30 Nisan 2014 Çarşamba

Çekiliş Sonuçlandı!

Kitap çekilişimizin sonucu belli oldu; kazanan Orkun Krcs.

Adresinizi bana Facebook (https://www.facebook.com/KarelerVeSayfalar) üzerinden iletebilirsiniz, istediğiniz zaman iletin, son tarihi falan yok :)

Katılan herkese teşekkürler.


Susan Ee "Meleğin Düşüşü"

Post apokaliptik tarzdaki romanları okumayı sevdiğimi fark etmişsinizdir. Dünyanın sonunun gelmesi, şekillerin değişmesi, anormalliğin etrafı sarması ve yaşamak için şimdikinden bile fazla çaba harcanıyor olması hoşuma giden konular.

Nedense dünyanın çığrından çıkması hoşuma gidiyor. Evet, belki rahat batıyor, diyebilirsiniz. Ya da derdin ne, diyebilirsiniz. Hatta daha ileri gidip sadist bile diyebilirsiniz ama bunların hiçbiri dünyanın mahvının satırlara yansımasının tadını bir nebze bile azaltmıyor benim için :)

İnsanların olağanüstü durumlar için neler kurguladıklarını merak ediyorum. Bunun için de romanlar birebir doğrusu.

Ve kitabımıza, Susan Ee ile beni tanıştıran kitabımıza dönelim.

Genellikle zombi, dünyayı saran bir virüs, tükenen doğal kaynaklar gibi konulara meyilli olsam da, Meleğin Düşüşü gayet hoşuma giden bir kitap oldu.

Melekler dünyaya düşse ya da melekler dünyayı istila etse? Üstelik kafanızdaki melek algısının tamamen yıkılmasına sebep olacak kadar farklı özellikleri olsa? Mesela "Melek gibi" tabirini "Şeytan gibi" ile değiştirmek gibi.

İnandığınız, alıştığınız şeylerin tam tersi. İşte post apokaliptikte beni çeken bu. Dünyaya karşı sahip olduğumuz sonsuz güven ve inancın bir anlamda tepetaklak olması ve bizlerin yapayalnız, savunmasız kalması. Bunu sunan kitapları seviyorum. 

Kahramanımız Penryn, sorunlardan bir yumak olan annesi ve engelli kardeşini yanına alarak evini terk eder ve daha güvenli bir ortama doğru yol almaya başlar. Ancak meleklerin dünyayı istilası sevgi ve huzur gibi kavramlardan uzak, sadece kaos ve felaket getirdiğinden, bu yolculuk güvenli bir yere değil, tehlikeye doğru ilerler.

Melekler kendi aralarında birbirlerini yerken, olan Penryn'nin küçük kardeşine olur ve melekler küçük çocuğu kaçırır! Artık kendi hayatlarının devalılığını sağlamak haricinde, bir de kardeşini kurtarmaya çalışacaktır Penryn. Bu sırada da karşılarına Raffe adlı kanatları sökülmüş bir melek çıkacaktır! Zira melekler yalnız insanlara karşı değil, kendilerine karşı da sanılanın aksine, yıkıma yönelik bir tavır içindedir.

Güçlü kadın karakterlerin olduğu romanlarla bu aralar sıkça karşılaşıyorum. Meleğin Düşüşü'nde de bu durum böyle. Her daim kontrolü elinde tutabilecek kadar kendine güvenen ve güçlü bir genç kız var karşımızda.

Meleğin Düşüşü oldukça akıcı bir kitap. Çevirinin de başarısı olarak gördüğüm bu durum, satırların su gibi akmasını sağlıyor.

Dex Yayınları'ndan okuduğum ilk kitaptı. Sırada "Steelheart" var ve ben kitaba başlamak için sabırsızlanıyorum. 


Bu Ay Okunanlar: Nisan 2014

Kendime inanamıyorum ama bu ay gerçekten yalnızca 3 kitap okumuşum!
Mayıs ayında daha çok okumak dileğiyle!
Sizde durum nedir?

27 Nisan 2014 Pazar

Ne Okuyorum?


Bu pazar Borges okuyorum.
Yazısı yakında blog'da olur.
Hafta sonu bitti bitiyor ama umarım iyi geçmektedir sizin için de.


26 Nisan 2014 Cumartesi

Cherie Priest "Kemik Titreten"

TADI SATIRLARIN ÖTESİNE GEÇEN BİR ZOMBİ HİKAYESİ
Zombi hikayeleri denilince aklıma ilk gelen isim George A. Romero'dur. Üstadın yeri geldiğinde insanı zombilerle empati yaptıracak kadar güçlü anlatımı ve insanın ebedi yalnızlığına göndermeler yüklediği klasikleşen tarzı, zombi hikayelerine karşı şu an sahip olduğum ilgiyi edinmemde temel oluşturan şeylerden birisidir. Bu temel üzerinde yeri geldiğinde beyaz ekranda, yeri geldiğinde - sıklıkla beyaz perdede ya da yazın alanında karşıma çıkan eserler ile de bir zombi kültürüne olan ilgim gittikçe artmakta. Ancak bunun yalnızca bana has bir özellik olduğunu düşünmüyorum.  

İnsanın "insanlıktan çıkması" üzerine hikayelere neredeyse açlık içinde bir dünya toplumuyuz. Vampire dönüşenler, zombiye dönüşenler, kurt adama dönüşenler hemen her mecrada sanat severlerin karşısına çıkıyor. Güçlü prodüksiyonlarla sunulan film ya da diziler ile aradaki bağ sağlamlaştırılırken, hikayelerin kitaplara yansıması ile doğan bu kültürün her yönden beslenmesini destekliyor. Ölümsüzlüğün ihtiyacının yanında  olabilecek tüm felaketleri insanoğlunun yaşamasını görmeyi istiyoruz. Gündelik hayatın sıkıcılığı içinde, yaşama tutunmak için olmadık şeyler peşindeyiz ve zombiler, uzaylılar açlığımızı gideriyor. Bize "farklı" bir şey sunuyor. Bilmediğimiz, içinde yaşarsak heyecan dolu bir kitabın satırlarında koşacağımız bir gerçeklik sunuyor.

KONTROLDEN ÇIKAN BİR İCAT
Kasım 2012'de dilimize kazandırılmış olan Kemik Titreten, Cherie Priest'in uzun zamandır okunmayı bekleyenler listemde yer alan bir kitaptı. Karakedi Yayınları tarafından, yayınladıkları diğer kitaplardan bir hayli farklı bir çizgiye sahip olan Kemik Titreten'i okumakta bu denli geç kalmamı ise büyük bir kayıp olarak görüyorum.

Kitabın arka kapağında, kitabı en doğru şekilde özetleyen bir yorum yer almakta. Mike Mignola'nın bu yorumunda kitabın Jules Verne ve George Romero'nun kafa kafaya vermesi sonucu oluşmuş bir eser tadında olduğu yazıyor. Kesinlikle katıldığım bir cümle olduğu için paylaşmadan edemedim. Eğer Romero'ya ilginiz varsa ve hemen herkes kadar bir Jules Verne okumuşluğunuz varsa, Kemik Titreten'i okurken bu iki ismi anmadan geçemeyeceksiniz.
Hikayemize dönersek: Kemik Titreten, Doktor Blue'nun buzu kırarak yer altındaki altınlara ulaşmayı sağlamak amacıyla yaptığı bir icat. Ancak kontrolünü kaybeden bu makine ile bir gün, 1900'lerin başlarında, Seattle kenti alt üst olur. Kentin altının üstüne gelmesi elbette yalnız bir deprem etkisi yaratmaz. Yıkımın haricinde yeraltından çıkan gazın da şehre daha büyük bir yıkım getirir; gaza maruz kalan insanlar "dönüşür", yani gazı soluyan herkes zombiye döner. Gazdan kaçabilenler ise şehrin etrafına bir duvar örer ve gazın şehre sızmasını engellemeye çalışır. Yıllar içinde yalıtılmış bir bölgeye çevrilen bu alanın dışında kalan ise tehlike ve bilinmezliktir; zombiler, tehlikeli gruplar, gazla ve zombilerle yaşamaya alışmış azınlıklar, gazdan elde edilen uyuşturucu ticaretini yapanlar duvarın öte yanında kalmıştır.

Kemik Titreten'in devamı ise felaketten 16 yıl sonra, Doktor Blue'nun eşi ve oğlunun hikayesi ile başlıyor. Oğul Ezekiel'in Hiç tanımadığı babasının anısını temize çıkarmak ve ortaya çıkan felaketteki rolünü/suçunu/suçsuzluğunu anlamak ve insanlara bunu kanıtlamak için duvarın öte tarafına gitmeye karar vermesiyle gelişen olaylar karşımıza çıkıyor. (Zira vaktinden önce test edilmesi için Ruslar'dan bir emir geldiği yönünde bir ipucu bulunursa, felaketi doğuran kararı babasının vermediği ortaya çıkacaktır). Annesi Briar ise aralarında büyük bir iletişim sorunu olan oğlunun peşinden, duvarların ötesine, tüm macera, tehlike ve bilinmezliğin kendilerini beklediği yere doğru yola koyuluyor.

Girişte belirttiğim üzere, Romero ile temellendirdiğim zombi kültürüm Kemik Titreten gibi bir kitabı bağrına basacak şekilde. Sürekli oradan buradan saldıran zombiler yerine, hikayede "dozu iyi ayarlanmış" şekilde karşımıza çıkan zombiler var. Bu da beni kitaba bağlayan şeylerden biriydi.

Tüm bu zombi hikayesinin yanında, buharlı makinelerin hikaye içindeki payı, gözünüzde canlandırdığınız karakterler ve dış görünüşleri, şehrin ve sistemin genel işleyişi, ulaşım vs gibi detaylarla karşınıza çıkan steampunk bir evren de sunuyor Kemik Titreten.

Zombi hikayelerine olan ilginiz ya da sevdiğiniz tarz doğrultusunda bir okuma keyfi yaşatacak bir kitap Kemik Titreten. Anne - oğul arasındaki iletişimsizliğin, geçmişin gölgesinde ve neredeyse suçluluğu içinde geçen bir hikayenin işlenmesi, yıkılan bir dünya devi gücün, Amerika'nın duvarlar ardında gazdan saklanarak yaşayacak kadar acizleşmesi ve bunun ezeli rakipleri, Amerika'nın klasikleşen Rusya paranoyalarına değinecek şekilde Rusya elinden çıkma ihtimalinin varlığı hikayenin zombi sınırları dışında da anlatacakları arasında. Yaratılan karakterlerin okuyucuyla doğrudan bir sıcaklık kuracak kadar içten yazılması, her birine atfedilen farklılaştırıcı özellikler ve gereksiz karakter kullanımından kaçınan yazarın başarısı ile Kemik Titreten, geç kalınmadan okunması gerekenler arasında yerine alıyor.


İyi okumalar.

20 Nisan 2014 Pazar

Ne Okuyorum?


On8 Kitap'tan geçtiğimiz hafta çıkan bir kitap Ağaçtaki. Hayatta hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını fark eden 7. sınıf öğrencisi bir çocuğun, arkadaşlarının hayatlarına sebep olduğu çatlaklar/aydınlanmalar/inkarlar ile başlıyor kitap.

Bu pazar bu kitabı okuyorum.

Siz neler okuyorsunuz?

18 Nisan 2014 Cuma

Bernhard Hennen "Ejderha Elfleri"

FANTASTİK BİR DÜNYA İHTİYACI

Edebiyattaki her bir farklı türle farklı bir kapı aralanır. Ama en farklı kapıları da, gerçek hayatta denk gelinmesi imkansız (ya da henüz bizler deneyimlemediğimiz için bize imkansız gelen) olayları, tasvirlerini okumanın ayrı bir keşif ve heyecan olduğu karakterleri anlatan türlerdeki eserlerde ortaya çıkar.

Bu türlerin başlıcaları bilim kurgu ve fantastik edebiyattır. Bilim kurgu başka bir yazıya, ilerleyen haftalara kalsın ve biz fantastik edebiyat üzerinden biraz konuşalım.

Okuyucunun, gündelik hayatı içinden kimi zaman sadece kaçmak için kullandığı bir kapıdır kitap. Bazen kaçış başka bir döneme, başka bir insanın hayatına, başka bir gündelik yaşama ya da başka bir gerçekliğe olabilir. Başka bir gerçeklikte olmak ise her okuyucu için aynı anlamı ifade etmez. Gerçekliğin, kitap içinde bilinen halinden uzaklaşması ve neredeyse, kimi zaman olabildiğince uç noktalarda gezinmesi bazı okurlar için itici bir sebep olabilir. Gerçekliğin aşınması, merak edilmeyen ya da tanıdık olmadığı için anlaşılamayan bir durumun sayfalarca anlatılacak denli canlanması okuyucuya cazip gelmiyor olabilir. Bunun tamamen olmasa da ağırlıklı olarak hayalgücü ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Eğer hayal korkmaktan korkmuyor iseniz sizin için edebiyatta sınır yoktur; havada salınan ejderhalar ya da zamanda yolculuk yapan bir bilimadamı, uzayda yolculuk yapan bir grubun uzay aracı içindeki hayatları, farklı gezegenlerdeki farklı ırklar ya da farklı ırkların, bilinmeyen bir diyardaki maceraları sizin için "imkansız olduğu için yadırganası ve dışlanası" değil, tam tersine, "etkileyici ve merak edilesi"dir.

Hayal etmekten korkmadan, yaşanmamış bir dünyanın, varolduğu "bizlerce bilinmeyen" diyarların varlığını keşfetmenin, okur için mükemmel bir tat olduğuna eminim. Nasıl ki ilk kez şahit olunan bir yıldız kayması insanı derinden etkiliyorsa, her bir kitapta keşfedilen yeni dünyalar, yeni ırklar da okuyucu için kitap okuma haricinde bir mutluluk yaratıyor.

Kendi gerçekliğinden, bir kaç dakika gözlerini kapatıp uzaklaşmaya çalışanlar için, başka bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğini merak edenler için, çok sıkıldığı günlük hayatında nefes almak için kaçacak yer arayanların sığınabileceği, tatmin olabilecekleri türlerden biri olan fantastik edebiyat ile okur, sıradanlığın sınırlarını aşma ihtiyacını da bir şekilde gideriyor. Bunu her ne kadar gözlerinin önünden akan satırlar ile yapıyor olsa da, şunu da unutmamak lazım; insanlar okudukları kitabın içinde kendilerini de görürler. Orada bir rol kaparlar ve bir bakarsınız bir elf ya da bir hobbit gözünden hikayeyi yaşıyorlar.

Ülkemizde sıkı takipçileri olan fantastik edebiyatın, özellikle Yüzüklerin Efendisi'nin sinemaya uyarlandığı dönemle beraber yükselişe geçtiğini hep beraber gördük. Bunun ardından da, belki ilk kez fantastik edebiyatla karşılaşan kitlenin, türü daha derinlemesine inceleme, okuma ihtiyacını ortaya çıkardığı, türü daha bilinir hale getirmede başlıca rol oynayan etkenlerden biri olduğu kanısındayım.

MACERA DOLU BİR DÜNYA

Ejderha Elfleri, iki kitaptan oluşan bir seri. Karşımıza çıkan dünya ise gerçek anlamda fantastik bir dünya.

Yanlışlıkla öldürdüğü bir trol yüzünden hayatı değişen Nandalee’nin hikayesi ile başlıyor kitap. Kendisini kurtaran bir topluluğun içinde, ardında bıraktığı, bırakmak zorunda kaldığı kabilesi haricinde yepyeni bir yaşam ve tanımadığı bir dünya içinde buluyor kendisini.

Ejderha elfi olabilecek kapasitede olduğuna inanılan Nandalee’nin nasıl ve neden olduğunu idrak edemeden kendisini içinde bulduğu sürecin başlaması ile karakterin hikaye içinde aldığı rolü tanımaya başlıyoruz.

Eş zamanlı olarak devam eden bir diğer hikaye ise, bir ölümsüzün ruhuna bedeninde ev sahipliği yapmaya başlayan, sıradan bir çiftçinin birden değişen hayatı bizleri karşılıyor. Artax, aralarındaki fark bir ölümlü ve bir ölümsüz olmaktan da öte olan “ruhların” ev sahipliğini yaparken, bir hükümdar olmayı başarmaya da çalışıyor. İnsani ve saf duyguların, acımasızlık karşısında kendisini savunmaya geçtiği anlar, seçenekler içinde bocalayan bir hükümdarın içine düştüğü durumlar Artax üzerinden okuyucuya sunuluyor.


Farklı topluluklar arasında artmakta olan gerilimle beraber ilerleyen hikaye, Bernhard Hennen'in temposu yüksek hali, kullanılan dilin akıcılığı ve çevirmenin başarısı ile fantastik edebiyat severler için hoş bir seçenek oluyor.

17 Nisan 2014 Perşembe

Kitap Çekilişi!


Ne zamandır kitap hediye etmek istiyordum, artık daha fazla ertelemeyim dedim.

Süpriz bir kitabı hediye ediyorum.

Katılmak için ise;
  • Blog'u takip etmeniz,
  • Blog'la ilgili minik bir yorumunuzun yer aldığı bir yorum bırakmanız yeterli.
Son katılım, Nisan ayının son günü!

Bol şans :)

Image from: http://lillysworkshop.blogspot.com.tr/2010/04/steampunk-mothers-day-gift-guide.html

13 Nisan 2014 Pazar

Ne Okuyorum?


Hafta sonuna eşlik eden kitap bu hafta Cherie Priest'ten "Kemik Titreten". Neredeyse bir yıldır okumayı planlıyordum, ancak okumaya başlayabildim.

Yazısı da pek yakında blog'da olacak elbette. Şu an kitabı yarıladım, bakalım ne zaman bitecek =)

Hava da süper, kısa bir süre daha okumaya devam edip güneşin tüm parlaklığına rağmen, erimeyi bile göze alarak dışarı çıkacağım ama.

Size iyi pazarlar!


4 Nisan 2014 Cuma

Kitaplıktan Kareler


Bu ayın kitap hasılatı. Bakalım ne kadar zamanda okuyabileceğim....
Hepsine baktıkça mutlu oluyorum ayrıca gerçekten kitapları seviyorum yahu. 

Hugh Howey "Silo"

DÜNYANIN SONUNDAN BİR KARE
Geçtiğimiz haftalarda post apokaliptik romanların okuyucuyu kendisine çekme sebepleri üzerine biraz fikir yürütmüştük. Dünyanın bildiğimiz anlamda sonunun gelmesi ve alışılmadık bir düzen içinde yaşama adapte olmaya çalışan insanlığın hikayelerinin, ne denli cezbedici şekillerde okuyucuya sunulduğuna değinmiştik.

Dünya yaşanmaz bir yer haline geldiğinde, hayatta kalan son insanların çıkış yolları neler olabilir? Zehirli bir gazın tüm dünyayı sardığı, büyük devletlerin yıkıldığı, alışılan ve güvenilen tüm gerçekliklerin yerle bir olduğu dünyada, hayatta kalmayı başarmak için insanoğlu neler deneyecek, neleri göze alabilecektir?Hayatın devamlılığı için gereken kaynakları temin etmek için nasıl bir çözüm üretecektir? En ilginci de, bilinen ve alışılan dünyanın özlemini, yaşamın merak edilen "geri kalan kısmı" ve "geçmişi" ile ilgi soruların oluşmasını nasıl önleyecektir?
Zira merak, cevap aramayı gerektirir ve saklı şeyleri uzun süre gözden uzakta tutmak merakı öldürmekten ziyade, daha da güçlendirecektir. Ulaşılmaya çalışılan cevaplardan her bir denemesinde ayrı düşen insanoğlunun sonunda yapacağı şey ise oldukça açıktır: Kendisinden saklanan her şeye ulaşabilmek ve içinden gelen merak arzusunu bastırabilmek için isyan edecektir.

İsyanın tarihi üzerine eminim çok şey söylenebilir. Hemen herkesin hayatında bir şeylere isyan ettiği, geçmişi kurcaladığı ve cevap ararken sert kayalara çarptığı dönemler olmuştur. Ancak bunu devlet yönetimi genelinde ele alırsak, manipüle edilen bir tarihin içinde yaşarken, kitaplarda sunulan ezberci tarihi ilk örnek olarak göstermek mümkün olacaktır. İktidarın istediği biçimde sunulan tarihi gerçekler, karşımıza ya susmayı ve merak etmeden yaşamayı ya da kurcalamayı daha fazla sorunun karşılığını aramayı gerektirecektir. Bunu kendi çapında yapan bir insanın saf gerçeğe ulaşmaktaki çabası ve maruz kaldığı şeyler bir yana, genelle birlikte bu araştırmasını ve gerçeği herkese ulaştırmaya çalıştığı anda başına gelenleri, en azından kendi yakın dönem siyasi tarihimizden örnekleyebiliriz diye düşünmekteyim.
Sebep ve sonuç ilişkisi sorgulandıkça bir insanın aydınlanma yaşaması kimsenin işine gelmez. Saklı gerçekleri ortaya çıkarmaya yönelik en ufak bir arzunun yok edilmesi gerekir ve bu çoğu zaman ibret olması için toplum önünde yapılabilir. Bunu yapmak için ille de bir insanı şehir merkezinde asmaya gerek yok; onlarca hapishaneyi suçsuz insanlarla doldurmak da buna bir örnek olarak gösterilebilir.

YERALTINDA BİR DÜNYA

Hugh Howey'nin sürükleyiciliğin sınırlarını zorlayan romanı Silo'da bizleri dünyanın zehirli gazlar etkisinde kalmasının ardından, yer altında oluşturulmuş bir siloda yaşamakta olan bir toplum karşılıyor. Yüzeyden ve geçmişlerinden uzak tutulan bu toplumun, kendi kuralları ve yaşam şekilleri içinde "dışarıyı merak etmek" başlı başına bir tabu ve bunu dile getirmek ise "temizlik" cezası gerektiriyor. Temizlik cezası ise, yalnız yüzeye en yakın kattaki ekrana dışarıdaki görüntüyü yansıtan kameranın, silo dışına çıkarak temizlenmesi. Yani temizlik süresince yetecek oksijen sağlayan bir kıyafet içinde yüzeye çıkmak, kamera yüzeyini temizlemek ve ardından oksijenin bitmesiyle beraber sonun gelmesi. Yani ölmek. Yani dışarıyı merak etmenin sonu ölüm.

Silo içinde yaşayan insanlar, karşımıza kendi dünyalarında yaşamaya uyum sağlamış, tabuları asla didiklemeyen ve geçmişlerine dair kendilerine sunulandan daha fazlasını merak etme güdüleri dahi törpülenmiş insanlar. Katlara göre farklı konumlarda yaşayan ve farklı işlerde çalışan bu toplum içinde elbette zaman zaman yaşanan isyanlar da olmuş. Fakat bu isyanları sorgulamak ya da konusunu açmak dahi bir cesaret gerektiriyor.

Ancak yaşanan hiç bir şey, geçmişi ve "neden" sorusuna cevap arayan silo sakinlerinden bazılarını yatıştırmaya yetmiyor.

Yazarın elindeki mükemmel konuyu işleme şekli hayranlık uyandırıcı. Yıkılan bir gücün ardından, arta kalmış bir avuç insanın kendi geleceklerini kontrol altına almaya çalışmak için uyguladıkları yöntemler takdir edilesi. Günümüz dünyasının siyasetine, devlet yönetiminde söz sahibi olan her değere yaptığı göndermeler, bariz sistem eleştirileri, silonun üreme sistemini kontrol almak için, yer altındaki bir toplumda nüfusu kontrol altına almak için kullandıkları yöntemler, ağaç yetişmediği için kağıdın anormal bir değer taşıması, gelişmiş teknolojileri ve yeraltında bitki yetiştirmek için kullandıkları yöntemler ilgi çekici. Tüm bunların yanında, eğer yeryüzünden olsalardı hayalimdeki topluma iyice yaklaşacakları şekilde sunulan eşitlik ve aşırı tüketimin önlenmesi konusu. Yemeğin, eşyaların, zamanın fazlasına değil, ihtiyaç duyulduğu kadarına sahip olan insanların yaşadığı bir toplum... Tüketim çılgınlığı adlı klişe kalıbı kullanmaktan başka çarem yok, ancak bu tüketim toplumunda en basitinden gün içinde tek bir kişinin çöpe gönderdiği onlarca kağıdı düşünmekten de kaçamadım kitabı okurken.
Eklemek istediğim bir diğer nokta ise, karakterlerde "eli bol" davranan ve her bir karakteri yarattığı amaç uğrunda var etmekten ya da yok etmekten çekinmeyen bir yazar oluşu Howey'nin. Kimi zaman gözleriniz dolarken, kimi zaman hırsınızdan kendinizi sıkabileceğiniz kadar güçlü karakterlerle karşılaşıyorsunuz.

Jules karakteri ise, her ne kadar tek bir karakter üzerinden yorum yapmaktan kaçınsam da değinmek istediğim bir karakter. Güçlü, inançlı ve azimli bir kadın karakter olan Jules'e hikaye boyunca hayranlık duymamak elde değil.

Çevirisindeki akıcılık ve başarı, hikayenin sürükleyiciliği ile Silo, son zamanlarda post apokaliptik bir hikaye arayanlar için en doğru tercihlerden biri olacaktır.


Görüşmek üzere, iyi okumalar.