28 Ağustos 2023 Pazartesi

Rebecca Makkai "I Have Some Questions for You"

Kitabın adını, durup kitaba sormak istiyorum.... Başarılı reklam kampanyası ve mikro-blogger teörü sayesinde her yerde karşıma çıkan, üstelik sürekli de övülen bu kitapla ilgili en çok üzüldüğüm şey, bu kitabın basılı kopyaları adına israf edilen kağıtlar. 

İlk kez okuduğum bir yazar Rebecca Makkai. Anladığım kadarıyla başka romanları bu kadar başarısız değil, ona da güvenerek yayınevi bu romanı basmayı kabul etmiş olabilir. Mantıklı bir açıklama bulmaya çalışıyorum NEDEN bu roman var diye. Pskilojik gerilim, suç, korku, polisiye vb. türleri içine dâhil edilmiş ancak amaçladığı şeyin ne olduğunu anlasam da bu türlerin hiçbirinin ortalama bir örneği bile olamayacak kadar vasat bir roman. 

Uzatıldıkça uzatılmış, maksimum 100 sayfada anlatılacak bir hikayesi var oysa. Hiçbir anlamı olmayan yan öyküler, hiçbir anlamı olmayan olaylar ve özelliklerle doldurulmuş. Kimse okumadı mı cidden bu romanın basılmasından önce ya. 

Artık her yeni romanda görmekten fenalık geçirdiğim Biden/Clinton/Obama çetesi işi kimliklerle süslü karakterlerin resmen zorlayarak dâhil edildiği bir roman ayrıca. Fenalık geçiriyorum. Koyalım da daha çok okunsun, denilen kimlikler. Gerçekten yıldım.

Romanın konusunu hâla merak eden varsa; yıllar önce mezun olduğu yatılı okula (lise) bu sefer bir dönemlik hoca olarak giden anlatıcımız, yıllar önce öldürülen arkadaşının cinayetine dair cevapsız soruları yeniden deşmeye başlar. Ders verdiği öğrenci grubunun PODCAST FİKRİ ÖDEVİ nedeniyle öğrencileri, okulda işlenmiş ve tutuklanan katilin gerçekten cinayeti işlediği yönünde kesin kanıtlar olmaması nedeniyle bu konuya odaklanır. Gerçek katil kimdi, neden zamanında cinayet aceleyle örtbas edildi, gerçek katil şu an nerede, nasıl yırttı bu işten. İşte böyle klişe bir mevzu.

Podcast görmekten de fenalık geldi, podcast hazırlama dersi vermeye giden hoca ne ya, bu dünya nereye gidiyor, ne kadar saçma sapan oldu her şey. Dev bir kamala harrisçi seçim kampanyası da goodreads algoritması aracılığıyla yürütülüyor galiba.

Sıkıcılığından okunmuyor bile. Zorla okudum yine de. Tamam bitti cidden sıkıldım. Okumayın zaman israfı.

20 Ağustos 2023 Pazar

Sally Hepworth "The Soulmate"

Bu sefer de Avustralya'dayız; iyi açıldık. Sally Hepworth de ilk kez okuduğum bir yazar. Goodreads'te gezerken "The Soulmate"i görüp merak etmiştim.

Ruh eşi kavramı çok jilet üzerinde bir kavram, roman da bunu anlatıyor ama bunu bir polisiye kurguyla anlatıyor. Bir yandan ruh eşim diye tüm yükü sırtlanıp kimse ölmeye yaklaştığınızı fark etmeden hayat diye o yükü taşımaya devam edebilirsiniz; bir yandan da ruh eşiniz gerçekten ruh eşinizdir, herhalde bu da dünyada cenneti yaşamaya benzer. Onunla yaşayarak ölebilirsiniz, onsuz ölürüm sanarken aslında onsuz nasıl yaşayacağınızı düşününce hayret de edebilirsiniz. Meğer nefes sizin nefesinizmiş.

Gabe ve Pippa, uçurumun kıyısında, intihar noktası olarak bilinen bir yere çok yakın yaşamakta. Gabe, intihar etmeye gelen 7 kişiyi kararlarından vazgeçirebildiği için yerel kahraman gibi bir şey olmuş. Anlatıcımız Pippa. Hemen romanın başında, bu sefer ikna edilemeyen bir kadının uçurumdan atlayarak hayatını kaybetmesini anlatıyor Pippa. Kadının uçurumun kenarında belirmesiyle kadının yanına giden Gabe'i evin penceresinden izleyen Pippa, iki küçük kızlarını bir yandan zaptetmeye çalışırken gözü arada sırada Gabe'den evlerine dönüyor, gözünü arada kaçırması, kadının atladığı bir ana denk geliyor. Sonun başlangıcı da bu oluyor; zira son anda Pippa, kocası Gabe'in kollarının kadına uzanışında bir tuhaflık buluyor, onu tutmaya çalışmaktan ziyade itmeye çalışıyormuş gibi hissediyor. Bu şüphe, roman boyunca bizimle.

Gabe'in tanımadığını iddia ettiği kadın ise Amanda; bir diğer anlatıcımız. Bir yandan da Amanda'nın Max ile olan evliliğini okuyoruz. Gabe, kadının atlamadan önce kocasının "kendisine ihanet ettiğini öğrendiğini ve böyle yaşamak istemediğini" söylediğinden, işin buraya nasıl geldiğini Amanda'dan öğrenmeye başlıyoruz. Amanda ölü olsa da, kurgu ya, yazar onu aramızdan ayırmamış. Ölüme düştüğü andan itibaren romanın sonuna dek olaylarda izleyici konumda Amanda.

Biz bir yandan Pippa'nın, bir yandan Amanda'nın hikayesini okuyoruz, iki hikayenin nasıl ve neden kesiştiğini, Amanda'nın neden Pippa ve Gabe'in evinin önünde ölüme atladığını okuyoruz:

İkisinin de eşleri "ruh eşleri"; bu kavramı da iki çift üzerinden sorgulamak mümkün.

Bir günde okursunuz, öyle akıcı bir roman. Az karakter, zorlama olmadan kurgulanmış tesadüfler, okura çözüm için ipucu veren yazar. Finalde şoke olunsun diye bekletilen sırrı da çözmek mümkün. Beni çok şaşırtan sonu olmadı, beklentilerim gibi bitti. 

Lisa Jewell "None of This Is True"

İngiltere'den devam edeyim; okurken gerilimden sinir harbi yaşama ihtimaliniz olan bir kurgu. Bu arada Türkçe ilk yorumunu yazan ben olabilirim bu kitabın ya, bilmiyorum. Bilsem de sonuç değişmez, nasılsa kimse okumuyor. Neyse, roman diyorduk. Gerçekten psikolojik-gerilim romanı None of this is true. 

Lisa Jewell'ı da ilk kez okudum. Şu sıra bu kitabı okumayan yokmuş gibiydi instagram'da durum; popüler romanları okumam diye şoray kanunlarınız varsa siz okumak istemeyebilirsiniz, o yüzden yazının devamı da ilginizi çekmeyecektir. "Gidin buradan, beni yalnız bırakın" - Mülayim Sert. 

Aşırı kötü bir giriş oldu. Romana dönelim. Bir podcast'ten yola çıkılarak uyarlanmış bir Netflix yapımı, belgesel düşünün; onun metinlerini okuyoruz romanda yer yer. Zira uyarlamanın yapıldığı podcast, gerçek olaylara dayanıyor. Bir yandan belgeselden sahneleri okuyoruz, bir yandan podcast ilerliyor, bir yandan da bu podcast'in başlangıcına tanık oluyoruz. Şöyle; Alix Summer, iş hayatında öne çıkan kadınlara podcastinde yer veren birisi. 45. doğum gününü kutlamak için dışarı çıktığında, aynı yerde, aynı hastanede doğduklarını öğrendikleri Josie ile karşılaşıyorlar. Şaşırtıcı bir tesadüf.

Sonra Josie ile yine karşılaşıyorlar ertesi gün, sonrasında bu tesadüfler sonucu Alix, "Hi, I'm Your Birthday Twin" adlı bir podcast serisine başlıyor. Farklı bir formatta ilerleyecek yeni serisine onu "iten" aslında Josie. Manyağın önde gideni olan Josie, neredeyse görünmez bir zorbalıkla Alix'e kendi hayatını değiştirmeye karar verdiği bir dönemden geçtiğini ve hayat hikayesini, Alix'in normalde yaptığının aksine değişimden sonrasını değil, öncesini de anlatma "şansını" vererek podcast haline getirmesi önerisini yapıyor. 

Podcast için Alix'in stüdyosuna gidip gelmeye başlayan Josie, evli ve iki çocuk annesi. Eşi 72 yaşında, 21 yaşındaki kızı ise odasından çıkmıyor, online oyun oynuyor ve sadece püre haline gelmiş gıdalarla besleniyor. Josie'nin aynı evde olmalarına rağmen aylardır görmediği kızının haricinde, 16 yaşında evden kaçan bir kızı daha var. Josie'yi tanımaya başladıkça, podcastte anlattıklarını dinlemeye başladıkça Alix, karşısındaki kadının yaşadıkları karşısında şoke oluyor. En büyük sorunu içkiyi fazla kaçırınca sızan kocası olan iki küçük çocuk annesi olan Alix, zaman içinde Josie'nin hayatına "sızmaya" çalıştığını da fark ediyor. Ancak karşısında küçük yaştan itibaren yaşadığı mağduriyetleri anlatan kadına acımadan da edemediği için, Josie'yi "tepesine çıkarıyor".

Birgün Josie kayboluyor. Alix'in hayatı da dönülmez bir yere sapıyor. 

Takıntılı, hastalıklı bir ruhun, Funny Games'teki gibi neredeyse hedefinin rızasını alacak kadar sinsice ilerleyip onu ele geçirdiği, zorbalığa gönüllü bir boyun eğişi sağlamak için manyakça manipülasyonları ustaca kullandığı bir roman. Bu açıdan beğendim, okurken Alix güzel kardeşim sen salak mısın kov şunu evden, gibi çok hoş düşüncelere boğuldum. Okurken de yazarın yarattığı, gittikçe çığrından çıkacağı sinyallerini her satırda veren gerilimle boğuldum. Bunu yaratabilmesi güzel. Alix'in yer yer pasifliğini anlayamasam da.

Finalinde yazar, ortaya ucu açık bir mevzu yerleştiriyor. Ancak kitabın adı yeterince açık, kapalı olan mevzuları da böyle çözelim diye.

Tavsiyedir.

Lucy Foley "The Guest List"

Kareler ve Sayfalar mekansal kısıtlılık içeren polisiyeler özel serisi mi yapsaydım acaba. Yine Agatha Christie'nin "and there were none"ından ilham almış, yine bir ıssız adada hesapların kesildiği gerilim romanından bahsedeceğim çünkü: İlk kez okuduğum bir yazar olan Lucy Foley'den "The Guest List".

Ünlü bir blogger ve ünlü bir tv programcısı/sunucusu, evlenmek için özel günlere ev sahipliği yapan, küçük ama pahalı bir yer seçerler. Issız bir adada, evli bir çiftin işletmecisi olduğu yerde tüm konuklar toplanır. Bir kısmı da düğünden bir gün önce gelerek aynı yerde konaklar. İşte biz, bu gece de konaklayacak olanların adaya doğru gelmesiyle başlıyoruz olayları okumaya. Konuklar yavaş yavaş geliyor, her gelen konuğun hayatında bir dram olduğunu seziyoruz. Gelin ve damat tarafından az sayıda yakın arkadaştan oluşan bu ekip, birbirini önceden tanımayan birkaç kişiyi de kapsıyor, damadın yatılı okuldan manyaklıklarını geleneğe çevirdikleri bir okuldaki arkadaşlarını da. 

Genelde yatılı okul demek gerilim romanlarında bela demektir bu arada, bunu asla unutmayın. Bunu "ehehehe" diye bitirmek isterdim ama ayrıca bir cümle olarak eklemeyi seçtim.

Neyse, çok gözde, göz alıcı duran çift ve arkadaşlarından bazılarının, bir de işletmeci kadının anlatıcılar arasında olduğu romanda yer yer dışarıdan da baktığımız bölümler var; olaylar zamanda ileri geri akarak ilerliyor. Düğün pastası kesilirken birden ışıkların gitmesi, olayların kırılma noktası. Bu olayın öncesindeki farklı zaman dilimlerine, ancak yine de yalnızca hafta sonu içinde kalarak tanık oluyoruz. İçlerinden biri öldürülüyor. Kimin öldürüldüğünü de romanın başında bilmiyoruz. Zamanla açığa çıkacak olan şey ise, her konuğun öldürmek için bir nedeni olduğu.

Bir kırılma noktasına, açıklamaya her karakteri kendisinden dinledikçe daha da yaklaşıyoruz. Birçok bilinmezin hayatlarını doldurduğu karakterlerin içinde daimi bir intikam, acının hesabını sorma güdüsü var. Romanda, düğünü çevreleyen duygu bu; intikam. 

Bana fazlasıyla zorlama gelen yön ise karakterlerin nefret ettikleri ortak "şeyin" karşılarına nasıl olup da çıktığı. Ancak bu bir roman, sadece kurgularda olacak tesadüfler benzeri tesadüfler olmasa, içlerinden birinin öldüğü bu romanda katilin de cinayet nedeninin de açıklaması olmayabilirdi. 

İntikam duygusunun baskınlığı da Agatha Christie'yi çağrıştırdı. Onun da bazı romanlarında çok sert bir intikam arzusu baskındır. Her cinayet intikam için işlenmiyor onun romanlarında malum, bu nedenle intikamı işledikleri ayrıca ilgimi çeker. The Guest List'teki olayların iskeleti de karakterlerin hemen hepsine sinmiş, geçmişin yüküyle ağırlığını her daim hissettirmiş intikam duygusu.

Bir günde okunabilecek bir kurgu, özellikle bölümlerin kısalığı romanı çok akıcı hale getirmiş. Tavsiye edebileceğim bir polisiye.

17 Ağustos 2023 Perşembe

A.J. Finn "The Woman in the Window"

Yine soğuk diyar polisiyesi değil, yine psikolojik-gerilim ekli polisiye. Ve Amerikan. Gerçekten, normalde hiç ilgimi çekmeyecek bu kombinasyonlarla geçirdiğim bir Ağustos ayı oluyor, beğenerek okuyorum üstelik.

Adından direkt, Hitchcock aklınıza gelecektir. Binlerce kez yeniden kurgulanmış bir kurgunun atası olarak, yazar da sıklıkla anlatıcımız olan ana karakter üzerinden atıfta bulunuyor zaten. Evet, karşı komşu; karşı pencereden gördüğü bir şeyler, bu bir şeyler yüzünden düştüğü gerilim, korku ve yaşadıkları. Ve kapanış.

Anlatıcımız olan ana karakter, Anna Fox, romanın başında anladığımız kadarıyla agorafobik, yani açık alanlara çıkma korkusu yaşıyor. Bu nedenle yaklaşık 10 aydır evinden dışarı çıkmamış. Aynı zamanda çocuklar üzerine uzmanlaşmış bir psikiyatrist, ancak online olarak kendisiyle aynı sorunu yaşayan insanlara da anonim biçimde yardımcı olmaya çalışıyor. Anna, zamanını siyah-beyaz korku, gerilim klasiklerini izleyerek, bol bol içerek geçiriyor. Anladığımız kadarıyla ayrı yaşadıkları eşi ve kızıyla da sık sık konuşuyor, onun haricinde etrafı gözetliyor... Komşularını gizli gizli izliyor, bir pencereden gördükleri kadarıyla yaşıyormuş gibi hissetmeye çalışıyor. 

Ve klasiktir, sokağa yeni taşınan bir aile dikkatini çekiyor, ailenin önce çocuğuyla, sonra tesadüfen çocuğun annesiyle tanışıyor, uzun zamandır kiracısı, spor hocası, pskiyatristi dışında gelenin gidenin olmadığı evinde "Jane" ile bir süre eğlenceli zaman geçiriyor.

Sonrasında, pencereden bir şey görüyor; Jane'in evinde, Jane'e bir şey oluyor. Evden çıkamayan biri olarak olaylara sadece "dikizleyerek" de dahil olmuş olsa, Jane'le geçirdiği zamanın da etkisiyle kendisini bir şekilde olaylara çekilmiş halde buluyor.

Çok klasik, hatta klişe bir kurguya sahip. Anna'nın neden evden çıkmadığına dair açıklama beklenmedik olmuyor, ortada çok şaşırtacak bir şey bana göre yoktu. Kocası ve kızından neden ayrı yaşamak zorunda olduğunun açıklaması, romanın başından beri tahmin edilebilir halde olduğu için sürpriz oradan da gelmedi. Karşı evde gördüğü olayların detaylı açıklamasını elbette getiremiyor insan okurken ama sorumlunun kim olduğuna dair okura fazlasıyla ipucu veriyor. Peşinde olduğu şüphelinin kim olduğunu okur olarak tahmin etmek kolay, fazla kolay ve çabuk olmuş. Ancak finale kadar roman ortaya aleni bir açıklama sunmuyor, düğüm finalde çözülüyor yani tatsız biçimde bildiğiniz bir sonucu okumuyorsunuz. Dediğim gibi, çok klişelerle dolu olduğu için, yazar da ipucunda bonkör davrandığından beni çok şaşırtmadı.

Fakat bir günde okunuyor, sizin için tatmin edici olacak bir özellikle bunu da belirteyim. Ben yazarın yeni kitabı çıksın, onu da okurum mesela.

Greer Hendricks & Sarah Pekkanen "The Wife Between Us"

Soğuk diyar polisiyesi olmayan psikolojik-gerilim türünde bir kurguyla devam edelim. Ağustos'un başından beri bu türden okuyorum, merak eden olursa bu hayati bilgiyi paylaşmak istedim.

İki yazarı da daha önceden hiç okumamıştım, ikisinin birlikte yazdığı hiçbir romanı da okumamış oluyorum bu durumda. The Wife Between Us, farklı bölümlerde anlatıcının karakterlerden biri ya da yazarlar olduğu bölümlerden oluşuyor. Bunu başlangıçta belirtmek istedim, zira anlatıcının romandaki karakterlerden biri olan Vanessa olduğu bölümlerde, Vanessa'nın kendisini başka bir kadın için terk eden eşinin ardından yaşadığı hayatın çöküklüğünü birinci ağızdan okuyoruz. Öte yandan, eşi Richard'ın kendisini uğruna terk ettiği kadın Nellie'nin hikayesini ise yazarlar üzerinden okuyoruz, yani bizimle konuşan tek kişi Vanessa; diğer karakterlerle temas ettiğimiz bölümler ise karakterlere dışarıdan bakıyoruz.

Ayrılık sonrası, biraz takıntılı biçimde karşımıza çıkan Vanessa. Öte yandan sürekli sessiz telefonlar alan, sürekli bir korku ve gerilim içinde olduğu, takip edildiği "birinin" korkusunu hayatını New York'a taşıyıp değiştirmeye çalışsa da geride bırakmaya çalıştığı geçmişiyle birlikte peşinden getirmiş gibi duran Nellie. Bir yandan Richard'la evlenmek üzere olan, Vanessa'nın "yerine geçen"in düğününe kısa bir zaman kalmışken okuyoruz; ve bu süreç, Vanessa'nın aslında engellemek istediği bir sürece dönüşüyor.

Neden peki?

Vanessa neden Richard'ın yeniden evlenmesini istemiyor, işin içinde sadece basit bir kıskançlık mı var, yoksa başka bir şeyler mi? 

Richard kim peki, iki kadının hayatı üzerinden okuyabildiğimiz kadarıyla tanımakla kaldığımız bu adam kim...

İşte bu soruların cevaplarına yaklaşmaya başladıkça roman birden hız kazanıyor, belki yarısına kadar karakterleri tanımaya çalıştığımız romanda tempo yüksek olmasa da sonrasında çok hızlı akıyor. Mesela ben "nEEY" diyerek (aynı böyle evin içinde nEEY dediğimi düşünün) okudum, birden beklenmedik bir süreç başlıyor romanda. Biz ne okuyormuşuz meğer, diyecek bir şaşkınlık yaratıyor.

Kendisini okutan, hızlı akan, kesinlike soğuk diyar polisiyeleriyle alakası olmayan, zaten soğuk diyardan da olmayan popüler bir psikolojik-gerilim romanı. Bu tarz sevenler kesin okumuştur, benim pek düşkünü olmadığım bir tür, böyle dönem dönem alakasız tarzlarda okuyorum ama. neyse, romanı okumayana da bu yazı vesile olur belki. Romanın Türkçe baskısı varmış, ama satışta yok sanırım.

8 Ağustos 2023 Salı

Alice Feeney "Daisy Darker"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu değil bu sefer, olay yeri İngiltere: Muhteşem ve ironik bir isim ve soyisim kombinasyonuna sahip, anlatıcımız Daisy Darker'la aynı adı taşıyan roman.

Alice Feeney ilk kez okuduğum bir yazar, goodreads'te gezerken denk geldiğim popüler/çok satan polisiye ve gerilim türündeki romanlar arasında denk gelmiş, listeye almıştım. Sırayla okuyorum bu listelerden eklediklerimi.

Daisy Darker, Donnie Darko gibi bir isim olduğu için beni çekti, merak ettim. Elbette bir Donnie Darko daha beklemiyorum herhangi bir kurgudan. Darker ailesinin büyükannesinin cadılar bayramına denk gelen 80. doğum gününü kutlamak üzere bir araya gelmesiyle başlayan ve yalnızca bu buluşmayla başlayıp ertesi sabah sonlanan olayları anlatan bir roman. Tek mekanda, mekansal kısıtlılıkla sarılı geçiyor roman. Zira evin olduğu adanın karayla bağlantısı, gel-git nedeniyle sekiz saatliğine kapanıyor. Böylece hareket imkânı karakterler için neredeyse ancak evin içinden ibaret kalıyor. Bu tür romanları özellikle seven ya da sevmeyen varsa diye belirtmiş olalım; izlerken ya da okurken tek mekanda geçen kurgular bazen beni boğuyor mesela. Ancak Daisy Darker'da bu böyle olmadı.

"Bozuk bir kalp" ile doğan Daisy Darker, kalbindeki sorun nedeniyle çocukluğu boyunca birden fazla kez "ölmüştür". Kalbi durduğu her seferde yeniden hayata döndürülen Daisy Darker, yaşadığı sorun nedeniyle eve kapalı, anne ve babasının ayrılmasının ardından kaldığı yalnızlıkla birleşmiş "bozuk kalbi"nin bir daha durmaması için de aslında genellikle büyükannesi Nana'yla birlikte yaşamaktadır. İki kardeşi, yeğeni, büyükannesi, annesi, babası, büyükannesinin köpeği ve aile dışındaki tek yakınları olan arkadaşları, kutlama amacıyla evde toplanıyor. Ailenin birbirinden nefret etmeyen bireyi yok gibi; çocuğunu sevmeyen anneler, gelinini sevmeyen kaynana, eski karısını ya da kocasını sevmeyen eş, annesini ya da kızlarını ya da torununu sevmeyen baba... Daisy Darker, tüm bu nefret ağının için adeta görülmez, muhatap alınmaz bir konumda bu arada; yıllar önce yaşanan, romanın ilerlemesiyle birlikte ne olduğunu öğreneceğimiz bir olay ardından kardeşleri ve arkadaşı onunla bir daha konuşmamıştır; annesi ise "bozuk kalbi" yüzünden daima ona mesafeli ve soğuk durmuştur. Romanda kırık kalpli yalnız Daisy, sadece kardeşinin çocuğu ve büyükannesi arasında içten bir bağla kurulmuş sevgiyi hissediyor aslında. Üçü hariç, birbirinden nefret etmeyen kimse yok buluşmada. Tüm bu nefret ve gerilim içinde, Daisy Darker'ın büyükannesi, uzun yıllardır söyleyegeldiği üzere son doğumgünü olduğunu düşündüğü 80. doğum gününü kutladığı gece, aynı zamanda vasiyetini de açıklar.

Ardından çıkan minik aile içi kriz, sırlarla dolu Darker ailesindeki herkesin gerçek yüzünü, dışavurduklarından daha da yoğun biçimde yansıtacakları bir geceyi başlatır. Tek mekanda geçmesine ve hemen herkes birbirinin sürekli gözü önünde olmasına rağmen, gece yarısı içlerinden biri ölür. Kimin yazdığı belirsiz mesajlar evde belirmeye, Darker ailesinin geçmişinden kalan vhs'ler, izlenmeleri için mesajlarla birlikte evde ortaya çıkmaya başlar. Her bir mesaj, Darker ailesinin bir üyesinin içine bir bakış gibidir; tüm kiri, sırları ve kötülüğü gizemli biçimde anlatır. 

Şimdiiii. Agatha Christie'nin and then there were none'ını düşünün, onlarca kurguyu etkilemiş (hatta yüzlercedir, belki binlercedir) kurgu, yeniden Daisy Darker'da da karşımıza çıkıyor. Geçmişle hesaplaşma, intikam, sevgisizlik, yalanlar ve sırlarla örülü geçmişin yükü, çıkarcılık ve bencillikle örülü birçok hikayeyi karakterler üzerinden işleyip, Daisy Darker'ın yıllardır sakladığı sırra doğru da ilerliyor roman. Bir yandan şimdiki gizem, bir yandan da Daisy'nin sakladığı şeyin ne olduğunu merak ettiriyor. 

Soğuk diyar polisiyesi değil, sadece kendini okutan sürükleyici bir polisiye. Bir de finalde gözünüzün dolması mümkün, mendil alın yanınıza... 

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Jenny Lund Madsen "Thirty Days of Darkness"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu'nda ilk kez yer alan bir yazar Jenny Lund Madsen. Bu sıralar Amerikan ve İngiliz polisiyelerine, psikolojik gerilim türündeki romanlara da bakıyorum; bakıyorum dediğim okuyorum. Onları da Kareler ve sayfalar'ın parantez içinde "özel" yazan bir başka serisi olarak yorumlarım belki, ya da dümdüz yorumlarım, serisiz. Kemiksiz. 

Thirty Days of Darkness, Danimarkalı bir yazara sahip olsa da olayların neredeyse tamamı İzlanda'da geçtiği için etiketlere İzlanda polisiye ve Danimarka polisiyesini de ekledim. Eğer bunlar olmasa hayatında bir şeyler eksikmiş gibi hissedecek olan varsa diye. Yoktur, blog'u okuyan bile yok çünkü.

Romanın ana karakteri, "bir yudum çay içip, sonrasındaki yuduma kadar 50 sayfa karakterin düşüncelerini paylaşan" tarzda romanlar yazan Hannah. Bu benzetmeyi romanın içinde de bulabileceğiniz için, tam da işe yarayacak tanımı sunduğu için yazmak istedim. Hannah, kendi romanlarının yüksek edebi değeri olduğunu düşünen, aslında aşırı popüler olmasa da anladığım kadarıyla geniş kitlelere değil, hedeflediği kitleye ulaşabilen bir yazar. Bu durum, çılgınca satan polisiye romanlara karşı bir nefret de yaratıyor Hannah'da; polisiyeye olan önyargıyı bir polisiye roman içinde, ana karakteriyle işleme cesareti gösterdiği için tebrik ederim sayın Jenny Lund Madsen'i de. Polisiye romanların belirli bir formül çerçevesinde yazıldığı, bu nedenle yaratıcılık ve edebi değerden uzak olduğunu düşünen Hannah, bir imza gününde, hemen karşısındaki sahnede büyük bir hayran kitlesi eşliğinde röportaj vermekte olan, nefret ettiği polisiye yazarını görünce çileden çıkıyor, adamın kafasına adamın romanını atıyor ve bir geri zekalının bile bir ayda bir polisiye roman yazabileceğini söylüyor. Hannah biraz.... gergin bir insan; romanda uzun süre boyunca sevdiği ya da hoşnut olduğu herhangi bir durum görmüyoruz; hatta saçtığı nefretle yer yer komik bile bulabilirsiniz. Tadında bir gıcık olmuş Hannah. Neyse, işte bu iddiası ciddiye alınınca da kameraların önünde ettiği sözün ağırlığıyla kalıyor. Yayınevi, bir aylığına kendisine yazması için İzlanda'da kalabileceği bir yer ayarlıyor ve kafasına fırlattığı kitabın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra Hannah, polisiye yazarına olan tüm nefretiyle iddiasını kanıtlamak üzere İzlanda'ya uçuyor

Her şey, İzlanda'nın ücra bir köşesindeki eve konuk olarak gittikten bir gün sonra başlıyor; ev sahibinin yeğeni, şüpheli biçimde denizde boğulmuş olarak bulunuyor ve bir polisiye roman yazmaya çalışan Hannah, bir cinayet soruşturmasının içine düşüyor. Bunu da romanı için kullanmaya başlıyor.

Romanda en çok hoşuma giden nefret dolu Hannah ve bu nefretini sağa sola yöneltmesindeki bonkörlüğüyle karışmış kırgınlığı oldu. Bir yandan Hannah'nın yerel polis gücü olan tek polise soruşturma sırasında yardım etme önerisi eşliğinde, kafasına göre işin peşine düşmesini, diğer yandan da mekansal olarak sıkışmış ücra bir köşede, sert iklim şartları altında işlenen cinayetin herkesin üzerine nasıl bir gölge gibi düştüğünü okuyoruz. Polisiye tadını hiç kaybetmeden, sonuna kadar kendisini okutan bir roman. İpuçlarının peşinden okur da gidiyor, okura katile ve cinayete dair yavaş yavaş yoğunlaşan biçimde ipuçlarını sunuyor. Bir açıklamaya ulaşmak mümkün, finalde inanılmaz bir ters köşeyle okuru da sinir etmiyor.

Hannah'nın bencilce nefretinin, gıcıklığıyla karışmış huysuzluğunun romanda zamanla yumuşayarak gitmesine tanık olmak da güzeldi. 

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Eva Björg Ægisdóttir "You Can't See Me"

Bu seriyi çok sevdim. Kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun ayrılmaz parçası İzlanda'dan en sevdiğim üçüncü yazar sanırım. Oldukça yalın, öte yandan soğuk diyar polisiyesi tadını büyük bir yoğunlukla vermese de kesinlikle hiçbir zaman pişman etmeyen bir yazar ve seri.

Forbidden Iceland serisinin dördüncü kitabı You Can't See Me. Bu sefer serinin ana karakteri olan Elma yok, onun gelmesinden hemen önce gerçekleşmekte olan olaylar içindeyiz romanda. Finalde, Elma'nın geleceğinin haberini alıyor müstakbel eşi, ancak o zamanlar henüz haberi yok... Bizler biliyoruz... Seriyi sırayla okuyunca....

İzlanda'nın ücra bir köşesinde, Sneafellsnes'deki lava arazilerinin içinde, küçük ancak anladığım kadarıyla hayli "butik" ve "pahalı" bir otelde, İzlanda'nın en zengin ailelerinden biri olan Sneaberg ailesi bir hafta sonu için otelin tamamını kendileri için rezerve ettirmiştir. Ailenin büyükbabasının yüzüncü doğum gününü kutlamak için uzun süre sonra beraber olacak olan aile üyelerinin otele gelmeye başlamasıyla açılıyor roman. 

Anlatıcılar, bölümler arasında değişiyor. Bu nedenle farklı karakterler gözünden aileyi tanımak ya da birbirlerini görmek mümkün oluyor. Bir yandan da otel çalışanı genç bir kadın da anlatıcılar arasında; hem bir aileye kendi içlerinden bakıyoruz, hem de dışarıdan bir gözle okuyoruz. Olaya dahil olan polisler de ayrı bölümlerde soruşturmaları sırasında yazar tarafından anlatılıyor. Sürekli zamanda hareket var romanda, bir yandan en sonda, bir yandan en başta, bir yandan da ortadayız.

Bir kaybolma hikayesinin yanında bir de cinayet var, ancak kurbanın kim olduğunu uzuuuun süre bilmiyoruz. Kaybolana dair bir soruşturmaya da uzun süre girilmiyor romanda çünkü toplam iki günde geçen romanı okurken saatler ve günler arasında gidiş-dönüşler olduğu için eş zamanlı ilerlemiyor. Romanın başında, henüz hiçbir şey başlamamışken yazar birkaç sayfada sadece "birinin birini aradığı tekinsizliği" aktarıyor. Sonra, olayların başladığı güne dönüyor, tüm bu iki üç gün içinde gezip duruyoruz.

Okura çok fazla ipucunu bonkörce verse de, bazı merak unsurlarını kısa zamanda bu nedenle kaybetse de okuru kendisine çeken, son sayfaya kadar da kendisini okutan bir roman olmuş. Ancak okurken çoğu açıklamaya okur bu kadar da rahat ulaşamasaymış keşke; biraz daha kafa yorsak daha iyi olmaz mıydı.... En kapsamlı açıklamaya romanın ortalarına gelmeden bile ulaşmak mümkün. Birçok gizemi okurken çözebilmeniz mümkün; karakterlere içlerinden ya da dışlarından bakarken fazlaca ipucu bulmak mümkün. Finali insanı vuracak bir şekilde olmasa da, hatta bana biraz zorlama da gelse tatsız bir polisiye finaline sahip değil. Yine de serideki diğer romanların kurgusu yanında yazar ve okur için daha kolay buldum. 

Michael Hjorth & Hans Rosenfeldt "The Disciple"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu büyük çabalar sonucu, hava sıcaklığındaki korkunçluğa rağmen aylar sonra bula bula bu günü yazı yazmak için bularak devam ediyor. Bu cümleden sonra hiçbir insan bu blog'u okumaya yanaşmaz sanırım.

Sebastian Bergman serisinin ilk kitabı hakkında yazmıştım, merak eden blog'da saniyeler sürecek bir arama sonucu ulaşabilir. İkinci kitap, The Disciple ile devam edeyim. İlk kitaba da ölüp bitmemiştim ancak ikinci, kesinlikle okuma kararı almamda etkili olan nedenler için hiç tatmin edici sonuç vermedi. Elbette bunlar kişisel beğeni ve tercihler neticesinde şekillenen yorumlar; katili baştan beri biliyor olmamız, romanın Amerikan seri katil romanları tadında olması gibi iki başlıca özellik, benim için olumsuz noktalardı. 

Konuya gelirsek; yıllar önce hapse giren ve çıkma ihtimali olmayan seri katil Hinde'nin cinayetlerinin kopyaları yeniden gerçekleşmeye başlar. Dışarısıyla iletişimi, hatta hapishanedeki yüksek güvenlik önlemleri nedeniyle neredeyse insanlarla iletişimi oldukça kısıtlı ve denetimli olan Hinde'nin cinayetlerinin taklitlerinin yeniden, üstelik milimetrik detaylarına kadar yeniden işlenmeye başlaması bir korku doğurur. Sebastian Bergman, yıllar önce Hinde üzerine bir kitap yazdığı ve aslında hapse atılmasında da rol oynadığı için, cinayet soruşturmasına biraz da kendi çıkarlarını doğrultusunda dahil olur. Bir yandan cinayet soruşturmasını, bir yandan da Bergman'ın ilk kitaptan beri devam eden sorununu okuyoruz; yaşadığı yıkım ardından öğrendiğinde hayatını değiştiren bir gerçek olarak bir çocuğu daha olduğunu öğrenmesi, içinde olduğu bozuk ruh hali ve bunlara eşlik eden bir gerilim olarak gerçek babasının Sebastian olduğundan haberi olmayan kızıyla soruşturma nedeniyle yeniden beraber çalışmaya başlaması. 

Soruşturma ilerledikçe Bergman'ın da cinayetlere adeta çekilmek zorunda kaldığını görüyoruz. Hızlı okunan bir roman ancak çok klişelere boğulmuş. Başta dediğim gibi, Bron adlı muhteşem polisiyenin yaratıcısı olup da sonra böyle Amerikan seri katil romanlarından hallice bir roman yazmalarını anlamsız buldum. Hinde karakteri de, eski ve yeni cinayetlerin nedeni de, cinayetlerin kurgusu da çok klişe. Beni hiç çekmeyen bir tarz. Kesinlikle soğuk diyar polisiyesi olarak adlandırdığım ruh halinden ve incelikten yoksun.