17 Nisan 2012 Salı

A Dangerous Method (2011)

David Cronenberg’in Eastern Promies ve A History Of Vilolence’ının yarattığı histen farklı gelen yeni son filmi A Dangerous Method, şu an Cronenberg’in benim gözümde en iyi filmi olarak yerini aldı. Aynı gün içinde, Shame’in ardından bir Michael Fassbender (Carl Jung olarak karşımıza çıkmakta) oyunculuğuna daha şahit olduğum A Dangerous Method, Viggo Mortensen’ı artık Freud olarak hatırlamama sebep olacak olan bir yapım.
Keira Knightley’nin canlandırdığı Sabina Spielrein’ın Carl Jung’ın hastası olmasıyla başlayan süreçte, Jung’ın Freud’un henüz kimse üzerinde uygulamadığı bu yöntemi Spielrein üzerinde denemesini izliyoruz; bu teknik ve Jung’ın bakışı, hastaların sorunlarını çözerken, onlara olmak istedikleri kişi olma şansı da tanımaktır. Bu yüzden, tedavi süresince Spielrein ile aralarında bir nevi meslek riski olan duygusal bir yakınlığın başlaması da, Jung’ın da aslında olmak istediği kişi olmaya başlamasını devamında getirir. Evli ve baba olmaya hazırlanan Jung’ın zamanla ideal eş kimliğinden uzaklaşmasına tanık oluruz; Spielrein artık onun metresidir.
Bu “tehlikeli metod” Jung’ın kendisini daha iyi tanımasına ve Spielrein’ın zamanla iyileşerek, psikoloji alanında eğitim almaya başlamasına sebep olacaktır. Öyle ki, Spielrein “Aryan”Jung’ın yerine, “kendisi gibi bir Yahudi olan Freud”dan bayrağı devralmaya daha da yaklaşacaktır.
Freud ve Jung arasındaki arkadaşlığın ve Jung’ın Freud’un zamanı geldiğinde bırakacağı bayrağı devralacağı mesleki mirasın ve zamanla fikir ayrılıkları yüzünden yolları ayrılar iki doktorun hikayesi de Spielrein’ın tedavi sürecinde ilerler. Jung’ın insan sezgilerine ve yer yer mistisizmi ruh bilim içinde ele alması, tamamen bilimsel gerçeklik içinde bu fikirlere yer olmadığını savunan Freud zamanla ve Spielrein ve Jung’ın arasındaki ilişkinin Freud’a yalanlarla yansıtılması gibi etkenlerin sonunda, çağının iki büyük ismi aralarındaki arkadaşlığı bitirecektir.
Son olarak, Otto Gross’un tedavisi sırasında yine bir hasta – doktor yer değişimi olacaktır; bir bağımlı olan Gross, fikirleriyle Jung’ın zihnindeki bulanıkların ardında yatan asıl isteklerin ve kimliğinin ortaya çıkmasında son rötüşları yapacaktır. 2011 yapımı, biyogfrafik bir anlatıma da sahip olan A Dangerous Method, dönemi ve psikolojinin iki büyük ismini akıp gidercesine anlatan bir dram.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Shame (2011)

Shame, nereden bakarsak bakalım acı çeken bir insanın hikayesine dayanan bir film. Ya da insanların; zira başroldeki Brandon karakteri kız kardeşi Sissy’ye duyduğu aşk yüzünden garip bir cinsel hayat ve en büyük şekillendiricisi yine bu sorun olan yapayalnız, kısmen hastalıklı bir hayat yaşamaktadır. Tıpkı kendisine aşık olduğunu anladığımız kızkardeşinin bir türlü yoluna koyamadığı, kolundaki façalardan da görebileceğimiz üzere yaşadığı zor hayat gibi.
Filmde eyleme dökülemeyen istekler yüzünden doğan sinir, iki kardeşin arasında sürekli bir gel-git yaratıyor; Brandon kardeşine evinin kapılarını açarken, aynı zamandan ondan uzak durmaya çabalıyor. Hayat kadınları ve gecelik ilişkilerle, dergi ve videolarla süren oluşturduğu hayatına, duygusal bir yakınlık hissettiği çalışma arkadaşını bir türlü dahil edememesinin ardından görüyoruz ki kız kardeşi Brandon’ın hayatını bu denli yalnız kılan o “utanç”ın en büyük sebebi.
Sürekli içinde bulunduğu utanç, eylemlerinin hemen ardından kendisini daha belirgin kılsa da, asıl kaynağının kız kardeşiyle arasındaki “şey” olduğunu anlıyoruz. Özellikle iki kardeşin kavga ettikleri sahnelerde bu utancın yarattığı pişmanlığın hareketlerine nasıl yansıdığı... Bu yüzden önce birbirlerine; ama aslında kendilerine duydukları nefret. Zira bu nefret / utanç Brandon’ı kendisini resmen daha berbat hissetmeye yönlendirirken (adeta dayak yemek için çabalaması, bir gay bara gittiğinde olanlar ve gecenin sonunda olup bitenler gibi), Sissy’yi daha acı bir yola sürüklüyor.
Steve McQueen’in gerçek bir ustalıkla ele aldığı bir konuyu, Michael Fassbender’ın yer yer John Hamm’ın psikopat hali edasıyla alıp götürdüğü Shame, 2011 yapımı en etkileyici dramlardan biri.

2 Nisan 2012 Pazartesi

The Grey (2011)

Live and die in this day... Live and die in this day... John Ottoway'ın babasının yazdığı ve duvarına astığı bir şiirin son iki satırı; bugün yaşa ve bugün öl.
Ottoway, Alaska'daki bir petrol şirketinde, çalışanların güvenliği için, etraftaki kurtları/yabani hayvanları öldürmekle görevli bir tetikçidir. Yaklaşan bir fırtına yüzünden tesisteki çalışanların nakledilmesinden bir önceki gece başlayan hikayede ise gördüğümüz bir sahne, Ottoway'in dünyanın bu ücra köşesinde neden bulunduğuna dair bir fikir elde ederiz: Ottoway ağzına tüfeğini dayar, hayatına son vermek istemektedir.
Ancak nakil sırasında uçağa binenler arasında Ottoway de vardır. Bir uçak dolusu işçi, başlarına gelecek felaketten habersiz havalanır. Fakat bir süre sonra uçak düşer; yedi sağ vardır ve sonsuzluğun içindeymişçesine, kimsenin bulamayacakları ücra bir yere çakılıp kalmışlardır. Faciadan sağ kurtulanların açlık ve barınma ihtiyacının yanında, kendilerini sürekli saldırmaya hazır bulunan kurtlardan da korumaları gerekmektedir.
The Grey'deki hikaye bu şekilde başlıyor ve ilerliyor. Yedi kişinin, ellerinde hiç bir patlayıcı silah olmadan yardım bulmak ve kendilerini savunmak zorunda oldukları yolculuğu izliyoruz.
Hikayenin ana hatları, karakterler ve dialoglar, ortada beliriveren sorunlar perdeye daha önce yansıtılmamış konular olmadığı gibi, farklı bir bakış da sunmuyor. Sürükleyicilikten yoksun olmakla suçlamak bu film için haksız bir eleştiri olur ancak temposunun sürekli yüksek olmadığı da bir gerçek. Film boyunca devam eden kurt tehdidine rağmen karakterler arasında ya da karakterlerde bir aksiyon söz konusu değil. (Tamam, yok değil ama akıcılık ve heyecandan fazla da nasiplenmemiş diyebiliriz.)
Filmde Ottoway'in öldürmekten para kazandığı kurtların, kendi hayatı için en büyük tehdide dönüşmesi, bir şekilde av ve avcının yer değiştirmesi şeklinde görülebilir. Elbette, hayatta kalmak için çaba harcayan Ottoway'in, bir gece öncesine kadar ölmek isteyen bir adam oluşu da ayrı bir tezat oluşturuyor. Ölümü kendi elinden getirmeye çalışan bir adam, ertesi gün kendi iradesi dışında karşılaştığı ölümden kurtulur ve devamında da ölüme/doğaya meydan okumaya çalışır. Artık hayatta kalmak istemektedir.
Joe Carnahan'ın 2011 yapımı filmi The Grey'de başroldeki isim Liam Nesson ise filmi izletebilen etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.