22 Mayıs 2013 Çarşamba

Tiffany'de Kahvaltı


Tiffany’de Kahvaltı belki sizin de aklınıza hemen Audrey Hepburn’ü getiriyordur. Neredeyse ikonlaşan inceileri, sigarasını tutuşu, hali tavrı ve o klasik pozu ile üstelik.

Daha önceden filmini izlemiştim, yine de kitabını da okumak istedim. Kitap, filmin yarattığı etkiden eksik ya da fazla bir şey yaratmadı açıkça söylemek gerekirse, tek ekleyebileceğim küçük detaylardan bazılarının filmde kendisine yer bulamamış olmasıydı.

İzlemek ne kadar “akıcı” ise okumak da öyleydi.

Holly Golightly’nin yaşamı, hayatındaki erkekler, arkadaşları, kedisi, tavırları, yanlışları, özlemleri ve en başında sırları ile komşusu olan, bizim de anlatıcımız olan yazar tarafından aktarılıyor kitapta. Kendisi hafiften Holly’ye aşık, ancak bunun bir getirisi olup olmadığını kitapta göreceksiniz, ya da zaten hatırlıyorsunuzdur.

1940’larda geçen hikayede insanı, en azından beni çarpacak pek bir şey yok. Geçirdiği hayatı neresinden bakarsam bakayım aşırı sıkıcı bulduğum Holly’nin etrafında fır fır dönenler de tıpkı kendisi kadar yüzeysel geliyor bana. Ardından gelen sırlarının yarattığı gizem ve kalbinde saklı kalan Fred unsuru – kardeş özlemi ve ardından kardeşinin kaybıyla gelen duygular- haricinde hikayesinde okurken göze çarpan pek bir nokta yok. Yine de yerin dibine sokmuş olmak istemiyorum, zaten öyle olduğunu düşünmüyorum ve bunu amaçlamıyorum. Kendisine bir yer bulamamış, ruhunu, bedenini bir yere koyamamış, bir arayış içindeki genç bir çocuktan, bir kadından bahsediyoruz nihayetinde. Holly kitapta on dokuz yaşında çıkıyor karşımıza zira.

Kendine bir yer bulamama, sahiplenemem durumu belki evindeki halinden de okuyucuya belli oluyordur: kendisinin eşyalarının her biri bir yerde, bir yerleşmemişlik ve her an kalkıp gitmeye hazır olan valizler gibi detaylar Holly’nin kendi olacağı yeri henüz bulamamış olduğunun göstergelerinden. Sahip olduğu ve kaybetmekten korktuğu tek şeyin de bir kedi üzerinde somutlaşması, daha doğrusu aidiyet ve sahiplenme duygularının bir kedi üzerinde patlak vermesi de hikayenin sonuna doğru kendisine dair fazlasıyla içten, bir çözülme, kendini koyveriş gibi. İnceden hüzünlü, hatta acıklı geldi bana nedense.

Bir çırpıda okunabilecek bir kitap. İnce de zaten, filmi izlememiş olanlara da aslında tipik olduğu gibi, ben de önce kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. 

Hiç yorum yok: