20 Şubat 2013 Çarşamba

Tezer Özlü "Çocukluğun Soğuk Geceleri"

Çocukluğun Soğuk Geceleri, Tezer Özlü’nün çocukluğundan, çocukluğunun geçtiği Anadolu’dan ve nihayetinde taşındıkları İstanbul’un, bir çıkmaz sokağındaki evlerinden başlıyor. Hikayenin akışı içinde gençliğinden, kitabı tamamladığı yıla kadar geçen süre içinde hayatındaki her bir duraktan izler var. Kendi tabiriyle küçük burjuva hayatları içinde, devam ettiği Avusturya Lisesi’nde kendisi gibi olan, yine küçük burjuva hayatlar ve Katolik eğitiminin, dinin üzerinde yarattığı etki ve kendi yapısı gereği, belki de en normali olarak oluşturduğu, içten içe tepki. Böyle başlıyor; erkekleri tanımaya başlamasından, aslında insanı tanımaya başlaması, kimilerine göre erkeklere olan ihtiyacın aslında sadece nefes alan birinin sıcaklığına duyulan ihtiyacın oluşması, kendi tanıması, tanıtması, çoğunlukla tanıtması fakat anlatamaması, soğuk odalar içinde, tıpkı çocukluğunun soğukluğu yeniden karşısına çıkıyormuş gibi hastane odalarında gözlerini açması, elektroşok, kaçış, sığınma, kaçış, elektroşok.
Tezer Özlü’yü okurken istediğim tek şey olabildiğince şizofreni üzerine düşünmemekte. İnsana yapışan bir etiketi, ya da siz nasıl dersiniz bilemem, ama bir insanı tanımlarken sahip olduğu hastalığın da onunla beraber anılmasından bahsediyorum, işte o etiketi olabildiğince unutmaya çalışarak okudum. Evet, karşımıza kitabın içinde sıkça çıkıyor olması belki benim çabamı saçma kılar, ama görmek istediğim tek şey Tezer Özlü’nün Tezer Özlü olarak ne yazdığıydı. Yanlış tarafından odaklanıp, şizofren Tezer Özlü’nün ne yazdığını okumaktan kaçınmaktı asıl istediğim.
Satırlar arasında karşıma çıkan, genel olarak her bir satırında beni etkilemesi hariç, daha çok rahatsız bir ruh hali ile okuduğum satırlar ise akıl hastanesinde iken doktorların, hastane çalışanların genel tavrı, hastalarında faydalanmaya hevesli doktorların acınası varlığıydı. Koca kitaptan çıkara çıkara bunu mu çıkardın diyebilirsiniz ancak evet, koca kitapta mideme en çok kramp sokan bu satırlardı. Çocukluğuyla başlayan sürecin ardından gençliğini, ilk evliliğini, beş yıl sürecek olan hastane günlerini, ikinci evliliğini, anneliğini, eşliğini, sıkılmışlığını, bir yandan hayata devam etme isteğini, gördüklerini, unutamadıklarını, üzerine kazınanları okuyacaksınız.
Eklemek istediğim son şey ise, Tezer Özlü’nün çocukluğunda kendisine dayatılan, babasının dayattığı bir şeyler diyeyim, ya da o öyle tanımlıyor aslında, benim fikirlerime tezat oluşuydu. Keza, ileriki hayatında bir Alman okulunda ve Alman kültürü içinde, dört bir yanı rahibeler ile çevriliyken onda oluşan rahatsızlık hissinden daha fazla rahatsızlığı devlet okulunda, Türk eğitim sistemi içinde hissetmesiydi. Bu belki benim yanlış bir tespitimdir, ancak bu benim fikirlerimin oluşturduğu, kendimce haklı gördüğüm bir önyargıdan da kaynaklı olabilir.
Not: Herhangi bir din, ırk ya da bir başka değeri aşağılama, yadırgama ya da kötüleme amacı güdülmeden yazılmış bir kitap yorumu okudunuz.


18 Şubat 2013 Pazartesi

Neil Gaiman "Yokyer"

Neil Gaiman’ın sanırım en çok merak ederek okuduğum kitabı Yokyer’di.
Bunu kitabı okumaya başlamadan önce ve başladıktan sonraki kısa bir süreyi kapsayacak şekilde düşünün ama. Zira kitabı okumadan kapağına bayılmış olmam, başlı başına zaten ve sadece Neil Gaiman’ın yazmış olması gibi etkenler bir yana, kitabın başında, kahramanımız Richard’ın Aşağı Londra ile karşılaştığı ilk zamanlar bana bir diğer sevdiğim yazarın, China Mieville’in Kral Fare’sini anımsatmıştı ve Yokyer’in devamında acaba Kral Fare’yi bana çağrıştıracak başka neler olacak diye merağa kapılmıştım. Aslında benzerlikleri farklılıklarının yanında hiç kalır; yine de “hissiyat” konusunda ve “tabirler” konusunda bence benzer tadı veren kitaplar. Kral Fare’de nasıl ki Londra’nın “öteki” yüzünü görüyorsak, Yokyer’de Londra’nın “öteki” yüzü bu sefer Aşağı Londra olarak karşımızda. Elbette aynı şey değil, her iki kitapta da diğer olarak adlandırılan Londra birbirinden farklı.
Bu kadar karşılaştırma yapmaya çalışmak ve cümleler arasında boğulmak yeter, kitaba dönelim.
Richard, memleketinden Londra’ya gitmesinden bir gece önce, sarhoş kafayla karşılaştığı yaşlı bir kadından “kapılara dikkat etmesi” gerektiğini duyar. Londra’ya geldikten sonraki dört yıl boyunca da kapılara dair hiçbir şey olmaz. Bir gece nişanlısıyla önemli bir yemeğe giderken kaldırımda yatan yaralı bir kızı görene kadar, ona yardım etmek için kızı evine götürene kadar…
Artık o da Aşağı Londra ile tanışmıştır. İstemsizce olsa bile, artık onun da yolu Aşağı Londra’dan geçecektir; hatta Yukarı Londra’dan geçen yolunu özleyeceği bir süre boyunca…
Mezarlık Kitabı’ndaki gibi, ailesi katledilen bir çocuğu Yokyer’de de görüyoruz; bu sefer karakter kız ve adı da Door. Adından da çıkarılabileceği üzere Richard’ın hayatını kesen “kapılar” , Door ile bağlantılı! Door’un ardından, Aşağı Dünya’da kendisini bulan Richard, ailesinin intikamını alması yolculuğunda Door’le birlikte ilerler; yanlarında onlara eşlik eden karakterle birlikte, yolculuk boyunca karşılaştıkları farklı karakterle birlikte. Aşağı Dünya’nın acımasız karanlığı içinde, Door intikam için ilerlerken, Richard da yeniden Yukarı Londra’daki hayatına kavuşmak için ilerler.
Olayları yazmak istemiyorum; okumanın tadı kalsın.
Başka şeyler yazmak istiyorum; Neil Gaiman’ın muhteşem bir yazar olduğunu düşündüğümü yazmak istiyorum. Beşiktaş – Levent yolunu teperken, trafikte delirmemek için aklımdan satırlarını geçirme şansını bana vermesini sevdiğimi yazmak istiyorum. Bizim gibi, benim gibi zihni altı yaşında kalabilen ve Islington’ı gerçek sanabilecek, Croup ve Vandemar’dan tiksinip “yoluma çıkmasa bari” diyebilecek insanları sevindiren bir yazar olduğunu yazmak istiyorum. Gerçekliğin içinde can çekişenler için başka bir gerçek sunmasının bulunmaz fırsatlardan olduğunu yazmak istiyorum. Belki Aşağı İstanbul tepetaklak bu kentte yukarı çıkmıştır, güzel olan kısmı yerin altında kalmıştır diye düşünmek istiyorum. İstiyorum da istiyorum; yeter ki dümdüz, normal bir şeylerin olmadığı yerleri bize göstermeye devam etsin istiyorum. Yoksa umut kalmaz, tat kalmaz, bence.





8 Şubat 2013 Cuma

Önyargı Üzerine

Yaş on üç civarı, olay yeri tatile gittiğimiz Marmaris’deki (yanlış hatırlamıyorsam) D&R. Elimde Agahta Christie ile kasaya yürüdüm, sırada bekleyen yaşlıca bir adam ve onun kitaplarının ödemesini yapmak üzere beklene genç bir adam vardı. Adam yardımcısı ya da oğlu olabilirdi, bilmiyorum. Adam bana dönüp tiksinti ve aşağılamayla Agatha Christie’yi almak üzere olduğum için, kendinde nasıl bir hak gördü bilmiyorum ama, aşağılayarak baktı ve gençlerin ne kadar berbat kitaplar okuduklarından, iyi kitaplara yüz vermediklerinden bahsetti. Bunu da söylev verir bir havada yaptı ve kendisini ortamın yıldızı haline getirmek için teatral bir hava da kattı. Tam bir uyuz yani. Ben ağzımı açmadım. Keşke açsaymışım.

İşte ben o adam hakkında çok kötülük düşündüm, başına kötü şeyler gelsin istedim çünkü haksızlıktan nefret ediyorum. Yargılanmaktan da nefret ediyorum. Sana ne lan?

İşte polisiye okuyucusuna karşı oluşmuş bir önyargıya örnek vereyim dedim.

Tıpkı “sanat filmleri”(!) izleyenlerin mesela benim bir Die Hard I’i severek izlememi küçümsemesi gibi.

Okuyucu kitlesi içinde de sanki herkes aynı şeyi okuyup sevmek zorundaymış gibi, aşağılanmaya hazır okuyucu kitleleri ve türler vardır. Benim polisiye sevgim Agatha Christie ile başlamış olup, şu anda da toplam üç yazarla sınırlı olmasına karşın Agatha saplantım nedeniyle kendimi polisiye okuyucusu sayıyorum. Yüzlerce yazar hakkında fikrim olmamasına karşı. Okumak istemiyorum, döne döne aynı kitapları okurum da yine de farklı bir şey okumak için tanımadığım bir polisiye yazarını okumam. Birkaç kere Altın Kitaplar’a da güvenerek yeni isimleri tanıyayım dedim, okuyamadım, yarım kaldı kitaplar.

Eklemek istediğim bir diğer şey de; pardon da küçümsediğiniz yazar Agatha Christie, bence zor yazılan kitaplar yazıyor. Tamam bunun bir formülü var ama yaratma eylemini hangi kıstasa göre değerlendirip yerin dibine sokabiliyorsunuz a gıcıklar? Tam bir gıcık gibi davranarak diyorum ki; kolaysa siz yazın ya da kolaysa hadi yeni bir Agatha Christie çıksın?! Çıkmaz. Çıkamaz. Nasıl ki bir J. S. Bach daha çıkmayacaksa, Agatha Christie de çıkmayacak işte.

Neyse.

Polisiye ya da Agatha Christie ya da benim saçma sapan okuma saplantılarım üzerine olan bu yazıyı ne olarak adlandırsam bilemiyorum. Ama soracağım bir soru var size; önyargıyla yaklaşılan türler ya da yazarlar olduğunu düşünüyor musunuz siz de? Haksızlık edilen?

5 Şubat 2013 Salı

Excision (2012)

Ne zamandır blog’da herhangi bir film yazısı yazmamışım. Aslında uzun zamandır pek film de izlemiyorum, sapık gibi sürekli kitap okuyorum. Sosyallikten uzak durmanın en güzel yanlarından biri de her zaman okumak için zamanın olması; çalışmadığım her saati okumakla geçirebilme şansım oluyor. İyi bence.

Konuya dönelim.

Excision.

İzleyeli iki üç hafta oldu sanırım. Fakat hala filmi anımsadıkça gözlerim doluyor. Öyle bir film ki…

Filmden önce filmin tema müziğini dinlemiştim, ona da bayılmıştım. Ama film gerçekten beni mahvetti. Sonunda ağlamaktan yoruldum diyebilirim. Ağlamak derken öyle kibar kibar gözlerimden yaş gelmesi değil, baya hıçkıra tıksıra ağlamaktan, içi paralanarak ağlamaktan bahsediyorum. (Ne kadar detaya girdim kendim hakkımda, hemen toparlıyorum.)

Pauline, yapayalnız, sevgisiz bir kız. Manyak bir anne, etkisiz bir baba ve ölmek üzere olan bir kızkardeşle çevrili. Lisenin son yılında ve okuldaki herkes ondan adeta iğreniyor....En büyük hayali cerrah olmak ve bu hayali besleyen sıradışı rüyalarında kendi sorunları vücut buluyor.

Kendi umutsuzluğu içinde dışlanmış bir genç kızın, yardım çığlıkları bu kadar barizken kimsenin duymaması sonucu ne hale geldiğini görmek beni kahretti. Filmdeki olayları anlatmayacağım çünkü bunu yapmayı sevmiyorum. İzlemeniz daha mantıklı. Zaten göreceğiniz şeyleri anlatmaya gerek yok.

Excision’a dair belirtmek istediğim bir nokta ise, benim hata olduğunu düşündüğüm bir nokta. Pauline kendisinde sınır kişilik bozukluğu olduğunu söylüyor. Ancak ya bu filmde Pauline’in yanlış koyduğu bir tanı (ki eğer böyle ise bunun en azından daha net, yanlış bir tanı koyduğunun daha net vurgulanması lazımdı) ya da bir hata. Net bir hata. Naçizane bilgime biraz güvenerek Pauline’deki anormalliğin herhangi bir borderline’da pek sık görülmesi bir yana, görüleceğinden bile şüpheliyim. Özellikle filmin beni benden alan final sahnesinde gördüklerim yine bir borderline için beklenmedik bir hareket. Yani o konuda kafam karışık, filmde netleştirilmeyen bu nokta bana hata gibi göründü.

Pauline neresinden bakarsanız hata verecek kadar kötü durumda bir kız, izlerken acımadan edemiyorsunuz. Aslında acımak yerine gerçeği görmezden gelenlere kızmak ve filmin sonundaki akıl almazlığın faturasını ona kesmek bana daha mantıklı geliyor. Malum ülkemizde de devlet hastanelerindeki psikiyatri servisleri hastaya on beş dakika ayırıyor ve üstün kötü bir dinleme ile geçiştiriliyor. Eğer şansı varsa ve psikiyatriye gitmesi ihtiyacının farkındaysa, çevresinden, ailesinden dışlanma korkusu duymadan gidebiliyorsa… Diğer nokta ise özel muayenehanelerde ya da hastanelerde bu işin yarı asgari ücrete varan fiyatları; kapsamlı bir tedavi içinde milyarları gözden çıkarması gereken hastalar.

Demek istediğim grip olmak kadar normal olan ruhsal sıkıntılara bir çare aramak ve bulmak memlekette o kadar zor ki, tedavi edilmediği için, tedavi yerine hacı hocaya götürüldüğü için, umursanmadığı ya da ayıplandığı için, kendini öldürmekten tutun da cinayet işleyen tüm hastaları filmin sonunda bir an için aklınıza getireceğinizden eminim.

3 Şubat 2013 Pazar

Robert E. Howard "Almuric"

Almuric hakkında öncelikle belirtmek istediğim, benim de kitabı okumaya başladıktan sonra öğrendiğim bir bilgi olan, yazarının Conan’ı yaratan Robert E. Howard oluşu.

nasıl bir kitap beklediğini bilmiyordum ancak arka kapak yazısı o kadar cezp ediciydi ki (hatta blog’da da o yazıyı ayrıca bulabilirsiniz) okunacaklar listesinde hemen kendisini üst sıralara taşıdı.

bizi bekleyen hikaye ise, başından sonuna kadar ilginç: İşlediği suçtan ötürü ölüm cezası alacağı kesin olan Esau Cairn, bir bilim adamının önerisi üzerine, dünyaya en çok benzeyen gezegen olduğu tahmin edilen Almuric’e gönderilir. Kitapta, yolculuk anına dair geniş bir bilgi yok. Yalnızca Almuric’e yolunun nasıl düştüğünü anlatan bir bölüm okuyoruz ve sonrasında Esau Cairn’i Almuric’in yabani doğasında bir başına görüyoruz.

yaşarken güçlü ve yenilmez bir adam olan Esau Cairn, kendisini bilmediği bu yabani gezegen karşısında önce biraz güçsüz hissetse de kitabın ilk bölümlerinde göreceğiniz üzere doğaya karşı büyük bir başarı sağlayarak hayatta kalabiliyor ve uzun bir süreyi yabani doğada geçirmeyi başarıyor.

gelen bölümde ise Esau Cairn bir toplumla, daha önce görmediği türden erkeklerin ve aslında güzel kadınların olduğu bir ırkla karşılaşıyor ve zamanla bu toplumun bir parçası oluyor. Öyle ki bu toplumdan bir kadına duyduğu aşk ve kadının toplumdan kaçmaya çalışması sonucunda kendilerini başka, neredeyse saf kötülükle yoğrulmuş bir toplumun elinde esir buluyorlar. Kitabın tansiyonunun en yüksek olduğu bölümler de bence bu topluluktan kurtulma çabalarının olduğu bölümler. Okurken göreceğiniz gibi.

Almuric, bana ilk başlarda H. G. Wells’in Zaman Makinesi’ni anımsattı. Burada da yeni ve farklı bir ırk, kötülüğü temsil eden başka bir ırk gibi şeyler gördüğümden olsa gerek. Yine de bu sözüme güvenmeyin pek çünkü iki kitap da gerçekten çok farklı eserler.