokta ise, fark eden hemen herkesin,böyle bir filmde duymaktan dolayı garipsediği bir parçanın varlığı. Bir şeyler almaya/çalmaya/yağmalamaya giren çete üyelerinden birinin girdiği markette,fondan gelen ‘’ Oy Oy Eminem’’ melodisini duymamak mümkün değil. Yönetmen burada belki de mekanın Türk bir göçmenin işlettiği market olduğunun mesajını veriyor. Bundan emin olmak elbette imkansız,belki de müziğe meraklı market sahibi yüzündendir. Devam edecek olursak,elbette gitar müziğinin ağırlığı filmde hiçbir zaman kaybolmuyor. Çetenin merkez üssü sayılacak mekanın bir bar olduğunu ve hemen her durumda orda rock müzik yapıldığını görüyoruz. Filmin karanlığına,sertliğine uygun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca ölümünden önce Eric Draven’ın bir rock grubu olduğunun bilinmesi,filmde kullanılan müziklerin alakasız olmadığının göstergesi. Bununla bağlantılı olarak Eric Draven,yine filmin unutulmaz sahnelerinden birinde,karanlık şehir manzarasını karşısına almış,binanın tepesinde gergin ve sinirli biçimde gitar çalmaktadır. Daha sonra gitarı parçalar. Olan bitene duyduğu nefretin ve hala taze olan acısının bir patlamasıdır bu.

Yapılan genel çekimlerin etkileyiciliği,müzik,karanlık ve diyaloglarla güçlendirilmiş. Filmin başlarında,olaydan bir yıl sonra olduğunu anladığımız sahne,karganın bir binanın tepesindeki haça gelip konmasıyla başlıyor. Yapılan yakın çekim,karganın önemini ve başlatıcı rolünü gösteriyor izleyiciye. Daha sonra yüksek binanın tepesinden,aşağı doğru görüntü iniyor. Bu sırada Sarah,filmin unutulmaz repliklerinden birini söylüyor. The Crow’un sadece gotik bir intikam filmi değil,bir aşk filmi olduğunun da unutulmaması gerektiğini söylüyor adeta. ‘’ Bir bina zarar gördü. Geriye kalan sadece küller. Her şeyin doğru olduğuna inanırdım. Aileler,arkadaşlar,duygular…Ama artık biliyorum. Bazen,eğer sevgi gerçekse ve iki insan beraber olmak istiyorsa,kimse onları ayıramaz.’’. Sarah’nın bu sözleri,yaşarken birlikte olan Shelly ve Eric’in ölümden sonra,Eric’in acısından dolayı diğer tarafa ruhunun geçememesi ve bu yüzden bir araya gelemeyişlerini anlatıyor sanki. Yapılan genel çekimin karanlığına ve atmosferine uyan,oldukça anlamlı sözler.

Karganın uyandırdığı Eric Draven’ın mezardan çıkması,mezardan çıkarken çalan duduk kullanılarak da kederi desteklenmiş müzik,yapılan yakın çekimlerle görülen Draven’ın şaşkınlık ve acı dolu suratı,dirilişin karanlığını yansıtıyor. Genel çekimde,şehrin karanlık ve korku dolu atmosferi içinde Draven’ın evine doğru,karga önderliğinde yürümesi ve karganın görevinin yapılan yakın çekimlerle anlatılması,oldukça güzel.

Yapılan bir diğer yakın çekim ise,karga ambleminin çete üyelerinin arabalarının önünde olması. Onlara ölümü ve katillerini taşıyacak olan karganın…

Ruhunda aşkı ve nefreti kendisi için yaşam sebebi sayacak kadar önemli bir yerde muhafaza edenlerin,karanlığın gözle görülmeyen bir şey olduğunu bilenlerin ve intikam için gözünü bürüyen kinden güç alanların izlemeye doyamayacakları bir film The Crow – Eternal Love. Son olarak eklemek istediğim şey ise,bu filmin gelmiş geçmiş en güzel aşk filmi olduğudur.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Haute Tension




Yönetmen : Alexandre Aja
Senaryo : Alexandre Aja, Grégory Levasseur
Yıl : 2003

Bir alttaki film için muhtemelen adını anmış olduğum "top 5" filmle ilgili sıralamama dahil olan bir diğer film, anlatamayacağım kadar sevdiğim, yer yer kıskandıracak güzelliğe erişen sahneleriyle onlarca kez izlediğim bir film Haute Tension. Aynı zamanda Alexandre Aja hakkındaki fikirlerimi de kökünden sarsmıştır, artık her lafı açıldığında aslanlar gibi kendisini savunur bir hale gelmişimdir muhteremin bu filmi sayesinde. (Alexandre Aja ve yazarın değişen görüşleri konulu bir yazının da ipucunu vermiş bulundu yazar burada)

Haute Tension'da Identity gibi gizli saklı cümleleri, sahneleri olan ve neden olmadığını izlerken düşünemediğimiz ama film bitince neden olmadığını anladığımız eksiklikleri ve sahneleriyle, ipuçlarını barındıran bir film. Dikkatli izlendiğinde akıllara gelen bir kaç soru işareti aslında filmin sonunda görüleceklere dair bilgiyi inceden inceden izleyiciye veriyor. Mesela, neden... diye sık sık sorulduğunda bir şeyleri yakalamak mümkün. Ancak ilk izleyişte, film kendisine öyle bir bağlıyor ki izleyiciyi, bu bahsi geçen "neden"leri sormak ve üzerlerinde düşünmek için sonraki izlemeler daha uygundur sanırım, ilk izleyişte durup düşünüp yorumlayıp çıkarımlar yapacak kadar zaman tanımıyor film size. Filmi aynı anda izleyip aynı anda üzerinde derin derin düşünmek hayli zor, temposu, merak duygusu bir türlü yatışmıyor, aynı zamanda üperten bir korku da yatışmıyor.

Fransa'nın İçerde, Sınılar gibi filmlerle atağa geçmesinin, korku filmi seçiminde son bir iki yıldır bu memleketten çıkıp çıkmadığına bakarak belki de izleme kararını birilerine verdirilebilmesinin başlıca sebebi Aja'nın Haute Tension adlı yapıtı. Boşuna 143 ülkede yasaklanmadığı izlerken açıkça gözler önüne serilen film, tipik kan revan korku filmlerinin yapaylık ve eksikliğinden uzak. Belki kimileri için pek de süpriz olmayan bir sonu var filmin, ancak özellikle belirtmek isterim ki her ne kadar klişe ya da beklendik durum varsa filmde, ya da kan varsa bol bol, bu kesinlikle bayağı, basit ve sahneden gözleri kaçırtan bir çiğlikte değil.

Ricchi&Poveri'nin Sara Perche Ti Amo isimli, bir filme bu kadar yakışan kaç şarkı vardır'ı yeniden hesaplatmaya başlatan şarkısı eşliğinde, iki kız arkadaş bir diğerinin kırsaldaki evine doğru yol tepmektedir. Ders çalışmak, sakinklikte bir nevi kafa dağıtmak için yol alırlar.

Tabi devamından bahsetmek istemiyorum yazdıkça yazıyorum, filmi hiç izlememiş olan birisini tesadüfen bu yazıyı okuyup sonra izlemeye başlarsa, beddualarının hedefi olmak istemiyorum.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Identity




Yönetmen : James Mnagold
Senaryo : Michael Cooney
Yıl : 2003

Bu filme dair edilecek tüm yorumların başında şunu söylemek gerekir; yok böyle bir film. Senaryoyu ben yazmış olsaydım hayatımın sonuna kadar kasım kasım gezerdim, "keşke ben yapmış olsaydım bu filmi" listemdeki beş filmden biridir Identity.

Filme gelirsek... Yağmurlu bir gecede, hava şartları, bozulan arabalar, bozulan yollar, kazalar vs yüzünden bir motelde geceyi geçirmek zorunda kalan birbirinden alakasız insanlar arasında geçiyor Identity. Olay akşını anlatmak istemiyorum lakin böylesine güzel bir filmi kelimelere dökerek olayların etkisini sınırlandırmak istemem.

Filmi anlamak bazen güçleşebiliyor ancak çok dikkatli izlenirse en azından aralarındaki "bağlantısızlığ" rağmen bir araya gelmiş, gelmek zorunda kalmış bu insanların konuşmalarından filme dair önemli ipuçları çıkarmak mümkün. Bunu da farketmek için on kere falan izlemişimdir. Her izleyişimde yeni bir ipucu buluyor olmam benim geç anlamam da olabilir, filmin anlaşılmasının zor olduğunun bir göstergesi de olabilir. Takdir ilahi.

Agatha Christie (bu kadından başka hiç bir yazarı böylesine sevmem mümkün değildir)'nin On Küçük Zenci romanının adı sık sık bu filme dair yapılan yazılarda geçmekte. Idedntity ve Agatha Christie ile kafayı bozmuş bir insan olarak söyleyebilirim ki aslında buna lüzum yok. Mükemmel yazar Agatha Christie'nin kafasının işleyişi Identity'deki konuya yaklaşamaz bile. Ya da diğeri diğerine yaklaşamaz. Bu yüzden rahatlıkla zihni serbest bırakmak lazım.

Filmin sonu ise çok ilginç, tek bir cümleyle, ki bu cümle biraz kafa karıştırıcı olsa da, özetlenebilecek bir sona sahip. Açıkçası benzerini izlemiş miyim diye düşündüğümde kıyaslayacak bir film bile aklıma gelmiyor, böylesine ince işlenmiş ve resmen "şık" bir film hatırlamıyorum aynı konu ve işleyiş tarzına ait. Böylesine çetrefilli ancak (belki şimdi kullanabiliriz adını) Agatha Christie gibi hikayenin sonuna/süprizine dair cümleleri tekrarki izlemeler sonucu görebilmenin mümkün olduğu başka bir korku/gerilim filmi hatırlamıyorum.

Ya şimdilik ya da hiç.