29 Şubat 2016 Pazartesi

Ne Okuyorum?


Ne okuyorum değil; ne yapıyorum.

Bu masada kaybolmuş haldeyim bu gece.

Blog'u ihmal ediyorum ya bu aralar, vicdan azabı çekmeyim diye en azından masamın bu geceki halini paylaşayım dedim.

Şuralarda bi yerdeyim işte....


27 Şubat 2016 Cumartesi

Arthur Asa Berger "Durkheim Öldü!"

Geçen hafta içi Durkheim Öldü'yü okudum. Aslında okumak aklımda yoktu; daha sonra okumayı planladıklarımdan biriydi ama son zamanlarda roman okuma ve blog'a kitapların yazılarını ekleme konusunda kendi planlarıma maalesef uymadığım için, sıkışık bi günde birkaç saati bu kitaba ayırdım. Hem ders çalışırken bir süre sonra gözlerimin önünde ve kafamda oluşabilecek "mavi ekran"dan kurtuldum, hem de bu sürükleyici kurguyu okumuş oldum.

Arthur Asa Berger bir akademisyen; edebiyat, felsefe ve iletişim alanında çalışmaları var. Durkheim Öldü adlı kitabında ise sosyolojinin akla gelen ilk isimlerinden çoğunun dahil olduğu bir kurgu ile Sherlock Holmes ve doğal olarak Watson'ın da dahil olduğu bir hikaye anlatıyor. Bu roman, bir yandan Holmes'un varlığının sebebi olarak hem bir gizemi aydınlatan hem de kitapta yer alan düşünürlerin fikirleri hakkında konuyla ilgilenenler ya da aslında ilgilenmeyenler için bile kısa bilgileri, hikayeye yedirerek veren bir roman.

Olaylar 1910 yılında, Londra'da geçiyor. Sosyal teori alanında dönemin öne çıkan isimlerinin katılacağı bir konferans öncesi yapılan bir davette çıkan bir kavga ve sonrasındaki gelişmeler bir polisiyeye dönüşüyor.

Max Weber, Emile Durkheim, Beatrice Webb, Georg Simmel, Vladimir Lenin, W.E.B. Du Bois gibi sosyal teori alanında çalışan düşünürlerin yanında Sigmund Freud da romanın karakterlerinden biri.

Her bir düşünürün kendi fikirleri, Sherlock'un ortadaki gizemli durumun (durumu anlatmak istemiyorum ki kitabın tadı kaçmasın) aydınlatılmasında Watson ile her bir düşünürü sorguladıkları anlarda okura sunuluyor. Çok uzun bir kitap değil; ancak her bir düşünür hakkında fikir sahibi olmaya yetmeyeceğine dair bir şey söylemek de anlamsız. Zira ilk akla gelen düşünceleri kitapta yer yer alıntılarla veya karakterlerin konuşmalarında veriliyor.

Kitabın başında her bir düşünüre dair bilgilendirme; kitabın sonunda ise bir kaynakça, her bir düşünürün eserlerinden birkaçına dair bilgi ve romanda geçen, bahsi geçen isimlerle akla gelen terimler için de bir sözlük mevcut.

Sosyolojik polisiye; sonundaki sürprizi de güzel. Yazar oldukça fazla ipucu vermiş ve gizem kısmen sonuna yaklaşmadan bile çözülebilecek şekilde ama yine de "Neden?" sorusunun cevabı sonda açıklanıyor.

Tavsiyedir.

21 Şubat 2016 Pazar

Paula Hawkins "Trendeki Kız"

Yine blog'a yazdığım son yazıyla arasından baya zaman geçmiş olan bir yazı ve ben yine "artık blog'a düzenli yazmaya geri döncem" şeklinde döndüm bu yazıya başlarken.

Goodreads'te takip ediyor musunuz bilmiyorum ama kitap okuma alışkanlığımdan bir şey kaybetmediğim halde biraz insanlıktan çıkmış bir yoğunluk yaşadığım için resmen blog'u ihmal etmeye başladım. Okuduğum her kitap için, kitap biter bitmez yazdığım blog yazıları biraz maziye gömüldü sanki.

Dün sabaha karşı bitirdiğim Trendeki Kız'ı ekleyim en azından bu pazar günü dedim; çünkü son yazıda "ekleyeceğim" dediklerim de hiçbirini eklemedim.

Günah çıkarma kısmını bu şekilde atlattığımı düşünerek kitabı döneyim tamam, yeter.

Trendeki Kız'ı geçtiğimiz haftalarda beni ekonomik olarak çökerten kitap alışverişlerinden birinde "bi tane de roman olsun yav" diyerek sepete eklediğim kitaplardan biriydi. Çok satan kitaplar kötüdür, gibi kesin bir yargım olmadığı için, 13. baskısını yapan bu kitabı merak ediyordum zaten.

Neden çok sattığını çok da düşünmenize gerek kalmıyor; çünkü kitap sürükleyici. Okumamış olanları da düşünerek konuya dair çok az bir şeyler yazmaya çalışıyorum bu tip kurgularda; o yüzden yazı baya kısa olacak, belirteyim.

Tam bir çöküntü içinde olan baş karakter Rachel, günde iki kere trenle önünden geçtiği evin içindeki bir çifti izleyerek, onlara kendi sahip olmadığı ya da kaybettiği bir aile huzurunu, aşkı ekleyerek kafasında canlandırıyor, kendi koyduğu isimleri ile onları bir hikaye haline getiriyor. Kafasında. Kitabın hikayesi ile bu hikayenin, gerçek hayattan aldığı pek ciddi bir darbe ile Rachel'in kafasında kurguladığı bu çiftin gerçek hikayesine dahil olması ile başlıyor diyebilirim.

Trendeki Kız'ın kurgusunda muazzam bir yön yok benim için. Geçen yıl sanırım bu dönemler okuduğum Gone Girl'ü anımsattı ilk başlarda; ne kadar sağlıklı olacak bilmiyorum ancak bu anımsatma sonucu iki kitap arasında istemsizce yaptığım bir karşılaştırmada Trendeki Kız kurgusu ile geride kaldı diyebilirim. Karmaşık bir kurgu olmadığı gibi, okurun sonuca kendiliğinden gitmesi için birçok ipucu da mevcut. Öte yandan, bu paragraf size kitabı kötülüyorum gibi gelmesin; dediğim gibi sağlığından emin olamadığım bir karşılaştırmanın da bu satırları yazmamda etkisi var. Kitabı otursanız bir gecede okursunuz, bir gecede kendisini de okutur. Sürükleyiciliğine bir şey demiyorum zaten.

Bu tip gizemli kurguları seviyorsanız, tavsiye ederim. 

4 Şubat 2016 Perşembe

Uzun Aranın Ardından




En son eklediğim yazıda güya o gün içinde başka yazılar da ekleyeceğimi yazmışım ama eklemedim gördüğünüz gibi. 

Üşendim açıkçası. Biraz yoğun ve fazlasıyla kötü geçen iki ayın ardından biraz kafa dinlemiş olabilirim. Hatta kafamı fazla dinlemiş olabilirim zira iki haftalık tatilde sadece iki kitap okudum. Fakat iyi dinlemişim. 

Günah çıkarma gibi bir şey yapıp önümüzdeki birkaç gün içinde yazılarını eklemeyi düşündüğüm kitapları sıralayarak blog'u eski "yaşarken ölmemiş" haline getirmek yolundaki ilk adımımı atayım o zaman:

Jo Nesbo "Kardan Adam"
Thomas Mann "Aldanan Kadın"
John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"
Cemil Meriç "Saint - Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist"

Bu arada; nasılsınız?

Not: Görselin içerikle alakası yok; bugün çektiğim için buraya ekledim.