31 Mayıs 2013 Cuma

Kahve


Üniversiteye hazırlanırken deli gibi kahve içerek başladığım bir devrin sonuna geçtiğimiz şubat ayı başlarında geldim. O devri kapattım. Kapatmak zorunda kaldım çünkü midem stres ve vs yüzünden, e tabi onca Americano'nun Sumatra'nın azmi uğradığından pes etmek zorunda kaldı. Midemi neredeyse yokettim, adam gibi yemek yiyemediğim yeni bir dönemin açılması ve kahvenin terk edilmesi ile beraber çaya abanmaya başladım. Yani gördüğünüz gibi ille de bir şeyi "abartarak tüketmeye" pek meyiliyim. Bunun acısını da çok fena yaşadım işte, kahve içemez oldum. Korkudan içmiyorum, belki arada bir içsem bir sorun olmayacak ama, gözüm korktu işte.

Kahve içerken de deli gibi içerdim. Lise zamanında yine bir nebze sütlü falan içerdim, üniversiteye başlayınca günde sekiz bardak sade kahve içtiğim saçma sapan dönemler de oldu. Ki bence bu kadar fazla içmeme dur diyecek gereken durum, yani uykusuzluk yapma etkisi bende kendisini göstermedi. Gün boyu sekiz kahveyi içer, akşam da baya uyurdum. Ama sonrasında bir patlamayla o da kayboldu, uykusuzluk başladı. Fakat pes etmedim.

Hele kitap okurken, hele ders çalışırken, hele bilgisayarda 3ds Max'le cebelleşirken, yazılarımı yazarken kahve hep yanı başımdaydı. Yapmaya, içmeye üşenmezdim. 

Üniversitede okurken nasıl içmeyim yani, soruyorum sizlere!

Stieg Larsson okurken ya da ne bileyim Henning Mankell okurken içtiğim kahvenin tadı da ayrıdır; sanki ben de İsveç'deymişim de o kahveyi aslında o an kitapta kim içiyorsa onunla içiyormuşum gibi oluyordum. Evet, böyle de bir saçmalığım işte. Resmen özentilik gibi geliyor ama ne yapayım, kitaba kendimi kaptırınca baya hikayenin parçası sanıyorum kendimi, e Kurt Wallander o kahveyi içerken elbette ben de içiyorum haliyle!

Şimdi kahveden artan boşluğu bolca demli siyah çay ile kapatıyorum. Henüz onun bir yan etkisini görmedim, o zaman iç huzuruyla içmeye devam edebilirim.

Çay içtikçe de arada aklıma Scarlett Thomas'ın Bizim Hazin Evrenimiz kitabındaki Meg karakteri sıklıkla geliyor. (Mr. Why'ın Sonu adlı kitabındaki karakter Ariel ise kahve içiyordu sıkça. Yazılma sırası bakımından Bizim Hazin Evrenimiz, Mr. Why'ın Sonu'ndan sonra geliyor. Demek ki canım ciğerim Scarlett Thomas da benim gibi kahveden çaya geçiş yapmış - olabilir. Bir ortak nokta mı buldum ne?!)

30 Mayıs 2013 Perşembe

Yeni Kitaplar


İki gün önce D&R'dan spariş ettiğim kitaplar bugün elime geçti. O gazla, sayıca pek fazla olmasa da aldıklarımı yazayım dedim hemen.
  • Robert Silverberg "İçeriden Ölmek"
  • Alfred Bester "Kaplan! Kaplan!"
  • Karin Fossum "Göl"
  • Martin Heidegger "Düşüncenin Çağırdığı"
  • Terry Eagleton "Edebiyat Kuramı"
Karin Fossum'u ilk kez okuyacağım, İskandinav polisiyesine hazır ilgim bağnazlığımın sınırlarını bir nebze aşabilmişken, alayım dedim. İçeriden Ölmek ve Kaplan! Kaplan! adını sıkça duyduğum ve merak ettiğim iki kitaptı, daha fazla beklemeyim okumak için dedim.

Diğerleri ise azimle giriştiğim bir amaca yönelik. 

Note: Image in that post is from http://weheartit.com/entry/63044493

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Jules Verne "Piyango Bileti"


Jules Verne’in bu romanı, Norveç’in küçük bir kasabasında (ya da köyünde) yaşayan bir ailenin etrafında geçiyor.

Dal’da yaşayan Hansen ailesi bir otel işletmektedir ve öyle ahım şahım zengin insanlar değildir. Kendi hallerinde, mutlu ve sevilen insanlardır. Bu mutluluğu biraz daha artıracak bir durum içerisine de girmişlerdir yakın zamanda. Evin kızı Hulda, nişanlısı Ole ile evlenme hazırlığındadır; nikah, Ole denizden döndüğünde gerçekleşecektir. Bir balıkçı gemisinde çalışan Ole ise hikayemizde kayıplara karışır, gemisi batar ve ondan geriye yalnızca bir şişeye koyup, üzerine kısa bir not yazdığı piyango bileti kalır.

Nişanlısından kalan son not olan bu bilet, daha sonra ailenin hem şansı, hem şanssızlığı olacaktır. Bir anda yayılan bu hikaye ile aile Ole’nin kaybının üzüntüsünü yaşarken, birden Norveç’in çok konuluşan ailesi de olacaktır. (Ki bu kısımları okumanız için atlıyorum, Piyango Bileti’nin hikayesini daha fazla öğrenmek istiyorsanız, kitaba yönlendiriyorum.)

Piyango Bileti Norveç’te geçiyor demiştim. 1800’lerde. En son okuduğum Jules Verne romanıda (Wilhelm Storitz’in Sırrı) olduğu gibi bu kitapta da Verne,  hikayenin geçtiği topraklara dair detaylı coğrafi bilgiler verip, tasvirlerinde size hikayede geçen tüm yerleri iyice gözünüzde canlandırabilmeniz için pek bir yardımcı oluyor yine. Bunu da kendisinin gezmeye – geziye olan ilgisinin eserlerine yansıması olarak; kendimize pay çıkarırsak da okuyucunun şansına bir durum olarak görebiliriz bence.

Henning Mankell "Ölümün Karanlık Yüzü"


Bu aralar Henning Mankell adını sık anar oldum, o zaman blog’da bir kitabına daha yer vereyim dedim.

2008 yılında, okurken Eskişehir’den (İnsancıl Kitabevi) aldığım Ölümün Karanlık yüzü, aynı zamanda benim okuduğum ilk Henning Mankell kitabı. Aldığım yıl okumuştum, aldığım hafta sanırım. Hatta tatil için eve, İzmir’e gittiğimde okumuştum. Pek detay verdim, kitaba geçelim.

Geçen hafta hastaydım, evdeydim. Canım da pek bir şey okumak istemiyordu ama elbette Ölümün Karanlık Yüzü’nü tekrar okumama engel değildi bu heves yoksunluğu. Kitabı aldığım gibi koltuğa yapıştım, aynı gün de bitirdim. Öyle sürükleyici ki.

Wallander serisinin ilk kitabı bile olabilir bu kitap sanırım (niye kontrol etmiyorsam şu an?). Zira dedektifimiz Kurt Wallander eşinden henüz ayrılmış.  Ve henüz kırk iki yaşında. Son okuduğum kitabında kendisi ellisindeydi. Daha ileriki yaşları da diğer kitaplarda zaten.

Kitabın konusu kısacık, kısacık şöyle; kırsalda bir çiftlik evinde, yaşlı bir çift vahşice katledilir. Yaralı kurtulan kadın hastanede son nefesini vermeden ağzından “yabancılar” sözü çıkar, bundan başka hiç bir şey yoktur cinayetin ardından kalan. Ve bir de at. Evet, at. Cinayet gecesi “kişnemeyen” bir at.

Soruşturma ilerledikçe, İsveç’deki sığınmacıların durumu ortaya çıkar, mülteci kamplarına götüren ipuçları bizi de bu sorunların daha doğrusu 1990’ların başındaki İsveç’in toplumsal yapısı içinde bu gerçeğe götürür. Yabancılar, araştırılmaya başlanır.

İsveç toplumundaki ırkçılık, yabancı düşmanlığı sorgusunun yanısıra her zamanki gibi bir insan, bir baba, bir oğul olarak Kurt Wallander portresi de karşımıza sıklıkla çıkıyor. İnsani yönüyle hikaye içinde sıkça karşımıza çıkan Wallander, bir polis kimliği ardından gösterdiği/gösterildiği bu yönüyle –işte tam bu yüzden- bence Henning Mankell’in mükemmel dedektifi, mükemmel kahramanı olarak okuyucuyu buluyor. Diyorum ya, ben Wallander’ı çok seviyorum. Ona dair her bir detay içimde inceden bir acıma, neredeyse anaç duygular uyandırıyor. İlginç. Oysa ben anaç bir tip değilim. Her neyse.

Tekrar okumaktan asla sıkılmadığım bir kitaptır, tavsiye ederim, diyorum ve noktayı koyuyorum. 

Yarım Bırakılan Kitaplar


Nasıl başardım bilmiyorum ama huyum olmamasına rağmen yarım bıraktığım kitaplar oldu bu yıl. Böyle bir huyum hiç yoktu, neden çıktı nasıl oldu ben de anlamadım. Okumayı sevmeme rağmen nasıl bunu yapıyorum acaba.
  • Dune (1.Kitap): Bu kitaba başlayalı bir yılı geçti! Ama okumuyorum. Okuyamadım değil yani. Seriyi okumayı erteledim ama haliyle kitap bir kere yarım kalmış oldu işte.
  • Dostoyevski "Amcamın Rüyası": Dostoyevski seven bu insan bu kitaba dayanadı. Neden bilmiyorum. Galiba bitiremeyeceğim.
  • Neil Gaiman "Fragile Things": Ocak ayında başladığım bu kitap da bitmedi. Bunun sebebi diğerlerinden farklı, kitap geç bitsin diye ara ara okuyorum. 

Geçen hafta hastalık sebebiyle evdeydim; o arada başlayıp bıraktıklarım ise bir utanç tablosu;
  • Jane Austen - Akıl Ve Tutku
  • Tolstoy - Hacı Murat
Jane Austen'i sevmeme rağmen belki kitapları arasına daha uzun aralar koymak gerekir, bu kitabın ilk yüz sayfası içinde sıkılmaya başladım. Bir süre sonra tekrar okumayı deneyeceğim.

Tolstoy'u yarıda bırakmak ise büyük rezaletti. Değinmeyeyim daha fazla. Onu da okuyacağım.

Note: Image in that post is from http://weheartit.com/entry/62701358/via/DannyGuardia


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Carl Sagan "Kozmik Bağlantı"


Carl Sagan diyince aklıma ilk “Cosmos” gelir. “Cosmos” diyince de Carl Sagan!

Bilgisi, yaptıkları ve başlı başına varoluşu bende hayranlık yaratan ender insanlardan biridir Carl Sagan. Bu yüzden, 1971 yılında yayınlanmış olsa da “Kozmik Bağlantı”yı okumak benim için heyecanlıydı. Sırf bu heyecan için okumayı erteleyip durmuştum. Sonunda okudum.

Yayınevine de özellikle değinmek istiyorum; Say Yayınları. Çok çok takdir ettiğim bir yayınevi. Söyleyim dedim.

Contact filmini izlediyseniz, ki yine Carl Sagan temelli bir eserdir, Kozmik Bağlantı’yı okurken o filmden kareler aklınıza gelebilir. Dünya dışı yaşam ve bu arayış üzerine yapılabilecek olanlar sıralanırken, benim aklıma sıklıkla o film geldi zira.

Gezegenlerin yapısı, yıldızların oluşumu, dünyanın oluşumu, insanın ortaya çıkışı kitapta yer alanlardan bazıları. Bunun yanında benim en dikkatle okuduğum kısımlar ise büyük çoğunluğun kafasında her zaman “acaba?” uyandıran dünya dışı yaşam, bunun olasılığı ve araştırılması yolları üzerine yazılan bölümlerdi.

Evrenin içinde ne kadar küçük ve ne kadar önemsiz olduğumuzu bu tip kitapları okurken daha da fark ediyorum. Sonu ve sınırları olmayan bir “şeyin” sadece bir yerindeki minicik bir gezegen içinde, yok denecek büyüklükte – ve belki de zekada! – sınırlı kalan varlığımızı sıklıkla sorguluyorum. Çocukluk merakını yavaşça daha çok bilgiyle beraber bir “sorgulamaya” çevirin bu evren merakı, yer yer beni dipsiz bir karanlığa sürüklediği, boşvermişliğe savurduğu gibi, bazen de merağın doğasından olsa gerek daha fazlasını bilmek adına güdülüyor. Ancak bu bilgiyi kendi başıma keşfetme becerisinden kesinlikle mahrum olduğum için, bunu yapabilenlerin yazdıklarını okuyup öğrenmekle sınırlı kalıyor bu çabam. Yine de “evrenin karanlığında bilimin mum ışığı”nı görebilecek bir gözüm olduğu için belki de en azından biraz tatmin oluyor olmam gerekir. 1200’lü yıllarla günümüzü kıyaslarsak ilerlemenin hızı ve bilginin yayılma – ulaşılma kolaylığını bir şans sayabiliriz. Bu da işte, bir nebze yardımcı olabilecek bir unsur.

Yani iyi ki Carl Sagan gibi insanlar yaşadı. İyi ki okuma yazma ve bilim denen şey var ve iyi ki insanların, bilimadamlarının içinde merak hiç bir zaman sönmeyecek bir ateş gibi parlıyor. Parlayacak. 

Agatha Christie "Bitmemiş Portre"


Agatha Christie’nin yeri bende apayrıdır. Kendisine yönelik ufaktan bir saplantım olduğunu da düşünüyorum. Keşke tanışabilseydik dediğim yazarların – ölmüş olanların – başında geliyor. Keşke tanışabilseydik listesinin başını şu an aslında Scarlett Thomas çekiyor ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Bitmemiş Portre, Agatha Christie’nin Mary Westmacott adı altında yazdığı ve sıklıkla kendi hayatından belirgin izler taşıyan “diğer” romanlarından biri. Kitabın arkasında da belirtildiği üzere, benim de katıldığım bir görüş olarak, bu romanda yazarın kendisini “tamamen” görebiliyorsunuz. Çünkü burada konu başlı başına Celia adı altında karşımıza çıkan Agatha Christie.

Çocukluğundan başlayarak, anlatıcıya Celia tarafından aktarılan bir hayat ile hikaye anlatılmaya başlanıyor. Dönemin tipik bir İngiliz ailesi, aile yaşamı, toplumda kadının yeri gibi detayların etrafında örülen çocukluk anılarıyla karşımıza çıkan Celia, ne kadar duyarlı ve hassas bir çocuk olduğunu da bu dönemden itibaren yansıtmaya başlıyor. Çizilen karakterin öne çıkan özellikleri gerçekten bunlar; buna ek olarak hayatında “anne” önemi ve kırılganlığı, içe dönüklüğü ve geniş hayal gücü de görülebiliyor.

Dönemin geleneklerine ve eski değerlerine bağlı bir ailesinin etrafında geçtiğini de hesaba kattığınızda, sıklıkla toplumsal cinsiyet rollerinin keskin hatlarını da görmek size sürpriz olmuyor. Erkek egemen toplum içinde kadının kendisine “öğretilen” hareketler içinde yaşamasına, öğrenmesine vs bağlı değerler, günümüze baktığınızda uzak gerçekler gibi görünse de bir zamanlar, üstelik yakın bir zamanlar ne kadar baskındı, bunu görebiliyorsunuz.

Agatha Christie’nin biyografisinde de belirttiği gibi mutlu ve şanslı bir evlilik yapan annesi ve babası, “Grannie”, köpekleri ya da evcil hayvanların evdeki yeri, kızı ile arasındaki mesafeler... Her şey o kadar kendisine ait ki, bir itiraf özelliği taşıdığı bile söylenebilir. Belki içten içe kendisine dair bir sorgulamadır – olabilir. Neden işlerin o noktadan bu noktaya geldiğini işin içine kendisini de katarak, kurban olduğu durumlara rağmen kendisini de yargılayarak anlamaya çalışıyor olabilir.

Bir çocuğun zamanla bir kadına dönüşmesi süresince hayatındaki her bir önemli noktayı öğrenerek hikayede ilerlediğimizde, aslında kitabın arka kapağında da belirtilen bir sona yaklaşmakta olduğumuzun farkında oluyoruz.

Celia’nın aslında Agatha Christie olduğunu kabul ettiğiniz anda, özellikle de yazarın hayatına dair bir kitap olan “Agatha Christie’nin Kayıp On Bir Günü” adlı kitabı da okuduysanız, işin nereye varacağını biliyorsunuz demektir. Eğer bilmiyorsanız, okuyun derim. Yazarın karakterini kitaplardan ne kadar öğrenebiliyoruz bilmiyorum ama bahsettiğim kitap ve Bitmemiş Portre, kesinlikle daha belirgin hatlarla sunuyor hayatını bize.

Hüzün dolu bir bir hikaye, yeri geliyor anlamsızlığa ve haksızlığa siz de Celia gibi tepki veriyor, yeri geliyor onun sakinliğinin karşısında sizin içinizden ortalığı yıkıp dökmek geliyor. Bence gerçek hayatta uğradığı haksızlığın intikamını alış biçimi, yani İngiltere’yi ayağa kaldıran o kayıp on bir gün, polisiye romanlarında sıklıkla öne çıkan intikam hevesinin kendi hayatında da vücut bulmuş hali oluyor.

Çok hassas, hayal dünyasında yaşayan ve kendisine bu hayal dünyası içinde güvenli sınılar çizen bir insanın, aslında evlilikle gerçekliğin tam ortasına düşüşü ve ölümle yüzleştikçe daha da ağır gelen darbelere maruz kalışının karakteri üzerindeki etkilerini acı şekilde de olsa net biçimde görüyorsunuz.

Tarihte daha uzun yıllar adı zevkle ve saygıyla anılacak bir yazarın, hayatı, gözlerinizin önünde. Tüm detayları, yanlışları, doğruları ve sorgulamalarıyla.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Henning Mankell "Bir Adım Geriden"


Blog’da belki daha önceki yazılarımda denk gelmişsinizdir, ben Henning Mankell’i çok severim. Kurt Wallander’ı ise gerçekten yaşayan bir adam gibi düşünürüm, bana çok gerçekçi gelir nedense. Sanırım yazarın ustalığından ve başarılı bir karakter “yaratıcısı” olmasından kaynaklanıyor.

Dediğim gibi Henning Mankell’i çok seviyorum ancak bu sanırım blog’da yer verdiğim – tanıttığım ilk Henning Mankell kitabı olacak: Çünkü üzerine yazmayı bazen gereksiz buluyorum. Tıpkı çok sevdiğim Agatha Christie’nin kitaplarına da blog da pek yer vermemem gibi. Zira bu tip polisiye kitaplarda (aslında genelleme yapmak istemiyorum; bu saydığım iki isim benim için çok çok özel ve eşsizdir, Jo Nesbo’nun da dahil olduğu üçlü bir özel konuma sahiptir gözümde) olayı anlatmaya kalksanız tadı kaçar, karakterlerin üzerinden yürüseniz kitapta okumamış olanlar için merak unsurunu azaltacak bir hareket olabilir; bir filmi anlatmak kadar tatsız gelebilir yazıyı okuyanlara. O yüzden, uzatmamak gerekirse, polisiye kitaplar hakkında pek yazmak istemiyorum.

Yine de yazıyorum şu an!

Bir Adım Geriden’i kötü günlerde okumak için sakladığım kitap yığını arasından çıkardım, dayanamayıp okumaya başladım çünkü Henning Mankell’den başka bir şey okumamak konusunda inadım tutmuştu. Bu kitabı seçme nedenim de daha önceden BBC dizisi Wallander’ın bir bölümünde bu kitabın konusu aslında “izlemiş” olmamdı; bölüm, bu kitaptan uyarlamaydı. O yüzden yalnızca katilin “neden işlediğini” hatırlamıyor, katili ise detayları eksik biçimde de olsa az buçuk hatırlıyordum. Bu yüzden hakkında hiçbir fikrim olmayan bir Mankell kitabı yerine bunu seçtim.

Konuya gelirsek; Yaz Dönümü gecesinde ormanda piknik yapan, aslında kendilerince bir “yeniden canlandırma” yapan üç genç başlarından vurularak katledilir. Ancak olayların Kurt Wallander ve ekibine ulaşması bununla başlamış olsa da sebep “kayıp gençler” olarak ortaya çıkar ilk. Peşinden ise daha önceki kitaplardan hatırlayacağınız bir karakter, bir polis arkadaşları da bir cinayete kurban gidiyor ve hikaye başlıyor. Devamı, araştırma süreci, gençlerin başına neyin neden geldiği gibi polisiyenin tadının saklı olduğu asıl sorulara dair cevapları kitaptan başka bir yerde görmeniz kötülüğünü size yapmamak için şimdi susuyorum. Sadece çok ilginç bir sebep olduğunu söylemekle yetineceğim.

Bunun yerine, bence Wallender dizisinde mükemmel biçimde, kitaptaki anlatımla okuyucunun kafasında oluşan “şekle” uygun biçimde vücuda bürünmüş olan Kurt Wallander’ın bu kitapta ne alemde olduğundan biraz bahsetmek istiyorum. Henning Mankell’in gerçekçi ve normal karakterleri böylesine etkileyici biçimde yaratıp, polisiye içinde tadından yenmez şekilde sunması başarısının en belirgin noktası Wallander’ın gündelik hayatı ve durumu üzerine yazılanlarda ortaya çıkıyor bence. Kendisi bu kitapta elli yaşına pek yakın ve şimdi de karşısına şeker hastalığı çıkıyor. Tüm olan biten arasında, elini kolunu sallayarak gezen manyak bir katili arama çabaları arasında ustaca yerleştirilmiş “şeker hastalığını öğrenen ve nedense bundan utanan” dedektif Wallander’ı görüyoruz. Boşanmasının ardından gelen sancılı süreç ve bu sürecin izleri, kızı ile olan ilişkisi, babasına dair noktalar, şekerli yiyecekleri sevmesi ve uzak durma çabası, hayatını kaybeden eski arkadaşının bilgeliğini arar olması, sık sık içtiği maden suları ve yorgunluktan polis merkezindeki odasında yere uzanıvermesi… Wallender hakkındaki her detayı çok seviyorum nedense.

Yine Wallander’ı bilenler bilir, kendisi İsveç toplumunun “ne ara bu hale geldiği” konusunda da sık sık kafa yorar. Yine aynı sorgulamar içinde görüyoruz kendisini; üç zavallı gencin katledilmesi, polis arkadaşlarının evinde katledilmesi… Toplumun zamanla daha soğukkanlı ve daha katil ruhlu bir gidişatın içinde olması, sıklıkla, doğal olarak, hikayenin arka planında, satır aralarında işleniyor.

Okumaktan tam anlamıyla mutluluk duyduğum ender yazarlardan olan Henning Mankell’i ve yazdıklarını saatlerce övebilirim. Ama onun yerine kitabı okumanızı tavsiye etmek daha faydalı geliyor.

Tiffany'de Kahvaltı


Tiffany’de Kahvaltı belki sizin de aklınıza hemen Audrey Hepburn’ü getiriyordur. Neredeyse ikonlaşan inceileri, sigarasını tutuşu, hali tavrı ve o klasik pozu ile üstelik.

Daha önceden filmini izlemiştim, yine de kitabını da okumak istedim. Kitap, filmin yarattığı etkiden eksik ya da fazla bir şey yaratmadı açıkça söylemek gerekirse, tek ekleyebileceğim küçük detaylardan bazılarının filmde kendisine yer bulamamış olmasıydı.

İzlemek ne kadar “akıcı” ise okumak da öyleydi.

Holly Golightly’nin yaşamı, hayatındaki erkekler, arkadaşları, kedisi, tavırları, yanlışları, özlemleri ve en başında sırları ile komşusu olan, bizim de anlatıcımız olan yazar tarafından aktarılıyor kitapta. Kendisi hafiften Holly’ye aşık, ancak bunun bir getirisi olup olmadığını kitapta göreceksiniz, ya da zaten hatırlıyorsunuzdur.

1940’larda geçen hikayede insanı, en azından beni çarpacak pek bir şey yok. Geçirdiği hayatı neresinden bakarsam bakayım aşırı sıkıcı bulduğum Holly’nin etrafında fır fır dönenler de tıpkı kendisi kadar yüzeysel geliyor bana. Ardından gelen sırlarının yarattığı gizem ve kalbinde saklı kalan Fred unsuru – kardeş özlemi ve ardından kardeşinin kaybıyla gelen duygular- haricinde hikayesinde okurken göze çarpan pek bir nokta yok. Yine de yerin dibine sokmuş olmak istemiyorum, zaten öyle olduğunu düşünmüyorum ve bunu amaçlamıyorum. Kendisine bir yer bulamamış, ruhunu, bedenini bir yere koyamamış, bir arayış içindeki genç bir çocuktan, bir kadından bahsediyoruz nihayetinde. Holly kitapta on dokuz yaşında çıkıyor karşımıza zira.

Kendine bir yer bulamama, sahiplenemem durumu belki evindeki halinden de okuyucuya belli oluyordur: kendisinin eşyalarının her biri bir yerde, bir yerleşmemişlik ve her an kalkıp gitmeye hazır olan valizler gibi detaylar Holly’nin kendi olacağı yeri henüz bulamamış olduğunun göstergelerinden. Sahip olduğu ve kaybetmekten korktuğu tek şeyin de bir kedi üzerinde somutlaşması, daha doğrusu aidiyet ve sahiplenme duygularının bir kedi üzerinde patlak vermesi de hikayenin sonuna doğru kendisine dair fazlasıyla içten, bir çözülme, kendini koyveriş gibi. İnceden hüzünlü, hatta acıklı geldi bana nedense.

Bir çırpıda okunabilecek bir kitap. İnce de zaten, filmi izlememiş olanlara da aslında tipik olduğu gibi, ben de önce kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Hermann Hesse "Demian"


Hazır Hermann Hesse okumayı daha bir sever hale gelmişken, Demian’la devam edeyim okumaya dedim. Bu yıl içinde okumadığım Hesse kalmasın kararını da destekler bir hareketti, güzel de oldu.

Demian’da kafam bir nebze allak bullak oldu. Şimdi okuyup bitirdikten ve bir kaç gün kitap üzerine düşündükten sonar kafamda bir çok yeni fikir ve “acaba?” belirdi. Spoiler vermemek istiyorum ama bu sefer çabalarım bir yerde kalakalacak sanırım. İsterseniz kitabı okumayanlar yazıyı okumaya devam etmesin. Zaten çabuk bitirebileceğiniz, fazla uzun olmayan bir kitap. Yerinizde olsam alıp, okur ve sonar da bu yazıya bir göz atardım. Belki aynı soru işaretleri sizde de oluşmuş olur.

Devam edelim Demian’a.

Emil Sinclair, kitabın anlatıcı ve başkahramanı. Kendisiyle tanıştığımızda henüz on ya da on bir yaşında bir çocuk. Hayatı tanımaya, aydınlamaya başlamasına az bir süre var üstelik. Huzur ve güven dolu bir ailede, Hermann Hesse’nin kendi hayatıyla paralellikler taşıyacak şekilde, dinin önemli bir yer kapladığı bir ailenin, dinle huzur ve güven sınırları daha da belirginleştirilmiş bir aile içinde yaşıyayan bir çocuk Sinclair. Kötü ve kötüye dair her şeyin de evin sınırları dışında kaldığının farkında olmasına rağmen, aslında bu ince sınırların, hatta o sınırların ardındaki dünyanın, kötünün, kendisine bir nebze çekici geldiğinin de farkında.

Ancak işlerin dönüm noktası, kötüyle yüzleşmesinde kendisine derin bir ızdırap yaratıyor. Arkadaşları arasında, “mahallenin kötü çocuğu”nun gözünde havalı bir imaj çizmeye çalıştığı bir anda, kafasından uydurduğı ve fakat üzerine yemin etmek gibi bir hataya düştüğü anı, uydurma anı yüzünden ilk kez gerçek hayatın kötülüğüyle yüzleşiyor. Ve Demian, Max Demian da bu dönemde hayatına giriyor.
Buraya kadar her şey bir çocuğun hayatı anlama, arkadaş edinme, iyi kötü ve doğru yanlış arasındaki sınırları öğrenme çabası ya da deneme-yanılması olarak görülebilir ancak Demian ile başlayan süreç kesinlike bunun dışında bir hikaye getiriyor gözümüzün önüne.

Annesi ile beraber “farklı” bir düşünce sistemi ya da din ya da öğreti ya da felsefe, ne derseniz diyin, ona ait olan Demian, Sinclair’in hayatına şimşek gibi dalıyor, onda gördüğü “nişan” ile Sinclair’in de kendileri gibi olduğunu, bir şekilde seçilmiş olduğunu söylüyor.

Habil ve Kabil hikayesindeki göremediği tarafın Demian’ın açıklaması ile başka bir şekle bürünmesi, aslında hikayenin kırılma noktalarından birini mükemmel bir biçimde temsil ediyor diyebiliriz. Işte bilinen ve alışılan gerçekten uzaklaşması böyle başlıyor Sinclair’in.

Okul, takibinde lise, sonrasında üniversite eğitimi sırasında Sinclair’in çocukluktan ergenliğe, yetişkinliğe adım atışlarındaki sancılı tüm süreçlerde bir “idea” olarak Demian, hatta Demian’la bütünleşmiş bir Sinclair, yeri geldiğinde bir kadın siması Sinclair’in hayatında “farklı boyutta” bir yer kaplıyor. Koruyucusu, desteği, sevgilisi, arkadaşı, çizdiği bir resimde vücut bulan bu ifade, bu surat oluyor. Kitapta özellikle bi imajın yaratılma süreci, ihtiyacının doğuşu süreci oldukça etkileyici. Sinclair’in içindeki yangını siz de hissediyor, birinci ağızdan anlatımın etkisiyle daha da gömülüyorsunuz onun bunaltısına.

Çocukluktan çıkıp hayatına cinsellik girdikçe, Sinclair'in düşünceleri ve ruh halinin doğal olarak değişimi kitapta oldukça sancılı bir süreç olarak geçiyor.

Daha fazla detaya girmeyim.

Bir insanın aydınlanma süreci, ancak kendi sınırları içinde güven ve huzur yaratan inancından uzaklaşarak yaklaştığı bambaşka bir dünyanın, yer yer paranoyanın, yeri geldiğinde arayışın olduğu bir dünyanın içine girişini anlatıyor.

Bundan sonraki satırlar bolca spoiler içerir, dikkat.

* * * *

Lise öğrencisi iken tanıştığı din adamı ile olan ilişkisi, Demian, Demian’ın gerçekliği ve Bayan Eva, kitap bittiğinde bana Demian’ın hasta ruhunun yarattığı karakterlermiş gibi geldi. Yani Demian baştan beri, sanırım doğru tabir şizofreni olacak, bir şizofreni hastasıymış gibi geldi.

Kendi çocukluğundaki sıkıntının, patlak verdiği o yalan hikaye sonrasında girdiği berbat durumdan kurtuluşu, ruhundaki bunaltının azaltılması Demian’ın ortaya çıkışı ile geliyordu ki bu da Demian’ın hayali bir karakter, kurtarıcı olarak Sinclair’in zihninde yaratılan bir imaj olduğu fikrimi daha da güçlendirdi açıkçası.

Bir kurtuluş, içindeki boşluğun yerini alacak güçlü bir dayanak olarak olarak Demian’ı yaratması ile, hatta yeri geldiğinde Demian ya da Bayan Eva haricinde başka birini de yaratarak bir şekilde hayatta kalmaya çalıştı bence. Üstelik, en kötü anlarında sürekli karşısında ihtiyacı olan kurtarıcıyı da bulmaya başarması da bunu kanıtlar nitelikte.

Kitabın yazıldığı dönemi düşünürsek, sıklıkla vurgulandığı ve Bayan Eva, Demian ve Sinclair’in sıklıkla konuşmalarına konu olan “bir savaş” da sanırım dönem içinde Avrupa’daki sıkıntısının patlama noktasına ne denli yakın oluşunu Hermann Hesse’nin de görmesiyle ilgili. Tıpkı kitabın sonunda olduğu gibi, 1940’ların ortasında Almanya’nın başı çektiği dönemin geleceği, yarattığı buhranla beraber kitaba, kitapta da büyümeye çalışan bir insanın hayatına bu şekilde girmiş oluyordu. Uzakl kalması imkansız olan toplumsal durumun, şizofreni ile mücadele eden (ki aslında asla bir rahatsızlık adı geçmediği gibi, öyle bir farkındalık da olmadığı için kitapta, buna ne derece mücadele diyebilirim, ondan da emin değilim, aslında) bir gencin üzerindeki etkileri, daha da ilerleyen bir durumla sonlanıyor.

Eklemek istediğim küçük bir not ise, kitapta J. S. Bach ve Dietrich Bextehude gibi sevdiğim (hatta neredeyse taptığım!) iki isme sıkça, özel anlarda denk gelmemdi. 

Hermann Hesse’yi okumak için galiba uzun zaman beklememin bir sebebi varmış, son iki yıldır bir iki ayda bir Hesse okuyarak, doğru bir zamanla yaptığımdan emin oldum. Galiba okumak için beklemem, doğru zamanı beklememmiş. O yüzden olsa gerek, yazarın da kitabın da mükemmel olduğunu düşünüyorum. Bu da sadece benim değil, dünyanın görüşü olsa gerek. Açıkça.

19 Mayıs 2013 Pazar

Şahane Hatalar "Cumartesi"


Şahane Hatalar’ı ik çıktığı zamandan beri biliyorum ancak hiç bir kitabını okumamıştım. O yüzden postadan “Cumartesi” çıkınca, inceden merak ederek okumaya başladım.

Bilmeyenler için özetlemek gerekirse, kitap içindeki farklı bölümlerin sonlarında hikayenin gidişatına dair size iki seçenek sunuluyor ve seçiminize göre farklı sayfalara atlayarak hikayenizi bir yerde kendiniz oluşturuyorsunuz.

Cumartesi’nde ise, adı üzerinde, bir cumartesi gecesi dışarı çıkmaya hazırlanırken buluyorsunuz kendinizi ve hikayeniz başlıyor.

Ben farklı seçimler yaparak bir kaç farklı hikaye okumuş oldum ama her birinde de gece çabuk ve birbirinden kötü şekilde bitti. Kötü derken, bahtsız anlamında diyorum.

Nihayetinde elinizde su akar gibi akan bir kitap zira hareket sürekli ve bölümlerin ortalama uzunluğu iki sayfa. Okurken beklentileriniz ne doğrultuda olacak orası aslında size kalmış ama beklenildiği üzere yorumlarımı da yapmak istiyorum.

Bir kere bu kitabı okurken çok abartılı beklentiler içine girmeyen; bir oyun gibi daha çok. Kendinizi bir oyunun parçası olarak görmek ve seçimlerinizin sizi nereye sürükleyeceğini görmek istiyorsanız, okumaktan zevk alacaksınız.

Arkadaşımla bu tip kurguya sahip, okuyucunun dizginleri herhangi bir hikayenin anlatıcısıyla özdeşleştiği bir kurguya oranla daha fazla elinde tutabildiği bu tip bir kurgunun ihtiyaç olarak, ya da daha doğrusu “doğuşu” üzerine kısa bir konuşma yaptık. Benim görüşüm, okuyucu, ister istemez okuduğu kitapta, hele ki birinci tekil şahısla yapılan anlatımlar içinde kendisini ister istemez karakterle bir tutuyor ve hikaye kendi başından geçmiş gibi okumaya devam ediyor. Onunla hissediyor, onunla yaşıyor bir yerde. Tabi bu illa birinci tekil şahıslı anlatımlarda ya da sadece o tip anlatımdaki anlatıcı ile sınırlı değil, kitapta illa ki kendisine yakın bulduğu bir karakter oluyor ve onu kendisi gibi görerek okuyor – bence. Işte bunun da inceden bir ihtiyaç olup olmadığını düşünürken yazarlar bu kitabı, bu kurguyu oluşturmaya karar vermiş olabilir. Ve insanların kendi seçim haklarını kitap okumak gibi çoğu insanın “angarya” gördüğü bir durum içinde yaşatabilecekleri fark ettiklerinde de sanırım “Şahane Hatalar” serisinin ilk satırları taslaklarına yansımıştır, diye düşünüyorum.

14 Mayıs 2013 Salı

Hermann Hesse "Gertrud"


Gertrud, okuduğum en akıcı Hermann Hesse romanı oldu diyebilirim. Ya da ben zamanla yazarın tarzına alıştım ve gittikçe daha fazla sever oldum. Her ikisi de olabilir. Sonucu değiştirmiyor nasılsa.

1910 yılında ilk basımı yapılan Gertrud’da, gençliğinin en deli dolu zamanında, bir konservatuar öğrencisi iken hoşlandığı Libby adlı kızın önerisi üzerine, onu kırmamak adına giriştiği, kızakla bir tepeden kaymak gibi tehlikeli bir işin ardından bacağı kırılan ve hayatının geri kalanını topal olarak geçiren sanatçı Kuhn’un öyküsünü okuyoruz.

Her ne kadar Kuhn’un öyküsü desem de, aslında öyküde hayatlarına yakındna baktığımız tek kimse anlatıcı Kuhn değil. Etrafındaki arkadaşları, ki sayıları çok az, ailesi ya da eski bir öğretmeni de hikayenin içinde kendilerine yer buluyor.

Kırılan bir bacak ve takiben gelen “kötürümlüğün” ardından belki bir aydınlanmaya doğru giden Kuhn, kendisini bir besteci olarak bulacağının ilk işaretlerini de bu istirahat dönemi içinde veriyor. Zira aklına, kalbine ya da kulaklarına, nasul tarif etmek isterseniz, gelen bir melodiyi çalmanın ya da onu notalara dökmenin hazzını böylelikle yaşamaya başlıyor. Bu sırada belirtmek istediğim bir detay ise Kuhn’un bir kemancı olarak pek parlak olmayışı; yalnızca iyi keman çalabilen bir kemancı, kariyerinde keman çaldığı dönemlerde de topluluk – orkestra içinde ikinci kemancı olarak kendine yer buluyor.

Sıklıkla kötürüm oluşu yüzünden insanlarla arasına bir mesafe koymuş olduğunu fark ediyoruz, kadınların onu sevmekten çok acımasını göreceğinden neredeyse emin olduğundan kadınlardan, kadınları sevmekten uzak kalıyor. Hayatına giren, opera sanatçısı Mouth’un aksine, kendisinin yanında kadınları göremiyoruz.

Halet-i ruhiye olarak kendisinden pek farklı insanlarla içine girdiği diyaloglarda Kuhn’un fikirlerini, kendi kafası içinde daha çok tartıp savunduğundan ya da çözümlediğinden olsa gerek, fikirlerini netçe görebiliyoruz. Örneğin, Hermann Hesse’nin Doğu ve Doğu kültürüne olan ilgisinin satırlara yansıdığı, Karma öğretisi ile ilgilenen eski hocasının kendisine verdiği kitaba yaklaşımında görebileceğimiz gibi.

Kuhn’un içinde “ne yaşamak ne de ölmek istediğine” dair bir duygu kitabın bir noktasından sonra, Gertrude karakterinin hayatındaki bir kırılma noktasından sonra tavan yapıyor. Hikayenin gidişatından bahsedip tadını kaçırmak istemediğimden olabildiğince az detayla anlatmaya çalışıyorum. Neyse, ne diyordum. Hayatındaki bu kırılma noktasından ve bulunduğu boşluk durumdan ise kendini kurtaranın babasının ölümü olması ise ilginç bir tezat oluşturuyor. Evet, belki bu tam anlamıyla bir kurtarma sayılmaz ama okuduğunuzda farkedeceksiniz ki bir hayatın kaybı başka bir hayatın önce sondan dönmesine, sonra da bir nebze iyileşmesine neden olabiliyor.

Gençliğin ve yaşlılığın sıkça sorgulandığı kitapta, yaşlılaların gözünden gençlik ya da sözde en iyi dönemlerini yaşayan gençlerin gözünden de yaşlılığa dair yorumlara denk geliyorsunuz. Öyle ki gençlerin ve Kuhn’un yaşlı annesinin beraber oturduğu bir anda, Mouth’un “yüzünden mutluluk bulunan tek insanın Kuhn’un annesi” olduğunu söylemesi size dosdoğru bir ifade olarak geliyor; kitapta yaşı geçkin olanların haricinde acı içinde olmayan insan yok gibi.

Bu acı içinde olma ve kendisini kimsenin anlamadığı düşüncesi içinde olma halinin kitapta tanımlanması ve çözümünün sunulması ise başkalarına ilgi göstermek, onları sevmek olarak anlatılıyor ki, bir not olarak eklemek istedim. Kendinden uzaklaşmanın yolu başkalarına yakınlaşmak, gibi anladım. Elbette bu ne kadar başarıya götürüyor Kuhn’u ya da ne kadar başarısızlığa düşüyor, bunu kitapta okumanızda fayda var.

Karşımıza Gertrud’da bir müzik insanı olarak çıkan Kuhn ile satıra dökülmüş kelimeler arasında gördüğümüz Hermann Hesse, hemen her kitabında olduğu gibi yine bir sanatçının gözünden bir hikaye anlatıyor aslında. Kitap boyunca yazılmaya başlanması sürecinden tutun da hazırlık sürecine kadar takip edilebilen bir operanın hikayesini de Gertrud’da olan bitene paralel olarak görüşümüz bundan olsa gerek. Ve bu da benim gözümde Hesse’yi, karşıma bazen ressam bazen de müzisyen olarak, ama sürekli bir sanatçı olarak çıkışından dolayı eşssiz bir yere koyuyor sanırım. Kırılan kalplerin, vazgeçilen hayallerin, tükenen hayatların ve sonlanan gençliklerin hikayesi, sürekli etrafta dönen bir müziğin içinde, müziğe yansıyan tüm acıyla beraber sizi kuşatıyor. Böyle yazdığım için çok depresif bir kitap diye düşünüp uzak kalmayın ama, ya da bu size daha çekici gelebilir, bilmiyorum. Yine de söylemek istediğim şey tüm kederin içinde huzuru okuyabilmiş olmamdı. Evet, bazı satırlarda üzüntü sizin de içinize işliyor ancak belki de müziğin verdiği huzurdur, işte o huzurun da içinize sindiğini farkediyorsunuz.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Karin Alvtegen "Yitirilen"


Bir hafta içinde okuduğum ikinci Karin Alvgeten romanı Yitirilen. Okuduğum ilk kitabı İhanet’te olduğu gibi bu kitapta da hikaye boyunca bir suç, yani bir polisiye unsur var ancak odaklanılan nokta baş karakterin geçmişi ve şimdiki zamanda hikayedeki cinayet ile kesişen yaşamı.

Sibylla, yıllar önce ailesinin evini ve para içindeki bir yaşamı, kitaptaki geri dönüşlerle öğrenceğimiz sebepler sonucu terk etmiş bir evsizdir. Kalacak bir yer bulabilmek, daha doğrusu o gün için kalacak bir yer ve yiyecek bir şeyler bulabilmek günlük amacı, hatta belki de tek amacıdır. Yine böyle bir günde, bir otelin yemek salonunda tanıştığı bir adama kendi oda ve yemek parasını ödetme ustalığını gösterip, yatıp uyuduktan sonra kapısı polis tarafından çalınır. Polise yakalanmamak, orada ne amaçla bulunduğunu açıklamak zorunda kalmamak (dolandırıcılıktan polisin eline düşeceği gerçeğinden) için odadan bir şekilde sıvışır. Fakat öğreneceği şeyler sonucu polisin onu arama sebebi, daha doğrusu kapısını çalma sebebi bambaşkadır. Gece hesabı ödettiği adam, odasında iç organları dışarı çıkarılmış, öldürülmüş halde bulunur.

Ve işler çığrından çıkar; kim olduğu bilinmeyen katil arkasında katil olarak Sibylla’yı gösterecek şekilde ipuçları, hatta mektuplar bırakarak cinayetler işlemeye devam eder.

Ve kim olduğunu, nerede olduğunu ve o cinayetlerini işlemediğini anlatabileceği hiç kimsesi olmayan Sibylla kendisini birden İsveç içinde tüm gazetelerin manşeytlerinde fotoğrafı olduğu günlerde, kimseye görünmeden orada oraya kaçarken bulur.

Bu hikayenin girişiydi. Devamı için kitaba yönlendiriyim sizi. Daha sonra da kitap hakkındaki yorumlarıma geçeyim.

Bir kere, yine İskandinav ülkelerinin soğuk atmosferinin buz gibi yaptığı ruh halleri içinde insanlar görüyoruz. Ailesi tarafından neredeyse “nefret” ilişkisi, daha doğrusu suçlama – itiraz – ceza sürecinden neredeyse zevk alan bir annenin elinden yitirilen bir hayatın hikayesini görüyoruz. Kısıtlamalar ve zengin – fakir ayırımı dolayısıyla (zengin tarafta olarak) sürekli “diğerleri” ve “sen başkasın” telkinleri içinde kendisini anormal bulmaya başlayan ve hiç bir yere ait olamadan, hiç kimseyle arkadaşlık kuramadan geçen bir çocukluğun faturasını yine kendisine kesen bir hayatın için yiten bir hayatı anlatıyor Sibylla’nın hikayesi.

Kitabı okurken çocuk yetiştirmeyi bilmeyenlerin ya da çocuk sahibi olma sebepleri tam olarak anlaşılamayan insanların neden çocuk sahibi olduklarını anlamadığımı düşündüm sıkça. Bir çocuğu “boğarak” yetiştirmenin ya da anormal biçimde hayat içinde dışlayarak yetiştirmenin haz yarattığı tek anne muhtemelen, bir acı gerçek olarak yalnız kitap karakterinin annesi olmasa gerek. Bir yerde gerçekten böylesine vicdansız aileler, kör babalar, suçlayıcı anneler olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, sokakta yaşayan insanlar nelere maruz kaldıklarını ya da gün içinde bize sıradan gelen ne kadar ufak şeyin onlar için ne derece hayati anlamlar taşıdığını da sıklıkla göreceksiniz.

Son olarak, diğer kitabı İhanet’e nazaran bu kitabın sonlarında işin polisiye kısmı biraz daha ön plana çıkıyor, biraz daha hız kazanan “kovalamaca” içine giriyorsunuz.

Karin Alvtegen’in dili, anlatımı sürükleyici. Çevirmenin başarısını da es geçmemek lazım. Kitabı yaklaşık 15 saat içinde, ki buna uyuma süresi de dahil, bitirdim. Elinizden bırakmadan bitirebileceğinizi düşünüyorum.

Cyril M. Kornbluth "Teşkilat"


Teşkilat, “gelecekte” geçen ve dünyanın nasıl kutuplara bölündüğünü, aralarındaki ahlaki değerlerin nasıl kesin çizgilerle tanımlanabilecek kadar farklılaştığını, bir bilim kurgu – macera tadında sunan bir roman.

Yazarı Cyril M. Kornbluth, genç yaşında (34 yaşında) hayatını kaybetmiş, ölümü “bilim kurgu dünyası için büyük bir kayıp” olarak nitelendirilmiş bir yazar. Ne zamandır adını görüp, yazdıklarını merak ediyordum, okumaya da Teşkilat ile başlamış oldum.

Şöyle bir dünya düşünün; Teşkilat, Hükümet ve Çete olarak kutuplaşmış. Şu an Amerika’nın olduğu yer Teşkilat’ın egemenliği altında ve hükümet ve kavramlarından herhangi birini barındıracak bir tanımlamaya uzaklar, uzak kalmak da amaçları. Ahlaki açıdan şimdinin ötesinde ve aslında “yozlaşmış” bir tablo çiziyor Teşkilat. Kumar, çok eşlilik, rüşvet neredeyse onun benliğini oluşturan önemli detaylar arasında. Teşkilat’ın gelir kaynağı topladığı bir tür “haraçlar”. “Bırakınız yapsınlar” politikasının gelişmiş bir hali, ulaşabileceği zirve gibi geldi açıkçası bana.

Hükümet ise okyanusun diğer yakasında, İzlanda’da merkezleşmiş, Avrupa’daki halkı katlederek kendisine yer edinmiş bir taraf. Öyle ki Avrupa kıyılarından içeri kaçabilen ve canlarını kurtarmış olan halk yeniden Orta Çağ’a dönmüş gibidir; teknolojiden uzak, neredeyse ilkel bir hayata mahkum bırakılmıştır. Hükümet, aynı zamanda kendi içinde çıkar çatışmaları yaşamaktadır. Yine de karşı olduğu nefret ettiği Teşkilat konusunda tüm birimleri hemfikirdir.

Çete ise yer yer Hükümet ile ortaklaşa çalışmakta, aslında ise ayrı bir güçtür.

Tüm bunları yakından tanımaya ise Teşkilat’ın önemli isimlerinden birinin koruması altında olan, bir polo oyuncusu olmasıyla tanınan Charles Orsino’nun gittiği bir tiyatroda kendi korumaları arasına sızmış Hükümet’in adamı tarafından saldırıya uğramasıdır. Saldırıyı yara almadan atlatan Orsino, Teşkilat’ın verdiği karar doğrultusunda Hükümet’in içine sızması için yetiştirilmeye, daha doğru beyni bu doğrultuda yeniden düzenlenmeye başlanır. Amaç, kendilerini yıkmaya niyetlenen ve bulundukları düzeni kaptırmayı asla istemedikleri Hükümet’in iç yapısını anlamak ve aslında onu içten yıkabilmek için nelere gerektiğini gözlemlemektir.

Psikoloji konusunda isim yapmış bir aileden gelen Lee Falcaro ile yeni kimliğini kazanması doğrultusunda çalışmaya başlar ve bir süre sonra Max Wyman karakteri olarak karşımıza çıkar. Ayyaştır, berduştur, zira diğer benliği tamamen silinmiştir. Artık Hükümet’in arasına sızmayı beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktur.

Kutuplar arası çekişmeler, bir düzeni alt etmeye kararlı tarafların bakışından her oluşumun görünüşü bir çok ahlaki irdeleme ile beraber okuyucuya sunuluyor. 

Kendisini hızla okutan bir kitap. Sürekli bir aksiyon içinde kalıyor okuyucu. Benim okumam bir gün sürdü ve bittiğinde yine bir film izlemiş gibiydim. Tasvirler; bir yanda Teşkilat’ın ya da Hükümet’in teknolojisi, diğer yanda İrlanda’nın iç kesimlerinde ilkel dönemleri yeniden yaşmaya başlamış halkın teknolojisi öyle güzel tasvir edilmiş ki, bir film izliyor hissine kapılmanız normal kaçıyor.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Karin Alvtegen "İhanet"


Karin Alvtegen adını İskandinav polisiye yazarlarını merak edip araştırdığımda duymuştum. Henning Mankell, Jo Nesbo ve Steig Larsson gibi sevdiğim üç isim haricinde kimler var merak etmiştim.

Yakın zamanda da kitabına denk gelince hemen aldım; “İhanet”.

Kitabın arka kapak yazısında her ne kadar polisiye – gerilim olarak belirtilse de bir kere alışık olduğunuz polisiye – gerilim tanımından biraz uzaklaşmanız gerekecek. Zira, son zamanlarda okuduğum, yine aynı topraklardan çıkma bir yazar olan Camilla Lackberg’in polisiye anlayışından (örnek vermek için söylüyorum) uzak. Evet, İhanet’te bir polisiye durum var zira ortada bir “suç”, aslında bir cinayet var. Gerilim var, çünkü kitabı size hızla okutan şey o gerilimin bizzat kendisi. Okurken gerçekten o gerilimi hissediyorsunuz. Bu gerilim, kitaba adını veren ihanetin nasıl sonlanacağı ya da tarafların birbiri arasında yaratılan ve çok güzel biçimde irdelenen psikolojik gerilim olarak sunulduğu gibi, bir suçun işlendiği sırada doğan gerilim de var.

Yazar hakkında internette okuduğum bazı yazılarda Henning Mankell ile inceden bir kıyas yapıldığı izlenimine kapıldım ama açıkça belirteyim, hayır, bence alakaları yok. Ama bu diğerini iyi ya da diğerini kötü yapmaz. Yalnızca bence tarzları çok farklı. Bunun altını özellikle bir Henning Mankell hayranı olarak söylüyorum.

İhanet’in konusundan çok kısa bahsedeyim. Henrik ve Eva on beş yıldır beraber olan, sekiz yıllık evli olan, altı yaşında bir oğulları olan bir çifttir. Ancak kitabın başında gördüğümüz üzere Henrik, Eva’yı çocuklarının öğretmeni Linda ile aldatmaktadır. Eva bunu öğrendiğinde alt üst olur, daha doğrusu keşfettiğinde. Öyle bir çarpar ki bu gerçek onu, karşısına çıkıp bağırığ çağırmaktansa tam bir “intikam” planı içine girer. (Sonunu ise asla tahmin edemeyecektir yaptığı şeylerin). Zira bu ihanet, kocasını aslına hiç tanımadığını göstermiştir ona. Güvendiği insanın aslında güvenilir olmadığının ortaya çıkması.

Diğer yanda ise Jonas adlı, 26 yaşında, komadaki sevgilisinin başucunda bekleyen, takıntılı bir genç var. İki yıl beş aydır komadaki sevgilisinin uyanmasını bekleyen Jonas, geçmişinde büyük bir ihanet hikayesi barındıran bir genç. Sanıyorum bu yüzden kendisine güvenli alan oluşturmaya yönelik çabaları var, takıntılarının doğuşu ise yine geçmişindeki bu acıya dayanıyor. Yazar burada mükemmel bir obsesif – kampülsif tablosu çiziyor. Öyle ki Jonas’ın çektiği çileyi, kolunu ikinci kere kapıya değdirerek “ilkinin izini silme” çabasında, sayılarında öyle bir görüyorsunuz ki, eğer benzer bir durumla daha önce karşılaşmışsanız, yani yaşamışsanız, üzerinize çöken bir “ağırlığı” hissetmemeniz mümkün değil.

Sadece kitabın girişinden bahsettim. Süprizleri bozmak istemiyorum. Karşınıza öyle garip durumlar çıkacak ki, soğuk iklimin soğuk insanlarının yeri gelecek kan donduran soğukkanlığının satırların arasına dalıp siz bozmak isteyecekseniz.

Bazen çoğu şeyin yüzeye çıkması ve açık açık konuşulması ihtiyacı okuyucuya hissettirilirken, olan bitenin hala “karşılıklı olarak bilmezlikten gelme” şeklinde kalmasıyla okuyucu üzerinde yaratılan gerilim ayrıca takdire şayan. Sonunda her şeyin bir havai fişek gibi patlayacağından emin halde okumaya devam ederken, neredeyse her bir bölümde yeni bir şey ortaya çıkararak da sıkıcılıktan uzak, insanı gerçekten meraklandıran ve evet, geren bir tablo yaratıyor.

İnsanın kendi hayatı etrafında güvenli bir sınır çizmek ve içinde yaşamak istemesinin doğallığı, bir ihtiyaç oluşu ve tüm bunların aniden yıkılması, aslında çürük olduğunu farketmesi durumunda içine düşeceği umutsuzluk, sinir, gerginlik ve mutsuzluk İhanet’in içinde.

Bilinen gerçeği kendi saklayıp, intikam planlarını uygulamaya koyan bir kadının gerçeği ne zaman haykıracağı beklentisinin yarattığı -yine- gerilim.

Kitapta, olan biteni tek bir kişinin gözünden görmüyor okuyucu ayrıca. Olan bitenin farklı tarafları n iç sesleri eşliğinde işlendiği farkı bölümler de var, kırılm noktalarında özellikle. Bu da her iki taraf arasındaki (ki bu iki taraf aslında kitap boyunca Eva ve Henrik'ten farklı olarak, ayrıca hikayede bulunan diğer karakter Jonas'ın da gözünden kendi yaşadıkları veriliyor) uçurumlar bu iç seslerin yansımalarında daha da anlaşılıyor. Ortaya çıkan portreler o kadar etkileyici ki; biten ve iki tarafın da birbirini neredeyse tanımaz hale gelmiş bir evliliğin iki taraflı gözlemi, ya da hasta sevgilisi başında takıntılarıyla yaşayan bir adamın, geçmişinin ağır yükünün doğurduğu tüm sonuçların delice halleri. 

Güzel bir polisiye – gerilim, ama alışık olmadığınız tarzda ve evet, biraz soğuklukta. Yine de bu okurken satırdan satıra koşarken kalbinizin hızla çarpmayacağı anlamına gelmiyor. İnsanların muhafaza edebildikleri sükunetleri ve sinsice planları sizi sürekli o kalbi hızla atar vaziyette tutmaya devam ediyor çünkü.

D&R'da Can Yayınları


Twitter'da bahsetmiştim, D&R'da Can Yayınları'nın bazı kitapları sabit fiyat, 5 TL'den satılıyor bugünlerde.
Üstelik aralarında 2012 basımı kitaplar da var, ilk aklıma gelen "Markiz" mesela.
İş yerim dolayısıyla Kanyon D&R çok yakın olduğundan, öğle araları gezmek için genelde oraya gidiyorum, hem kitaplara bakıyorum hem de kendimi tutamadığım zamanlarda kitap alıyorum.
E bu indirimi de kaçırmayım dedim. İki gün önce gittiğimde iki kitap almıştım ama bugün yine gidip belki yeni bir şeyler eklemişler diye bakmak istedim. Eklemişler. İki kitap daha aldım.
Aldıklarımı yazayım dedim.
  • İhanet - Karin Alvtegen (Bu yazarı İskandinav polisiyelerini araştırırken görmüştüm ilk, D&R'da da görünce kaçırmadım aldım hemen)
  • Yitirilen - Karin Alvtegen
  • Huckleberry Finn'in Serüvenleri - Mark Twain
  • Sayfiyede - Anton Çehov
Şimdilik bu kadar. Yarın da gitmem umarım, umarım. 

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Dünyanın Geri Kalanı Vs Ben II


Dünyanın geri kalanıyla kendimi karşılaştırdığım lüzumsuz yazılardan birine daha hoşgeldiniz. Bitstrips'deki "ben" eşliğinde.
Canım sıkıldıkça bunlardan eklemeyi planlıyorum blog'a. Bakalım tahammül sınırlarınızı ne kadar zorlayacağım.
  • Akıllı telefon kullanmıyorum. Kesinlikle henüz ihtiyaç duymadım. Ayrıca anormal pahalı buluyorum. Hayatımda gidip de bir telefona 1000 TL falan vereceğimi de asla düşünmüyorum. Aynı paraya gider kitap alırım, emin olun.
  • Evimde internet yok. 
  • İnternetten dizi, film vs izlemiyorum tabi evde internet olmadığı için. Üniversitedeyken lazım oluyordu ve internet bağlantım vardı ama o zamanlarda da izlemiyordum. 
  • Yani film izleyeceksem gidip DVDsini alıyorum.
  • Son zamanlarda "2 saat film izlemektense 2 saat daha fazla kitap okumayı" tercih ettiğimden pek film izlemiyorum aylardır.
  • Dizi izliyorum, onu da e2'den takip ediyorum. Workaholics bu yılki favorim. 
  • Eskiden ise deli gibi Mad Men izlerdim. İlk sezonunu 10 kere falan izlemiş olabilirim. Reklamcılık adına, yani bir reklam ajansında neler olur adına okulda öğrenmediğim her şeyi o diziden öğrendim!
  • It's Always Sunny In Philadelphia severim.
  • Conan'a bayılırım. Conan'ın yeri ayrı, ama Deon Cole süper zeki bir zat bence.
  • Bu yıl okumadığım Hermann Hesse, Jane Austen kitabı kalmasın diyorum.
Bu kadar şimdilik. Bir başka lüzumsuz paylaşımda görüşmek üzere. 

Kitap Önerileri (Mayıs 2013)


Bu ay da biraz gecikmeli olarak, kitap önerilerimi sıralıyorum. Ağırlıklı olarak son okuduğum kitaplardan bir liste olacak aslında.
  1. Hınç (Mühendislik Üçlemesi, I. Kitap) - K. J. Parker
  2. Ragnarök: Tanrıların Alacakaranlığı - A. S. Byatt
  3. Bizim Hazin Evrenimiz - Scarlett Thomas
  4. Nazi Almanyası'nın Gizli Tarihi - Turgut Gürsan
  5. Franny Ve Zooey - J. D. Salinger

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Scarlett Thomas "Mr. Why'ın Sonu"


Mr. Why’ın Sonu hakkında sanırım yazamayacağım. Çünkü o kadar beğendim ki, okumaya başladığım gün ve bitirdiğim gün arasında geçen iki gece boyunca uyuyamadım ve uyanık olduğum tüm zamanı kitabı düşünerek geçirdim. Abartmıyorum. Scarlett Thomas’ın çağımızın en büyük düşünürlerinden biri olduğu kanaatindeyim. Aynı zamanda büyük bir yazar.

Bilmek yetmez, bilmenin ötesine geçtiği an, yazarın satırlarında neyi ne kadar bildiğini sırıtmadan hikaye içine koyabilmesidir bence.

Bu yüzden çok şey bilen Scarlett Thomas, bir yandan sorunlu bir aile içinde büyüyen bir kadından (kitabın kahramanı Ariel Manto oluyor kendisi) bahsederken de, kuarklardan bahsederken de aynı anlatım içinde kalıyor. Aynı sürükleyicilik. Sırıtan tek bir satır bile yok. Boşa harcanan ya da fazlalık yapan tek bir kelime bile yok. Ve her şey öyle akıcı bir anlatım içinde ki, size yabancı gelen kelime, kavram, isim her ne varsa sizinle arasındaki mesafeyi kısaltıyor, tanışmışsınız gibi ilerletiyor satırları.

Bir dahi olduğunu düşünüyorum.

Belki abartı gelecek ama tek düşündüğüm bu. Bu kadın bence bir dahi.

Baş kahramanımız Ariel Manto. Bir doktora öğrencisi. Ariel doktorasına başlayana kadar geçen sürede ve doktorası boyunca ise bir dergiye aylık olarak yazılar yazıyor, geçmini böyle sağlıyor. Doktora yapmaya karar vermesi ise bölümdeki profesörün Lumas adlı bir yazar üzerine yaptığı dört kişiden fazla katılımın olmadığı konferansa gitmesi ve sonucunda tanışmaları (aslında yazarın Mr.Why’ın Sonu eseri üzerine bu konferans). Lumas hakkında çok kimsenin fikri yok, çoğu kimse duymamış bile. Ancak Ariel Manto hem Lumas’dan hem de Mr. Why’ın Sonu’ndan haberdar olması profesör Burlem’in dikkatini çekiyor, Ariel’in ilgilendiği “düşünsel deneyimler” ilgisini çekiyor ve ona üniversitenin kapılarını açıyor.

Bir kitabın lanetli olduğunu bile bile onu okur musun?

Burlem ile konferansın ardından konuşurken her ikisi de bu soruya “evet” cevabını veriyor ve belki de bu cevap beklediklerinden çok daha fazlasına mal oluyor.

Bir süre sonra Burlem kayboluyor.

İşte bu kadar. Buraya kadar anlattıklarım kitabın girişinden bir kaç nokta aslında. Kitap, hikaye aslında Burlem’in kaybolmasının ardından neredeyse bir yıl geçtikten sonra başlıyor.

Çünkü tek kopyası olan o kitabı, üniversitenin bir bölümünün çökmesiyle beraber tatile girmesinin ardından, eve gidiş yolunu değiştirdiği bir anda, karşısına çıkan sahafta tüm parasını vermek suretiyle ediniyor.

Mr. Why’ın Sonu artık Ariel Manto’nun eline geçiyor ve hikaye başlıyor.

Lanetli olduğunu bile bile onu okur musun?

Scarlett Thomas, Bizim Hazin Evrenimiz’de beni adeta çarpmıştı. Orada da görülebileceği üzere yazarın popüler bilim, fizik, felsefe alanında geniş bir bilgi birikimi ve bu konular üzerine söyleyecek çok şeyi var. Ancak konulara yaklaşımı Bizim Hazin Evrenimiz’den daha farklı Mr. Why’ın sonunda.

En ufak bir ipucu verip kitabı mahvetmekten korkuyorum çünkü aynısı bana yapılsa sanırım sinirden delirirdim. Kitabın devamına dair tek bir kelime etmeyi istemiyorum. Ama onun yerine eklemek istediğim bir kaç nokta var.

Scarlett Thomas, röportajlarından okuduğum kadarıyla sıkı bir bilim kurgu okuyucusu. İlk gençlik yıllarından itibaren. Bu yüzden satır araların H. G. Wells adı görmeniz ya da Wells’in anlatıma yakın noktalar bulabilmeniz olası (bunu özellikle kitap içindeki kitaptaki bölümleri kastederek söylüyorum).

Kitapta, Ariel dolayısıyla hikaye içinde işlenen “düşünsel deneyimler” ise akış içinde maddenin yapısından tutun, düşünce ve bilincin yapısına kadar bir çok şeyin sorgulanmasına uzanan bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Teorik fizik benim de ilgimi çektiğinden (özellikle yirmili yaşlarımın başlarında ders çalışır gibi teorik fizik üzerine okumalar yaptığımdan olsa gerek) kitabın neredeyse her bir satırı beni ayrıca etkiledi.

Dil, dilin biçimi, oluşumu, algı, edebiyat, yapısökümcülük ele alınan konulardan bazıları. Keza zaman ve zamanın oluşumu, genel olarak zaman kavramı da kitapta uzun uzadıya ve büyük bir merak içerecek şekilde sorgulanan, yer verilen konulardan biri. Özellikle sıklıkla Jacques Derrida, Martin Heidegger gibi felsefenin ve varlık sorgusunun önemli isimleri de kitapta Ariel vasıtasıyla geniş yer tutuyor. Öylesine ilgi çekici ki, kendinizi "neden" diye sorgulayıp eksik hissedeceğiniz bir noktaya da gelebilirsiniz.

Ariel Manto karakteri hakkında eklemek istediğim kısa bir not var; Bizim Hazin Evrenimiz’deki Meg (anlatıcı karakter aynı zamanda, tıpkı burada anlatıcının Ariel olması gibi) karakteri ile Ariel arasında o kadar yakınlık var ki, sanki Meg’in başından geçenleri okuyormuşum gibi geldi bazen (Bizim Hazin Evrenimiz’i geçen yaz okumuştum çünkü). Özellikle ailenin genel durumu ya da ilişkiler karmaşası ya da parasızlık, ısınma, rutubet, arabaya benzin alma sorunu, kahve... Bana o kadar yakın geldi ki, çünkü daha önceden tanıştığım ve bayıldığım bir karakterle yeniden karşılaşmış gibi sevindim.

Kitap beni çarptı. Gerçekten. Yeniden fiziğe dönmeye karar verdim. Önceki kitabı da hayatımda bir şeyleri değiştirmişti, bu da değiştirdi. Bu başıma sık gelen bir şey değil. Sanırım yazarın dahi olmasından kaynaklı.

Not: Evet, bu yazıya da belki daha sonra bir şeyler ekleyebilirim.

J. D. Salinger "Franny Ve Zooey"


Salinger’ın en zor alıştığım kitabı oldu Franny Ve Zooey. Öyle ki, yüz elli sayfa kadar olan kitaba alışmam için ilk yüz sayfanın geçmesi gerekti.

Yazısını yazmak da galiba daha zor olacak.

Yirmi yaşında, etrafındaki herkesin “ego”sundan bıkmış, okuduğu bölümdeki hocalardan, öğrencilerden, herkesin herşeyi bir “akademik çerçeve” içinde sunmasından bıkmış, genel olarak insanların içinde bulunduğu “ben şöyleyim, ben böyleyim” ve çok bilmiş “o öyledir, bu böyledir” yorumlarından tiksinme safhasına gelmiş Franny, erkek arkadaşı ile buluştuğunda bir patlama noktası yaşar ve sanki nefret ettiği herşeyin vücut bulmuş hali gibi görünen erkek arkadaşına yüklenir, yüklenir... Fakat gecenin sonunda baygındır; erkek arkadaşı tarafından evine gönderilir ve Franny’nin “çilesi” evde devam etmeye başlar.

Bu süreç içinde, erkek arkadaşına da anlattığı gibi bir “İsa Duası”na kafayı takmıştır diyebiliriz. Sürekli aynı duayı ederek, sonunda insanın bunu bir parçası haline getirebileceğine dair bu duayı ve yöntemi, ailenin üzerinde bir hayalet gibi hala etki göstermeye devam eden büyük abisi Seymour’un odasından aşırdığı bir kitapta okumuştur. Bu yöntemi ve duayı anlatarak gezen bir hacının öyküsünün anlatıldığı kitap, Franny Ve Zooey boyunca da hikayenin içinde var olmaya, hatta neresinden bakarsanız hikayenin bir iskeleti olmaya devam ediyor.

Zooey ise, kendi tabiriyle Franny gibi ailenin “ucubelerinden” diğeridir. Yirmi beş yaşında, oyunculuk yapan Zooey, Franny’nin durumuna bir müdahale olsun, onu düzeltebilsin ya da en azından derdini anlayabilsin diye annesi tarafından, eve geldiğinden beri duasını mırıldanarak salonda kah uyuyan kah uyanık olan Franny’nin yanına gönderir.

Hikaye de aslında burada başlıyor. yani tüm kitap boyunca bundan sonra geçen süre bir ya da iki saatlik bir bölüm. İki kardeşin, başta ailelerini, daha sonra kardeşlerinin kendileri üzerinde olan etkilerini ve daha sonra da ağırlıklı olarak Zooey’nin Franny’yi sorgulaması/yorumlaması üzerinden ilerliyor.

Zooey’nin Franny’yi diğer kardeşlerinden daha farklı bir şekilde oldukları konusunda artık ikna mı dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama ben ikna diyorum, ikna çabası, ailenin sanırım en çok özlenen ve bu iki kardeşin gözünde ayrı bir yeri olan Seymour’dan sıkça bahsederek içinde olduğu ruh halini en azından çözümleyerek onu kurtarma çabası, en sonunda bir “oyun” ile Franny’yi “aydınlanmaya/uyanmaya/bulmaya” götürüyor. Bunun oluşmasına kadar geçen süre boyunca odada bolca sigara içiliyor, bolca Franny gözyaşı dökülüyor ve kedi Bloomberg bolca seviliyor.

Diğer kardeşlerden ayrışan, birbirlerini daha iyi tanıyan ve bu yüzden herhangi bir şeyden daha çok birbirlerine iyi gelen iki kardeş Franny ve Zooey. İnsanlardan bunalmışlığının Zooey gözünde çözümlenmesi ve aslında yanlış bir temelde, yanlış bir tepki ile bunu ortaya koyması yüzünden Franny’yi eleştirmesi ve bunu yaptığı noktalar, sert olduğu kadar bence kitabın beni en çok etkileyen noktalarıydı. Zaman zaman Franny gibi düşünmüştür herkes, herkese aynı şeyler yüklenmiştir ve bir kaçış için sığınacak “bir şey”, herhangib bir şey aramıştır sanıyorum herkes. İşte bunu yapış tarzındaki aksaklıkları ortaya döküyor Zooey. Bir dua ile aydınlamaya gitmeye çalışıyor, ama Bessie’nin (anneleri) getirdiği, onun için, yapabileceği en iyi şey olan tavuk çorbasının bile kıymetini bilmiyor olmakla suçladığı kardeşini, kutsal olanı ararken, aslında kutsal olan, çevresindeki şeyleri farketmediğini gözüne sokmaya çalışıyor.

Kitap boyunca aile çocuklarının geçmişteki katıldıkları “dahi çocuklar” radyo programının, Seymour’un intiharının ve Bobby’nin inzivasının etkilerini de İsa Duası gibi sıklıkla hissetmek mümkün.

Dediğim gibi, kitaba alışmam kitabın sonlarını buldu. Ancak genelde Salinger okuyan biri iseniz yine de yadırgamayacağınız bir dil var anlatımda.

Yazısını yazmam ise daha zor oldu. Belki bu yazıyı bir zamanda, belki yakın bir zamanda güncellerim. Üzerine düşündükçe yazacak daha çok şeyim olduğunu düşünüyorum.