8 Aralık 2013 Pazar

Kareler


İşsiz bir yazar olarak bir günümden kare paylaşayım dedim =)

5 Aralık 2013 Perşembe

Veganizm Üzerine Bir Söyleşi

Blog'da ilk kez bir röportaja yer veriyorum.

Bunu uzun zamandır düşünüyordum, hayvan yemeyi bıraktığımdan beri blog'da bu konuya değinmek istiyordum fakat fırsat çıkmasını bekliyordum.

Zülal Kalkandelen ve Can Başkent'in e-kitap olarak yayınladıkları "Veganizm: Ahlakı, Siyaseti ve Mücadelesi" adlı kitaptan haberdar olduktan sonra artık zamanı geldi diye düşündüm. 

Söyleşi tarzında olan bu kitap, aklınıza gelebilecek bir çok soru ya da soruna değiniyor. Oldukça açıklayıcı ve aydınlatıcı. Konuyla ilgilenenlere es geçmemelerini tavsiye ediyorum.

Zülal Hanım ve Can Bey'e teşekkürlerimi tekrar buradan da iletip, sizleri röportajla başbaşa bırakıyorum. 



Veganlığa geçiş süreciniz nasıl oldu, sizi buna yönlendiren bir olay, çıkış noktası neydi? 

Zülal: Benim et yemeyi bırakmamın nedeni bir şarkı. The Smiths'in "Meat is Murder" adlı şarkısı üzerimde sarsıcı bir etki yarattı. Zaten her zaman her şeyden çok müzikten etkilenen bir insandım ama o şarkı hayatı, kendimi sorgulamama yol açtı. Elbette sözlerin etkisi büyüktü. Bu nedenle Morrissey'e hep minnet duyacağım. Çevremde tek bir vejetaryen dahi yoktu, bana bu konulardan söz eden kimse yoktu. Bu aydınlanmanın ardından gelen dönemde, bir süre vejetaryen olarak devam ettim ama hayvan endüstrisinin arkasındaki gerçekleri öğrendikçe daha çok rahatsız oldum ve bir gün aniden vegan oldum. O kararı aldığımda hafiflemiştim adeta; daha önce hiç o kadar büyük bir rahatlama hissettiğimi hatırlamıyorum. 

Can: Uzun yıllar vejeteryandım, belli bir noktadan sonra pratikte vegan gibi besleniyordum. Sonrasında, peynirin vejeteryan bile olmadığını (rennet nedeniyle) öğrenince, eh artık zamanı geldi bu işin dedim ve bıraktım peyniri de. Zaten tükettiğim tek hayvansal üründü. Vejeteryanlığa geçişimse, belli bir sürelik kuluçka döneminin sonrasında aniden olmuştu; bir sabah uyandım ve karar verdim.

Hayvan yemeyi bıraktığım dönemde Philip K. Dick’ten Beyond The Lies The Wub’ı okumuştum ve etkilenmiştim. Kararımın mantıklı olduğunu pekiştirdi diyebilirin. Keza aynı dönemde sanırım Kurban Bayramı öncesiydi. Dev hayvan katliamı günleri… Aklımın almadığı kurban etme işlemi. Sizin de veganlığa geçtiğiniz dönemde kararınızı pekiştiren olaylar var mı, varsa neler sorabilir miyim? 

Zülal: O dönemde kararımı birtakım bilimsel makaleler ve videolar doğruladı. Ancak benim veganlığı seçmemde asıl etken etik olduğundan, zaten pekiştirmeye de fazla ihtiyaç duymadım. Hayvanlara uygulanan zulmün, işkencenin ne kadar yanlış ve gereksiz olduğunu gözlerim görüyor, ruhum da hissediyordu.

Can: Açıkçası, bu soruya verecek tam bir yanıtım yok. Pekiştirecek kanıt aramadım zira asıl zorluğun toplumsal baskı / mahalle baskısı olduğunun farkındaydım. Mahalle baskısı da entelektüel argümantasyonla bertaraf edilecek bir şey değil. Ama, hala sıklıkla belli başlı tıp dergilerini takip ediyorum anlayabildiğim kadarıyla (Lancet, New England Journal of Medicine). Orada müspet bir sonuç, pekiştirici bir bulgu yayınlandığında hoşuma gidiyor, kıs kıs gülüyorum.

Hayvansal ürün tüketmek ve bunun için hayvan yetiştirmesi insanlığın doğaya hükmetme arzusunun bir parçası olarak görülebilir mi sizce? 
Can: Bu maçı aslında biz insanlar çoktan aldık. Ekolojik dengeyi çok rahat bir şekilde, isteyerek ve hatta istemeyerek dilediğimiz gibi bozabiliyoruz. Bence şu anda yaptığımız, mağlubiyeti kabul etmiş rakibe faul yaparcasına çelme takmak. Yani doğaya zaten hükmediyoruz, yeri delip trenler sokuyoruz, demirden kutulara binip okyanus aşıyoruz, plastik bir makineyle aynı anda dünyanın bir ucuyla konuşuyoruz. Madem hükümdarlığımızı ilan ettik, bari azıcık insaflı olalım. Dengimize çatalım, demeye getiriyorum. Öte yandan evet, hayvansal ürünleri tüketmek, doğaya hükmetmeye çalışmanın en çiğ ve geri kalmış şeklidir. Diyorum ya, madem çok meraklısın et yemeye, dengine çat, yamyam ol.

Hayvan yemeyi bıraktığım andan itibaren hayvan yeme kavramı bende anormal bir dehşet duygusu yaratıyor. Sizin hayvan yiyen insanları gördüğünüzde aklınızda beliren ilk düşünceler neler oluyor, sorabilir miyim? 

Zülal: Bende üzüntü yaratıyor. Eti bir gıda olarak görmediğimden, tabakta ya da ekmek arasında duranın, bir zamanlar insan gibi hissedebilen, görebilen, duyabilen, yüzen, yürüyen ya da uçan, doğuran, acıyı duyumsayan bir canlının parçaları olduğunu düşünüyorum. Bir keresinde hiç istemediğim bir yemeğe neredeyse zorla götürülmüştüm. Restorana girdiğimizde masada kuzu çevriliyordu. O an yaşadığım dehşeti unutamıyorum. Elim ayağım titreyerek dışarı fırladım. Onlar yemek yerken, ben sokağa bir sandalye koyup orada sessizce oturdum. Sonra babam yanıma geldi; beni rahatlatmak için biraz konuştu. İçimde büyük bir öfke, isyan duygusu uyanmıştı. Şehir dışında çok uzak bir yer olduğundan bir taksi bulup ayrılma şansım da yoktu. Bu tarz durumlar yaşamamak için artık daha sıkı önlemler alıyorum. 

Kitapta ele alınan konulardan biri veganlardaki B vitami eksikliği. İlaçların hayvanlar üzerinde test edilmesi bağlamında, vitaminlerin hayvanlar üzerinde test edilmesi bir vegan için ne derecede sorun yaratıyor? 

Zülal: B vitamini veganlar için özel olarak hazırlanan vitaminlerle ve destek gıdalarla alınabiliyor. Eğer beslenmeniz bilinçliyse, sorun olmuyor. Ben bu konuda hiç sıkıntı çekmedim; test sonuçlarım hep iyi çıkıyor. Vitaminler hayvanlar üzerinde test ediliyor derken, herhalde vegan olmayan vitaminleri söylüyorsunuz. Çünkü benim kullandıklarım tamamen vegan ve hayvanlar üzerinde denenmeyen ürünler. Veganlar için özel vitaminler var, onları kullanmak lazım. Aksi halde elbette sorun olur.

Yine kitapta bahsettiğiniz konulardan biri yapay et ve et ürünleri. Sizinle aynı görüşü paylaşıyorum. “O tatları aramıyorum”. Ve insanların neden üç yaşındaki bir çocuğun dondurma diye tutturup ağlaması gibi et yemek için kıvranmasını anlayamıyorum. Bu durum hakkında eklemek istedikleriniz var mı? 

Can: Şımarıklık ciddi bir sorun. Bunu insanların özgürlüklerini kısıtlamadan onları nasıl engelleyeceğimiz de çok daha zor bir sorun. Param var, alan razı satan razı, deli gibi karbondioksit salan bir jiple istediğim gibi gezerim, diyen bir insanı (vergi vs. dışında) engellemenin bir yolu yok. Benzer şekilde, illa ki kebap yiyeceğim diyen insanı engelleyecek bir şey de yok bizden başka. Mutlaka bu işe gönüllü bir kasap ve kebapçı bulunacaktır. Belki bir şeyi yasaklama hakkımız yok, ancak mücadele etme hakkımız var. Mezbahalar önünde, Jeep mağazaları önünde etten duvar örmedikçe, bu işlere karışanlar utandırılmadıkça, bu durumu çözmek zor bence. Zira bu normalleştirmeyi tersine döndürmeli, et yiyenlere, yüzümüzü buruşturarak bakmaktan çekinmemeliyiz.

Kitapta değiniyorsunuz, ülkemizde veganlık ve vejetaryenlik snob bir şeymiş gibi algılanıyor ve hayvan yemeyen ya da hayvansal ürünleri tüketmeyi reddeden insanlara karşı neredeyse bir nefret var. Ben buna neresinden bakarsam bakayım mantıklı bir açıklama bulamıyorum. Bu saldırma ihtiyacının sebebi sizce ne olabilir? 

Zülal: Tamamen barışçıl bir felsefeyi savunan, durdurun bu şiddeti diyen veganlara duyulan nefret, çok tuhaf geliyor ama gerçek bu ne yazık ki. Aslında biraz düşününce bence nedeni de çok açık. İnsanların tabaklarına koyup zevkle yedikleri şeylerin ne kadar büyük bir işkence ile elde edildiğini söylüyorsunuz ve tabii onlar da "zevklerinden" mahrum olmak istemediklerinden direniyorlar. Hayvan yenilmesine karşı bir vej/veg olarak, sürekli insanların hayvanlara çektirdiği acılardan söz ediyorsunuz. Oysa onlar hayvanları bizim gördüğümüz gözle görmüyor ve anlattıklarımıza karşı "snob" deyip geçmek kolaylarına geliyor. Ayrıca hayvansal ürün tüketmeden de yaşanabildiğinin canlı kanıtı oluyorsunuz. "Madem bu şekilde de yaşanıyor, o zaman neden bu vahşet?" sorusunun tek yanıtı, "benim paşa keyfim, alışkanlıklar ve tat duygum" oluyor. İnsanların bunca yıldır tüm dünyada benimsenen hayat tarzını, alışkanlıkları değiştirmesinden söz ediyorsunuz; ki bu gerçek bir devrim. Elbette buna karşı direnme olacak, birileri rahatsız olacak, veganlardan nefret edilecek ama gün gelecek bu düzen de değişecek. İnsan köleliği ile hayvan köleliği arasında benzerlik kurulmasının nedeni de budur. Köleliğin geçerli olduğu, köle sahibi olmanın statü sembolü görüldüğü yüzyıllarda çıkıp, "kölelik insan haklarına aykırıdır!" diyenlerden de nefret edildi ama bugün kimsenin köle sahibi olma gibi bir düşüncesi yok, zaten yasadışı ilan edildi. Hayvan köleliğinin son bulması gerektiğini söylediğimizde de birileri bizden nefret ediyor, farkındayım.

Kapitalizmin hayvan ürünlerini tüketmeye daha fazla yönlendirdiğini düşünüyorum. En basitinden ülkemizde insanların geliri malum; evine et giremeyen insanlar (asgari ücretli ve İstanbul’da çalışan birini ele alalım) dışarı “en azından et yiyeyim” diyerek mesela bir sebze yemeği yerine 5-6 TL vererek bir fast food zincirinden yemek yemeyi tercih ediyor. Bu konuda eklemek istedikleriniz var mı? 

Can: Bu kapitalizmden ziyade kapitalizmin devleti ele geçirmesinin bir sonucu. Kapitalizm, devletler olmasa etten bu kadar yüksek kar marjı elde edemez. Gerçek kapitalizm olsa, her yer falafelci, etsiz çiğ köfteci olurdu zira bunlar çok daha ucuz hammadde gerektiriyor, kar marjı da epey yüksek. Ancak, dediğiniz doğru, ete özeniliyor. Bu da kültürel bir mesele. Memleketteki ezik kültürünün, mağdur kültürünün bir uzantısı. Yoksulluğun utanılacak bir şey olarak algılanmasıyla ilintili bir de. Hep derler ya, asgari ücret bile almayan herkesin elinde son model, maaşlarının 2-3 katı ederinde cep telefonu. Dolayısıyla, hani biraz afaki olacak belki söylemek de, bu sorduğunuz soru veganizmin bir küçük burjuva gösterisi olmadığını ispat eden argümanlardandır. Veganizme yoksul kesimlerin daha fazla ihtiyacı var. Bu mesele vegan devrimin yaratacağı algı değişimine ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor bir yandan da.

Kitap oldukça detaylı ve aydınlatıcı. Kendi adıma böyle bir çalışma yaptığınız için teşekkür ederim. Son olarak söylemek istedikleriniz var mı? 

Zülal: Okuduğunuz ve ilgi gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Farklı kesimlerden oldukça iyi tepkiler aldık. Tamamen sessiz kalmayı tercih edenler de var ama bence insanlar hayvan yeme konusuna artık daha fazla kafa yoruyor. İnsanlık, dünyanın kaynaklarını da kurutan hayvancılık endüstrisini dizginlemek için yollar bulmak zorunda. İklim değişikliğine en çok kötü etkide bulunan sektör bu. Bilimsel veriler de bunu ortaya koyduğu için artık batılı hükümetlerden "artık daha az et yiyin" uyarıları geliyor. Gidişatın iyi gören ve elbette para kokusunu alan Silikon Vadisi, alternatif üretmek için laboratuvar eti ve bitki bazlı yumurta işine büyük yatırımlar yapıyor. Ne yazık ki değişimin nedeni belki vicdan olmayacak ama ekonomi/ekoloji dengesinin bozulması, insanları yeni yollar aramaya zorlayacak. Marx haklıydı tabii; yine altyapı üstyapıyı belirliyor.

Can: Teşekkürler. Açıkcası ben bu kadar ilgi beklemiyordum. Bir etki, yarar ve umut yaratabildiğimiz için epey mutlu oluyoruz. Veganizmin ve diğer tüm mücadelelerin aslında aynı momentumun farklı boyutları olduğu, birbirleriyle bir arabanın tekerlekleri gibi ilişkilendiği, biri olmadan diğerinin topal kalacağı da umarım yavaş da olsa siyasi gündemimize girer.



Kitaba ulaşmak isterseniz, linki http://propagandayayinlari.net/vegan.html 
Şimdiden iyi okumalar

Neil Gaiman "Sandman - Düş Ülkesi"

Sandman serisinin üçüncü kitabı olan Düş Ülkesi, sanırım şu ana kadar seride okuduğum ve en çok beğendiğim kitap oldu. Diğer kitapların aksine Ebediler’i, özellikle Morpheus ve Ölüm’ü pek az gördüğümüz bu kitaptaki hikayelerin her biri de birbirinden hayli bağımsız.

Yazamayan bir yazarın, ilham perisini başka bir yazardan alması ve tutsak tutulan ilham perisinin özgürlüğüne kavuşma çabasının anlatıldığı ilk öykü “Calliope”, yazamayan yazar fikri ile beni bugünlerde içinde olduğum sıkıntıdan olsa gerek çok etkiledi. Yani yazamayan bir yazarın yazabilmek adına ruhunu şeytana satması (tabir) ya da bir ilham perisini tutsak etmesi gibi uç şeyleri ancak NEDEN YAZAMIYORUM LAN  diye düşünen bir yazardan iyi kim hissedebilir… Ama elbette bir periyi zorla küçük evimde hapsetmek gibi manyak emellerim yok. Elbet bir gün O SON BÖLÜM DE YAZILACAK. Değil mi?

İkinci bölüm “Bin Kedinin Düşü” ise kedi sahiplerinin hemen tanıyacağı bir hikaye bence. Kedilerin bakışlarından, tavırlarından “dünyanın efendisi olma” ideasını okumuşsanız, bu hikayede sizleri çekecek bir dolu detay var.

Üçüncü hikaye, The World Fantasy Award sahibi “Bir Yaz Gecesi Rüyası” Sheakspeare göndermeli ve Morpheus’un diğer kitaplardan –yanılmıyorsam- hatırladığım bir vaadinin karşılığını aldığı bölüm.

Son hikaye “Maske” ise bir cilt hastalığı yüzünden hayata küsen, ölemeyen ve yaşamaktan bıkan bir kadının acıklı hikayesi. Ebediler’den Morpheus hariç bir karakteri ilk ve son olarak bu hikayede görüyoruz kitapta; Ölüm.

Düş Ülkesi’nin sonunda Neil Gaiman’ın ayrıca yazdığı bir senaryo da bulunuyor, eklemekte fayda var.


Sırada serinin dördüncü kitabı “Sisler Mevsimi” var, artık işsiz güçsüz bir yazar olduğumu göre bir hafta içinde onu da rahatlıkla okuyup, yorumlarımı blog’da paylaşırım.

3 Aralık 2013 Salı

Fabio Moon - Gabriel Ba "Güngezgini"

Hayatınız kötü giderken yanı başınızda duran birbirinden güzel kitaplar, okunmayı bekleyen onca satır bile bir gelecek sunmaz, mutlu etmez, umut yaratmaz.

Yine de bir anlık içinizdeki duygusuzluğun yardımıyla elinizi bir kitaba atarsınız ve kitap bittiğinde içinde olduğunuz durum size ya da daha iyi ya da daha kötü görünmeye başlar; belki sadece gerçeği sunar. Özetle, demek istediğim, iyi bir kitap mutlaka bir şeyleri değiştirir.

Orijinal adı Daytripper olan Güngezgini, Çizgi Düşler tarafından henüz yeni dilimize kazandırılan bir çizgi roman. Okumayı, kitaptan haberim olduğu andan beri sabırsızlıkla bekliyordum. En sonun da dün kendisine kavuştum ve herhangi bir şeye bırakın odaklanmayı, herhangi bir şeyi bile umursamadığım bir anda okumaya başladım. Dediklerinden, anlatılanlardan daha da etkileyici geldi.

İkiz kardeşler Fabio Moon ve Gabrial Ba imzasını taşıyan bu mükemmel çizgi romanda bizleri karşılayan, Bras de Oliva Domingos adlı baş kahramanımız. Kendisi, başarılı bir yazar olan babasının neredeyse gölgesinde olan ve yazar olmak için çabalayan, ancak hayatını gazetede ölüm ilanları yazarak devam ettiren bir genç adam. Bras’nın hayatının farklı dönemlerine ve farklı olasılıklar dünyasına göz attığımız her bir bölüm, her bir ayrı hikaye bizim için aslında ayrı bir son da sunuyor zira her bölümün sonunda Bras ölüyor.

Farklı yaşlarda, farklı durumlar içinde sonlanan hikayelerin her biri birbirinden etkileyici. Tıpkı Bras’nın yaptığı iş gibi, kitap boyunca ölüm sizi sarıp sarmalıyor. Bunu korkutucu ya da ürkütücü bir şey olarak söylemiyorum zira bir aşkın yeşermesi, bir çocukluk anısı, saklambaç oynarken yaşanan ilk öpüşme, baba olmanın heyecanı, gençliğin heyecanı ve umutlarıyla dolu bir insanın hayatı keşfetmesi gibi aslında iç ısıtan ve neredeyse tatlı diyebileceğimiz bir çok hikayede ölümün gerçeğinden kaçamadığınızı görüyorsunuz. Ve bu, birbirinden çarpıcı sonlarla kendisini sizlere sunuyor.

Oldukça etkilendim.

Ölüm üzerine sürekli düşünen ben, çizimlerine mi renklendirmesine mi yoksa hikayenin mükemmelliğine mi hayran kalsam bilemedim. Güngezgini, normal bir hayatın içinde saklı olasılıkların her birini aynı sonda buluşturmaktan ziyade, bir insanın hayatındaki farklı dönemleri de başarıyla yansıtıyor. Bunu da bir çizgi romanda daha mükemmel nasıl anlatabilirlerdi bilemiyorum.

Kitabı yeni okumanın verdiği heyecanla bunları yazdığımı düşünmeyin, gerçekten çok etkileyici. Dediğim gibi dünya umrumda değil ve şu an sizlere bir kitabı övmek için çaba harcıyorum, aslında sadece gerçeği vurguluyorum.


Atlamayın Güngezgini’ni. Şiddetli tavsiyedir. 

2 Aralık 2013 Pazartesi

Henning Mankell "Riga'nın Köpekleri"

Riga’nın Köpekleri, piyasada baskısı bulunmayan bir kitap. Fakat aylar önce tesadüfen Real’de bulma şansına erişmiş, buna da blog’da yer vermiştim, belki hatırlarsınız.

O günden beri kitabı okumaya kıyamadığım için “İskandinav Polisiye Stoğu” kategorisinde –kafamda- stokladığım kitaplar arasında, kötü günlerde okunmayı bekliyordu. Ben de bu yıl itibariyle her geçen gün berbatlaşan hayatımda yine kötü bir dönem yaşadığım, üzerine de işimden olduğumdan dolayı Riga’nın Köpekleri’ni okumayı uygun buldum.

Pek yerinde bir hareket olacak ki, klasik müzik eşliğinde okumak bana hayli iyi geldi. Kısacık not; bilen bilir, kitabın kahramanı dedektif Wallender da bir klasik müzik hayranı.

(Tesadüfi not: Bugün Maria Callas’ın doğum günü ve Riga’nın Köpekleri’nde Wallander, Maria Callas plakları dinliyor. Not düşmek istedim.)

Bu kitap, Henning Mankell’in Wallander serisinin ikinci kitabı. Aynı zamanda diğer kitaplarda (spoiler geliyor) sıkça adını duyduğumuz Baiba ile tanıştığı roman da yine bu kitap.

Wallander’ın bu kitapta 43 yaşında olması ve sağlık sorunlarının ufaktan baş göstermesi ise bir detay daha.

Kitabın diğer kitaplarda ayrılan özelliği, ağrılıklı olarak siyasi meseleler üzerine kurulmuş olması. Öyle ki İsveç’te başlayan hikaye Litvanya’nın başkenti Riga’da devam ediyor ve konu aslında Sovyetler’in yıkılması ve bağımsızlık mücadelesi veren bir ülkenin yoksulluk, özgürlük özlemi ve kendi içinde yaşadığı çatışmalar.

Genelde Wallander kitaplarında siyasi dokunuşlar olsa da hiçbiri bu kitap kadar yoğun olarak bu konuyu işlemiyor. Sanırım yazarın tarzında zamanla azıcık bir değişim olmuş zira bundan önceki sırada, yani Wallander serisinin ilk kitabı olan “Ölümün Karanlık Yüzü”nde de yine göçmenler konusunu ele almıştı. Diğer kitapları okursanız, aradaki farkı daha net görürsünüz diye düşünüyorum.

Hikaye nasıl başlıyor, nereye gidiyor anlatmayacağım. Bir polisiye kitabı anlatırken hiç sevmediğim bir şey bu, o yüzden pas geçiyorum. Kitabı edinebilirseniz okumanızı tavsiye etmekten başka söyleyecek son sözüm ise; hava da tam kitap okumalık!



23 Kasım 2013 Cumartesi

Neil Gaiman "Sandman Bebek Evi"

Neil Gaiman’ın dillere destan Sandman serisinin ikinci kitabı Bebek Evi’ni geçen hafta sonu okudum, yazısını ancak yazabiliyorum.

Bu kitapta, hem Morpheus’ hem de The Endless ailesine mensup bireyleri biraz daha detaylı tanıyoruz; karakterlerin öne çıkan özellikleri burada kendini göstermeye başlıyor. Sanırım her geçen kitapla beraber ailenin diğer üyelerine daha da yakınlaşıyor olacağız.

Bebek Evi’nde Morpheus’un rüya alemine açılan bir girdaba sebep olan genç bir kız ve ailesinin etrafında dönen talihsiz olaylar, Morpheus yokken (ilk kitapta) kendisine ihanet eden yardımcılılarının kafalarına göre ilan ettiği “yeni düşlerin efendisi”ne karşı Morpheus’un savaşı kitaptaki hikayelerin genel içeriğini özetliyor sanırım.

Bu kitapla beraber işlenen detaylardan biri de Morpheus’un düşler alemindeki işleri kontrol edişi ve düşlere dair daha fazla detay.

Uzun uzun yazmak istemiyorum, nedense bana zor anlatılır gelmeye başladı Sandman. Zaten ilk yazıyı da hayli dağınık ve verimsiz yazmıştım, hatırlıyorum yani.


Sıra diğer kitaplarda, her ay iki, kitap okuyarak seriyi bitirmek gibi bir hedefim var. Bakalım ne kadar çabuk ve ne kadarını gerçekleştirebileceğim.

17 Kasım 2013 Pazar

Lilyhammer


Lilyhammer, bir istisna olarak blog'da.

Takip ediyorsanız, göreceğiniz üzere blog'da dizilere, filmlere artık yer vermiyorum. Kitap da kitap. Çünkü artık film izlemiyorum, dizi falan zaten pek izlemezdim, iyice izlemez oldum. Kitle iletişim araçlarından kapabildiğim tek şey sıkça TRT Radyo 3 (şu anda da yine nefis bir şeyler çalıyor). 

Geçtiğimiz ay yine kitap okurken gözüm bir ara ekrana takıldı, e2'de, aklıma Norveç'i getiren (hayatımda gidip görmedim!) bir manzara içinde trende giden bir adam vardı. Sırf bu bir anlık şey yüzünden devamı ne acaba, diye merak edip kitabı kapattım, ekranı izlemeye başladım.

Şanslıymışım, ilk bölümüydü Lilyhammer'ın ve ilk bölümün de başıydı. 

İnternetten dizi izlemediğim için 2012 Norveç yapımı bu diziyi e2'den takip ediyorum. Yanılmıyorsam bu cumartesi 4. bölüm yayınlandı.

Hikaye kısaca şöyle; arkadaşlarını gammazlamak karşılığında koruma hakkı elde eden mafya babası (ya da mafya bireyi, haha süper tanım oldu) Frank, Norveç'e gitmek ister, orada yeni bir hayata başlayacaktır. 

Giovanni Henriksen olarak Norveç'e gitmesini ve Amerikan kültürünün, yozlaşmış ve düzensizlikten doğan düzen içinde nasıl şaşılası biçimde var olduklarını gösteren bir edayla, güzelim sakin Norveç memleketi Lilyhammer'ı kendi yöntemleri ile nasıl zıvanadan çıkarmakta olduğunu anlatıyor dizi. 

Dizi komedi. İçinde azıcık suç unsuru da var ama bunlar yine komedinin içinde saklı kalıyor.

Bir kasabanın sakin ve huzur içindeki gündelik hayatına bir Amerikan'ın dokunuşları, işleri "kendince" halletme yöntemleri (ki bunlar rüşvet, şantaj vs oluyor genelde) o kadar tatlı anlatılıyor ki, bu kanunsuz adama karşı sempati beslerken görebiliyorsunuz kendinizi. Buna kendiniz de yer yer şaşırsanız, hatta onu yadırgasanız bile öyle bir anlatım şekli var ki dizinin, gülmeden edemiyorsunuz. (Bu cümle yüzünden hapse girmem umarım, haha.)

Sanırım 45 dakika sürüyor dizi, yani haftada bir bölüm izleyerek sessiz sakin bir komediyle iyi zaman geçirebilirsiniz. 

Kitaplıktan Kareler: Yeniler

Bu ay daha fazla kitap almam sanıyordum ama dr.com.tr'deki indirim sağ olsun, aşağıdaki güzelliklere kavuştum. 


Daha önce aynı yazarın Kara Güneş'ini almıştım, şu an okuyorum. Görünce kaçırmayım dedim.


Ne zamandır okumayı planladığım Kıyamet Kitabı, sonunda alabildim.


Aldığım gibi okudum, yazısı zaten blog'da. 


Sandman'e devam. Yazısını ekleyeceğim blog'a. Süperdi.


Evet, Amerikan Tanrıları'nı okumadım hala! Gördüğünüz gibi okuyacağım ama.


En sevdiğim arkadaşlarımdan Philip K. Dick'in bir başka kitabı, Ubik.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Lydia Millet "Benim Mutlu Hayatım"

Okuduğum tek gazetenin kitap eki sayesinde geçtiğimiz hafta haberdar olduğum bu kitaba bu hafta içinde kavuştum, dün de okumayı bitirdim.

Oldukça acıklı olduğunu garanti edebileceğim kitap, bir akıl hastanesinde kendi odasında kilitli unutulan bir kadının hayatını odasının duvarlarına yazmasıyla başlıyor. Adı asla kitapta geçmeyen akıl hastası karakterin bir yandan durumuna üzüldüğüm gibi, bir yandan da sürekli yaşadıkları için mutlu olabilme tavrını dehşet içinde karşıladım. Neden mi?

Bahsettiğim karakter kimsesiz; koruyucu aileden koruyucu aileye verilmiş, ev işleri yapmış, çocukluğu çocuk gibi değil de iş yapmakla geçmiş. Üstelik bu sırada karakter hala çok küçük, 10 yaşlarına falan denk geliyor en fazla. İşin garibi, o her zaman dünyaya baktığı “olumlu” gözleri hiçbir zaman kaybetmeden, sesini çıkarmadan her şeye katlanıyor. Çünkü, hasta. Çünkü bir tecavüzün tecavüz olduğunu anlayamayacak kadar hasta.

Hastanenin bodrumunda unutulmuş bir halde, biz de geçmişinden itibaren bu günlere nasıl geldiğini, nasıl yaşamak için diş macunu yemek ve su içmekten başka bir şansı olmadığı zamanlara geldiğini okuyoruz. Bir nebze Açlık adlı kitabı hatırlayabilirsiniz okurken ama tabi sanmayın ki sürekli açlığı üzerinden bir gidişat var; hayır. Çok az yerde çok az satırla buna değiniyor. Asıl olarak kendisinin “Kardeş”i içinizi parçalayacak ve kitapta büyük yer kaplayacak.

Başına gelen felaketlere bir şekilde katlanabilen hasta karakterin Pollyanna (yazabildim mi doğrusunu?) olduğunu sanmayın fakat. Bahsettiğim çok daha farklı bir durum.

Uzun zamandır bu kadar üzülerek okuduğum bir kitap hatırlamıyorum. 2003 Pen Kurgu Ödülü kazanmış kitap zaten. O kadar mutsuz bir hale geldim ki kitap bittiğinde, tıpkı Excision filmini izledikten sonraki hislerime benzer şeylere kaplamıştı beni.

İnsanlar olarak garip varlıklar olduğumuz için kitapta tamamen kurgu olsa da aslında gerçek hayatta böyle insanların, daha beter sorunlar içinde hayatlarını yaşamak zorunda olduklarından emin olduğum için bir şımarıklık mı dersiniz densizlik mi dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama bir an durup akıl sağlığımı kitapla kıyaslama hadsizliğine kapıldım. Bunu da doğamızdaki “daha kötü durum başına gelmediği için kendini şanslı sayma” ruh haline bağlıyorum.

Hala “benim mutlu hayatım” bakışına sahip olan bir karakterle siz de tanışmak isterseniz, kesinlikle okumanızı öneririm.

“Ve fısıldıyor: Hayalin içindeyiz çünkü hayal ettik. Onu hayal ettik ve bildik. İşte bu yüzden, diyor, burada daha fazla kalmak zorunda değiliz. Çünkü hayal biz olmadan da sürüp gidiyor.”

Syf: 172

10 Kasım 2013 Pazar

Philip K. Dick "Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis"

Bu hafta sonu insanlıktan çıkmış gibi okuyarak geçti sanırım. Az önce “Aksın Gözyaşlarım” Dedi Polis’i bitirdim, hemen yazısını yazmak istedim. Okuyup – yazmaktan ibaret bir insan olarak kendimi tanımlasam mutlu olurdum belki. Neyse. Philip K. Dick sayesinde bir Pazar günümü tamamen başka bir dünyada geçirdim. İyi de oldu. Haftanın 5 günü içinde yaşadığım dünyada hiçbir şey yok çünkü. (İddialı sözler, hmm… Ne biçim blog burası?!)

Azmedeceğim ve dilimize kazandırılmış tüm Philip K. Dick kitaplarını bu yıl okuyacağım. Sırada “Yüksek Şatodaki Adam” var ama PKD üzerine PKD okuyarak devrelerimi iyice yakmayı içten içe istesem de sanırım bir kitaplık mola verip, önümüzdeki hafta sonu o kitaba başlayacağım. 

“Aksın Gözyaşlarım” Dedi Polis yine “gerçek” sorgusu yapıyor.

Jason Taverner, her hafta Salı günleri akşam saat 9’da 30 milyon kişiye ulaşan bir televizyon şovunun yıldızı, bir müzisyen ve sunucudur. Zenginlik, şan, şöhret içinde yaşamaktadır.

Ta ki bir gün…

Eski kız arkadaşı kendisinden intikam almak için ilginç bir yol seçer, bir şekilde Jason’un hayatını sonlandırmaya çalışır ancak Jason son anda kurtarılır, hastaneye giderken yanında o anki sevgilisi vardır ve…

Jason uyandığında pis bir otel odasındadır. Cebinde yüksek miktarda para, üzerinde pahalı kıyafetleri hariç onu o yapan hiçbir şey yoktur etrafında. Kimlikleri yoktur.

Tamamen tanınmadığı, hatta varolmadığı bir dünyadadır artık!

Bildiği dünyadadır, ancak sadece kendisi hiçbir zaman varolmamıştır!

Hakkında hiçbir kayıt olmayan ve polis egemenliğindeki bir devlet içindeki polislerden, yani “pol”lerden kaçmaya çalışarak yeniden kendisini ve başına ne geldiğini çözmeye çalışmaya başlayan Jason’un ve medipol’ün başından geçen hikayeyi okuyoruz kitapta.

Yan karakterler olarak hikayeye yer yer dahil olan ve geçmişleriyle – şimdiki zamanlarıyla Jason’la bir şeyler paylaşan kadınlar ile her bir seferinde farklı bir durumun sorgusunu yapıyor Philp K. Dick. Elbette bu yalnızca bahsedilen kadınlar ekseninde olmuyor ancak bana öyle geldi, neyse anlatamadım sanki.

Kathy karakteri ile yine psikoz içindeki bir insanın bozulan gerçeklik algısı içinde kendisine yarattığı gerçek içinde nasıl kendisini varedebilmeyi başardığını görüyoruz ki beni kitabın başlarında oldukça etkileyen bir bölümdü. Hayata tutunabilmek ve kendi akıl sağlığını koruyabilmek için (!) psikozunun içinde yaşamaya alışmış genç bir kız portresi açıkçası acı vericiydi. Çekmeyen bilmez diyorum ve susuyorum.

Kendisinin “olmamasının” peşinden giden bir adamın hikayesi üzerinden anlattıkları sadece psikozlar değil elbette. Philip K. Dick aynı zamanda polislerin ele geçirdiği bir düzen içinde üniversitelerin nasıl talan edildiği ve öğrencilerin nasıl kaçan konumuna düşürüldüğü, kısıtlanan hayatları içinde, çalınan özgürlükleri içinde, kapüslerinde kendilerine ait adeta sığınak konumundaki alanlarda yaşam mücadelesi veren öğrencilerin nasıl pol’lerin hedefi haline geldiğini ve çalışma kamplarının geleceğin dünyasında nasıl acımasızca hala var olduğunu da bizlere gösteriyor.

Ensestin varlığı, sübyancılığın yasa dışı olmaktan çıktığı anormal bir dünya düzeni içinde, aslında düzen koyucuların kurduğu başka bir düzensizlik içinde bir dünya sunan yazar, insanların mutluluktan öylesine uzak olduğu bir dünya kurguluyor ki, okurken siz de içinde hissettiğiniz bu dünyada mutsuzluğu hissediyorsunuz. En büyük amacı kendisine ne olduğunu öğrenmek ve yeniden şatafatlı hayatına kavuşmak isteyen Jason bile mutluluğu aslında şöhretinde ve getirdiklerinde buluyor. Birey olarak yine mutluluğu bulma yöntemi olarak sabun köpüğü gerçekler dayandırılıyor desem yanılmış olur muyum acaba?

1977 yılında yazılan bir kitap için günümüze çok da uzak sayılmıyor olsa gerek, ne dersiniz?

Kitabın sonunu ve olan bitenin açıklamasını o denli merak ediyordum ki bir günden az bir sürede kitabı bitirdim. Sonuna dair en ufak bir şey söylemek ve ipucu vermek istemediğim için yazıyı burada keserek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Kitaplıktan Kareler: Kasım 2013'te Kitaplığa Katılanlar

Pazar sabahı erken kalkmanın sonucu olarak ne yapsam ne yapsam diye evde dönüp dururken kendimi iş çıkardım. Blog'a bi hayrım olsun dedim. 

Bu ay aldığım kitapları paylaşayım dedim. Umarım unuttuklarım yoktur. Ev sahafa döndüğü için, koltukta benden çok kitaplar oturduğu, masa, sehpa kitap dolu olduğu için ve baya bir dağınık göründükleri için arada kaynayanlar olmuştur bence.



Son zamanlarda kafa olarak aynı seviyede olduğumu bangır bangır ilan etme densizliğine giriştiğim Philip K. Dick ve üç kitabı... Şizofreni Ve Değişimler Kitabı'nı okudum, "Aksın Gözyaşlarım" Dedi Polis'i okumaya ise dün başladım. Hemen bir gerçeklik sorgusu tohumları atıldı, iyi de oldu. 


Henning Mankell. Okumaya kıyamadığım yazar ve yeni çevrilen kitabı. Ortada ise Julia'nın 2. kitabı. Çizgi roman kontenjanından. Son olarak ise Neil Gaiman'ın çocuğuna yazarken bizlere armağan ettiği Koralin Ve Gizli Dünya. Huzursuz Adam hariç (çünkü okumadım) diğer iki kitabın yazısı blog'da.


Yine çizgi roman kontenjanından Blacksad 1 ve Blacksad 2. Karizmatik kedi dedektifimizin ikinci macerasını sakladım, canım sıkkınken okuyacağım. 


Son olarak Sandman'ın ilk kitabı Düş Müziği. Yeni bir manyaklığa doğru yelken açacağım sayesinde. Sağol Gaiman!

Barok Orkestrası Konseri (İstanbul Devlet Opera Ve Balesi)


Uzun zamandır konsere gitmemiştim. Normalde insanların yüzde 99'unun tiksinti ve nefretle karşılayacağı bir müzik türünün neferi gibi geziyor olmama rağmen, çocukluğumdan beri bir klasik müzik hayranıyımdır. Eskiden böyle klasik müziğe düşmanlık olmadığından TV'de daha sık izlerdik, pazar konseri olurdu, hatta uzunca bir süre de oldu yani sırf ben çocukken olmadı bu... Herneyse.

Okurken her hafta şehirdeki senfoni (Eskişehir; pek meşhurdur orkestrası) orkestrasının konserlerine giderdim. Bu sayede baya bir sanatçıyı da canlı izleme şansım olmuştu. Ama çalışmaya başlayınca, özellikle ikinci işim ve şimdiki üçüncü işim sebebiyle hafta sonları da çalışma ihtimali olduğundan bilet almaya çekinir oldum. En son aldığım bilet de yanmıştı misal... Gerçi sonunda şeytanın bacağını kırdım ve bu konsere gidebildim. 

Geçen cumartesi, yani 2 Kasım 2013'te Kadıköy Süreyya Operası'ndaydı konser. Yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Gelenlerin yaş ortalaması hayli yüksekti, kendimi epey genç hissettim. Heheh. Hemen bir laubalilik, hemen bir şımarma... Neyse.

Vivaldi çaldılar. Yer gök benim için öncelikle Bach olduğu için uzun zamandır Vivaldi dinlememiştim. Ancak TRT Radyo 3'te denk gelirsem dinliyordum. Bu vesileyle, yurdum insanının "Mevsimler"inden başka bir şeyini bilmediği halde kendisini klasik müzik dinleyicisi olarak yüksek bir seviyeye yerleştirmesine neden olan Vivaldi'yle huzur içinde zaman geçirdik. (Hemen ukalalık, kendini beğenmişlik, ben sizden iyi bilirim havaları...)

Neler çaldıklarına gelirsek;
Do majör Sinfonia, RV 116
Mi minör Fagot Konçertosu, RV 484
Sol minör İk, Viyolonsel için Konçerto, RV 531 (mükemmeldi yav)
L'Estro Armonico; Op.3: Dört Keman ve Yaylılar için Re Majör Konçerto No.1, RV 549
L'Estro Armonico, Op.3: İki Keman, Viyolonasel ve Yaylılar için Sol minör Konçerto No.2, RV 578
La Folia, RV 63

Bunları da çok bilmiş bir ukala olduğum için yazmadım, merak eden olursa diye yazdım.

Bu arada bir de sürpriz vardı, Astor Piazzola'dan yazıya başlamadan aklımda olan fakat şimdi unuttuğum bir eseri çaldılar. Sallamak istemiyorum adını da. 

Özetle gayet güzeldi.




9 Kasım 2013 Cumartesi

Neil Gaiman "Koralin ve Gizli Dünya"

Filmini de kitabını da merak etmekteydim Koralin’in. Bu süreç içinde sıkça, baş karakte Koralin’in adını ben de kitaptaki çoğu karakter gibi yanlış anlayarak Karolin şeklinde kullandım. Hemen bir itirafla yazıya giriş yapmış oldum nedense.

Ailesiyle beraber yeni bir eve taşınan Koralin, çevresini merak etmekte olan ve canı fazlasıyla sıkılan bir kız çocuğudur. Anne ve babası evde çalışıyor olmalarına rağmen, her biri kendi çalışma odasında, bilgisayarlarının başındadır ve tek başına canı sıkılan Koralin ile oynamaya zamanları pek olmamaktadır.

Bulundukları eve alt katlarında köpekleriyle (bir çok köpek ile) eski tiyatro oyuncusu iki arkadaş, en üst katta ise fare orkestrasını çalıştırdığını iddia eden yaşlı bir adam oturmaktadır.

Yani etrafta Koralin için oynayacak arkadaş yoktur.

Meraklı ve kaşif ruhlu Koralin, bir gün evdeki bir kapıyı keşfeder. Kapı tuğla ile örülüdür, hiçbir yere açılmamaktadır ancak elbette bir gün Koralin o kapıyı açacaktır ve kendisini bulduğu dünya, kendi evlerinin aynısının olduğu bir dünya olacaktır. Bu dünyada evlerinin aynısının olması gibi, anne ve babasının da aynısı vardır. “Diğer anne” ve “diğer babasının”, kendi evindekinin aksine süper yemek yapabiliyor, her an onunla oyun oynamaya hazır olmaları, sürekli güler yüzlü ve ilgili olmaları haricinde farklı olan hafif ürkütücü bir noktaları vardır ki o da gözleridir! Gözlerinin olması gereken yerde düğmeler dikilidir.

Diğer dünyanın kapıları en başta cezp edici bir ortama açılıyor gibi görünse de saplantılı sevgisinin ardında resmen bir manyaklık yatan “diğer anne”, Koralin’e macera ve bela dolu saatlerden hatta günlerden başka bir şey getirmeyecektir.

Tek çocuk olmanın yeri geldiğinde Koralin’e bağlamak olduğunu farz edersek özellikle tek çocuk olarak yetişmiş, hatta biraz da köyde, kasabada fakat genellikle yalnız başına çayırda çimende (anne – babanın binlerce yasak ve uyarısı arasında, sınırlı bir alan içinde ve gözetim altında) gezerek çocukluğunu yaşamış kimseleri daha derinden etkileyeceğini sanıyorum. Artık yapacak hiçbir şey kalmadığında kafadan element uydurmak gibi kafadan gerçeklik uyduran tüm çocukların uydurmaya hafif çekinecekleri bir “diğer taraf” Koralin’in içine düştüğü dünya.

Kitap ve film hakkında daha önce rahatsız edici, ürkütücü yorumlarını duymuştum ama kendi hayatım ve beynimin bana yaptıkları daha anormal olduğundan olsa gerek ben ürkütücü ya da korkutucu hiçbir şey göremedim. Hatta tam bir çocuk masalı. Bana çocukken bunu okumadıklarına memnunum fakat. Hehe.

Ayrıca, Neil Gaiman’ın kedileri ne kadar iyi tanıdığını da satır aralarında, Koralin’in hikaye boyunca destekçisi olan kediyle ilişkisinden görmek mümkün.

Güzel kitap, sevdim.

(Neil Gaiman da zaten benim sevmemi çok umursuyordu!)

(Parantezler içinde kendimle diyaloğa mı girsem?)

China Mieville "Un Lun Dun"

Un Lun Dun’u az önce bitirdiğime göre, artık dilimize kazandırılan tüm China Mieville kitaplarını okumuş oluyorum ki artık kendisiyle yolda falan (!) karşılaşırsak, yanında kendimi kötü hissetmeyeceğim. Ayrıca konuşacak daha çok şeyimiz olacak. (Gerçekten son yazılarda bir kopuş yaşanıyor, farkındayım, toparlayacağım arkadaşlar…)

Un Lun Dun, China Mieville’in Alice Harikalar Diyarında’dan çıkış alan bir romanı gibi gelebilir ilk başta, ancak sonrasında kesinlikle, özellikle Bas-Lag serisinde öne çıkan kendine has tasarımlara sahip “şeyler” olan karakterle birlikte Alice’in dünyasından fazlasıyla ayrılıyor.

Londra’da yaşayan, onn iki yaşında iki yakın arkadaş olan Zanna ve Deeba etrafında bir süredir, özellikle Zanna ekseninde garip olaylar meydana gelmektedir. Zanna’ya gelip “Şuvazi” diye hitap ederek saygılarını sunan insanlar ya da duvarlara yazılmış mesajlar, ya da belli belirsiz bir “duman” örneklerinde görüleceği gibi…

Kendi etraflarında olup biten anormal olaylara bir anlam vermeye çalışan kızlar artık dayanamaz ve bir şemsiyenin peşine düştükleri gecede, iki kızın yolu neredeyse Zanna’nın içgüdüleri sayesinde Lon Dra Kis (Un Lun Dun)’a düşer. Bilinmeyen bir diyar olan Lon Dra Kis’in ne olduğunu anlamaları ise fazla uzun sürmeyecektir. Lon Dra Kis; Londrakis, aksi Londra, Londra’nın aksidir.

Hikaye bundan sonra başlıyor. Zanna’nın seçilmiş kişi olarak Lon Dra Kis’te beklenen bir kişi olduğunun dayandırıldığı bir kurgu her ne kadar bir süre devam etse de işleri China Mieville büyük bir –bence- espiri ile tersine çeviriyor ki fazlasıyla açıklamış olsam da daha fazla yazmak istemiyorum. Seçilen – seçilmeyen espirisini çok beğendiğimi söylemeliyim.

Londra ve Lon Dra Kis’i birbirine bağlayan bir tehlike olarak da karşımıza “Duman” çıkıyor, belirtmek isterim. Detayları kitapta saklı diyelim. Ama bu “Duman” baya bildiğimiz duman. İki arkadaşın asıl düşmanları Duman ile mücadele ederken, bir yandan da yeniden evlerine, Londra’ya dönmeye çabalamalarını okuyoruz.

Bas-Lag serisinden alışık olduğumuz üzere Lon Dra Kis’te de bizleri bekleyen canlılar ve şeyler öylesine detaylı kurgulanmış ki, mesela okurken aklınıza bir Tekraryapım gelmesi kuvvetle muhtemel. Ya da tüm hikaye boyunca var olan süt kutusu Kesmik (evcil hayvan oluyor!) ya da kelimelerin canlı kanlı bir hale gelmesi gibi ilginç detaylar, hikayeye gerçek anlamda renk katıyor.

Onun haricinde her zamanki gibi iki farklı şehir-boyut arasında bir bağ kuran Mieville, kendisinden beklenildiği üzere bir yönetim sorgusu yapıyor. İngiliz İşçi Partisi üyesi (yanlış hatırlamıyorum değil mi?) China Mieville “Duman” bağlantıları, ardında yatan çıkar ilişkileri ya da aslında Duman’ın başlı başına oluşum hikayesi altında fabrikalaşma, buradan da kapitalizm eleştirisi yaptığını düşünüyorum. Ek olarak, elbette işin bir de doğal hayatın dengelerinin alt üst edilmesi kısmına değinen yanı var ki, bunu da yadsımak olmaz. Mieville’in doğa dostu olarak, Londra’da bariz bir çevre kirliliği varlığına dikkat çekmeye çalışması da Un Lun Dun’da ele alınan konulardan biri olarak değerlendirilebilir.

Çıkar ilişkileri, iktidar hırsı gibi konuların acımasızca yerden yerden yere vurulmasını da hikaye içindeki bazı karakterlerin “karaktersizliği” ile açıkça görmeniz mümkün.

Son olarak mekan ve karakter kurgulamada çok usta bulduğum Mieville bu kitabında da mekanları ve yapıları kurgularken Londra artıklarını kullanarak yine göz dolduruyor kanımca.

Evet, kendisi ne yazsa bayılıyorum.


Blacksad 1

Blacksad’in Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanan bildiğim kadarıyla iki cildi var, ikisini de büyük bir hevesle aldım. Her bir ciltte iki adet hikaye var.

Bahsedeceğim ilk cilt. İçinde “Gölgeler Arasında Bir Yerde” ve “Arktik Irk” adlı hikayeler var.

Başlamadan önce Blacksad okumaya nasıl bu kadar hevesli bir hale geldiğimden bahsedeyim; iş yerinden bir arkadaşım bu çizgi romandan bahsettiğinde elbette ilk işim girip Google’dan bakmak oldu. Görür görmez çarpılma sebebim ise kapağındaki kediydi! Hehe. Kedileri severim. Kedi bir dedektifi ise daha çok severim. Ki kendisi kahramanımız, kedi dedektif Blacksad oluyor.

Yine saçma sapan bir blogger olarak sizlere eşek kadar insan olmama rağmen kediden köpekten nasıl etkilendiğimi ve nasıl sığ biçimde bir çizgi romanı okumaya karar verdiğimden bahsettim. İşte, blog’da gerçekçilik akımı da böyle başlamış oldu, diye anacak yıllar sonra gelecek nesil. Peh!

Ağzından sigarası düşmeyen yakışıklı Blacksad ilk macerasında eski sevgilisinin öldürülmesi olayını araştırıyor. Bu sırada karşısına çıkan her bir karakter farklı bir hayvan şeklinde. Öyle ki görmeye dayanamadığım iguanalar, kertenkeleler bile bu hikayede kendilerine yer bulmuş. Blacksad, ölümün arkasında sır perdesini aralamaya çalışırken girmediği delik, tanışmadığı bela kalmıyor desek yalan olmaz.

İkinci hikaye ise daha çok ırkçılık konusuna odaklanmış diyebiliriz. Kaybolan bir kız çocuğunun araştırmasını yapıyor Blacksad, karşısına ise karman çorman ilişkiler içinde bir topluluk çıkıyor. Kin ve intikam hırsıyla yılların geçmesinin bile bazı şeyleri nasıl öldüremediğini anlatan bir hikaye.

Genel havasını çok beğendim. Blacksad’i kanlı canlı, neredeyse sigaradan kalınlaşmış sesi kulağınıza gelecek şekilde canlandırabilirsiniz okurken.

Bir solukta bir kitap, ikinciyi henüz okumadım. Okur okumaz onun da mükemmel bir blogger olarak yazısını hazırlarım.


Kedileri sevin, çünkü onlar aslında bizi pek sevmiyor.

Neil Gaiman "Sandman - Düş Müziği"

Sandman serisine ne zamandır başlamak istiyordum. Aslında Neil Gaiman’la tanışmadan önce de duyduğumu sandığım bir seriydi. Gördüğünüz gibi mükemmel bir hafıza ile sizlere kitap tanıtımı yapıyorum. Dünyanın en güvenilir ve en aklı başında blog’u seçimleri yapılacak olursa, hepinizin oyunun bana geleceğinden eminim.

Sandman’a dönelim. Serinin ilk kitabı olan Düş Müziği’nde efsane karakter Morpheus ile tanışıyoruz. Diğer kitaplarda yer alan ve Morpheus’un kardeşleri olan karakterler ise bu kitapta yok. Sadece en sonda Ölüm’ü görüyoruz; ki o da birkaç sayfa ile sınırlı kalıyor.

Neil Gaiman’ın yazdığı, Sam Kieth, Mike Dringenberg ve Malcom Jones III’nin çizdiği Sandman’ın birinci kitabı Düş Müziği’nin konusuna dönersek…

Bir tarikat lideri olan Burgess, Ölüm’ü çağırmak ve kontrol altına almak için giriştiği çaba sonunda yanlışlıkla Düşlerin Efendisi Morpheus’u çağırır ve onu hapseder. Girişimi yüzünden büyük bedeller ödeyecek olan yalnızca bu yanlışlığa sebep olan Burgess olmayacaktır.

70 yıl süren bir tutsaklığın ardından Morpheus serbest kalmayı başarır; bu süre içinde kendisinden alınan yalnızca özgürlüğü değildir; aynı zamanda Morpheus’un kendisine ait “şeyleri” de çalınmıştır.

Hikayenin büyük kısmı, kendisinden çalınanları yeniden elde etmek ve parçalanıp, darmadağın olan Düş Diyarı’nı yeniden toparlamak isteyen Morpheus’un başından geçenler üzerine kurulu. Bu arada farklı karakterler ve hikayeler de karşımıza çıkıyor. Neredeyse her bir bölümde farklı bir macera ile karşılaşıyorsunuz.

Tam da bayılacağım şekilde, karanlık içinde geçen Düş Müziği’nde özellikle 24 Saat adlı bölüm son derece vahşi, karanlık ve resmen vicdansızdı. Kitabı edinmeden, daha doğrusu geçen yıl bu kısmı okumuştum. O zaman da aynı şekilde beğendiğimi hatırlıyordum. İnsanların zıvanadan çıkmasının, kötünün ve kötülüğün emrinde hareket etmesinin, bilinçlerinin kontrolünün bir manyağın eline geçmesinin anlatıldığı bu bölüm aynı zamanda okurken en rahatsız olduğum bölümdü. Yanlış anlamayın, dediğim gibi neredeyse en etkilendiğim bölüm olan 24 Saat’in verdiği rahatsızlık, nasıl desem, olumlu bir rahatsızlık kitaba yönelik beğeni konusunda.

Umutsuzluğu okurken sıkça hissettim. Özellikle son kısımda Morpheus’un yolun sonundaki tatminsizliğini sanki gerçekten öyle birisi var da, o benimle konuşuyormuş gibi gerçekti.

Neil Gaiman’ın hikayelerini zaten seviyorum, kolay kendinizi kaptıracağınız hikayeler. Ancak daha önce Sandman hakkında bir fikri olmayanlar için söyleyebileceğim tek şey ise kitaplardaki dünyayı unutun, tamamen karanlık başka diyarlara açılacağınızdan emin olun. O tatlı – espirili – karanlık Neil Gaiman romanları size Sandman için ipucu vermez.

Nasıl da sert bitirdim yazıyı!

Hayır, aslında sert değildi.


Kibarca bitirelim o zaman; Sandman okuyunuz efendim. (Yine kopuk bir yazı oldu, farkındayım...)

4 Kasım 2013 Pazartesi

Philip K. Dick "Şizofreni ve Değişimler Kitabı"

Bugünlerde Philip K. Dick rüzgarı esiyor etrafımda. Kafa olarak da yıllar verdiği birikimle(!) sonunda kendisine eşit bir yapıya ulaştım sanırım. Farklı sebeplerden dolayı da olsa, belki aslında asıl bir ana sebebin sonucudur, aynı şeyleri yaşadığımızı düşündüğüm bu efsane yazarın bu hafta sonu okuduğum kitabı Şizofreni ve Değişimler Kitabı’ydı. Oldukça kısa bir kitap, 50 sayfa. Ancak üzerine yazacak ve söyleyecek şeylerim belki 50 sayfadan daha uzundur. Ama burası bir blog olduğu için “insan gibi” davranacağım ve “insan gibi” yazacağım. Yine de baştan uyarımı yapayım; bu yazı tamamen bencilce ve neredeyse sesli düşünmeden öte bir anlam taşımayacak şekilde kurgulanmıştır. Sadece okuduğum satırların bende düşündürdüklerini yazacağım. (Tamam, evet, normalde aynı mantıkla kitap yorumları yapıyorum gibi görünebilir AMA bu sefer değil. Bu başka.)

Yazar öncelikle bireyin özellikle ergenliğin getirdiği yeni dönem içinde içsel dünya (idios kosmos) ve ortak dünya (koinos kosmos) çatışmasıyla başlayan bir süreç sonucunda gerçekliğin acıtan tarafıyla ilk kez gerçekten yüzleşemeye başlamasını ve bunun sonucunda alternatif gerçekliğine, kendi gerçekliğine doğru hızla kapanmasını anlatıyor. Verdiği örnek üzerinden gidersek; gittikçe hayattan beklentileri gerçekleşmeyen genç kendisini kendi yarattığı bir dünya içinde, yeni olasılıklar ya da sonuçlar içinde buluyor. Bunu da reddedilen bir genç üzerinden veriyor mesela.

Tabi bu da temelleri atıyor diye düşünebilirsiniz.

Okurken sürekli olarak kendime hatırlattığım, yazarın LSD kullanımı olmak zorundaydı. Zira bunu satırlara kendisi de sıkça yansıtıyor. Kitabı saf bir şizofreni üzerine düşünceler kitabı olmaktan çıkarmama yarayan da işin bu kısmıydı aslında. Kendisinin de değindiği gibi psikotik düşüncelerin ortaya çıkışında –biliyorsunuzdur diye düşünüyorum- uyarıcıların yeri büyük. Yani etrafınızda uyuşturucu kullanan ya da kullanmayan şizofreni hastaları varsa bunu tedavilerinden yakalayabildiğiniz detaylarda görebileceğinizi düşünüyorum.

Philip K. Dick’in sanrılarının ne kadarının gerçekten şizofreniden, ne kadarın LSD’den kaynaklandığını gerçekten merak ediyorum. Ancak bu konuda aydınlanamadım açıkçası. Yaklaşabildiğim tek dayanak, yazarın sürekli psikozu dayandırdığı uyuşturucu oldu. Yine de bir taban üzerine oturtmaya çalışırsam, LSD’yi sadece tetikleyici olarak görüyorum kendisi için. Of, lütfen biri beni kendisiyle bir iki saatliğien görüştürebilir mi?

Kitapta, eğer aynı durumda değilseniz kesinlikle aynı güçlü duyguyu alamayacağınızı düşündüğüm, yazarın Hume alıntısı yaptığı bir paragraf var. Kitabın 29. sayfasında geçiyor, olduğu gibi aktarmak istiyorum:

“Psikozlu hasta zarif kanatlarıyla duvarda gezinen dört mavi istiridye gördüğünü sanmaz; onları gerçekten görür. Açıkçası halüsinasyon beyinde üretilmez; tıpkı bütün “gerçek” duygusal veriler gibi beyin tarafından algılanır; hasta kendine son derece gerçek gelen gerçeklik algılamasına bizim duyusal verilere gösterdiğimiz gibi mantıksal bir tepki gösterir. Her halükarda hastanın “gördüğünü sandığını” varsaymak psikozlunun yaşadığı tecrübeyi yanlış anlamlandırmaktır.”

Etkileyici, değil mi? Gerçeklik algısını kitaplarında sıkça sorgulayan ve gerçek içinde kısmen kayıp, bazen fazlasıyla “içinde” olduğundan emin olduğum yazarında tıpkı benim gibi düşünüp, bu satırlardan aynı derecede etkilenip kitabına koyduğunu düşünüyorum.

500 sayfa yazmak istiyorum konuyla ilgili. Kimse okumaz ama.

Kitaptan bir paragraf ile bitireyim:

“Gerçek veya gerçek dışı, algılama sistemi içinde meydana gelir ya da algılama sistemi tarafından geçerli bir şekilde algılanır çünkü bazı kimyasal ajanlar normalde beyin metabolizmasında mevcut veya aktif değildir, “halüsinasyondan kaynaklanan” dediğim bu paylaşılmayan dünya yıkıcıdır.”

Soruyorum; gerçek nedir?

Psikozlunun gerçeğinin gerçek olmadığını nasıl ispatlayabilirler?

Sevgiler.


30 Ekim 2013 Çarşamba

H. P. Lovecraft "Uyku Duvarının Ötesinde"


H. P. Lovecraft’in öykülerinin derlendiği üç kitaplık bir serinin birinci kitabına sahibim. Ama bu kitabın kapağını ayrıca sevdiğim için sahafta denk geldiğimde alayım dedim. İyi de yapmışım. Ya ben yıllar önce okuduğum öykülerin unutmaya başladım ya da bu öykülerin çoğunu ilk kez okudum. (Aç da iki kitabı karşılaştır be insan, dediğinizi duyar gibiyim. Yapacağım. Ama üşeniyorum.)

2000 yılı 6:45 basımı olan bu kitap da aslında üç kitaplık bir serinin parçası. Diğer kitaplar bende yok. Sahaflarda denk gelirsem almayı düşünüyorum ama.

Artık kitaba getirebilirim galiba konuyu.

Tanıyan, okuyan biliyordur zaten yazarın dünyasını. Bilmeyenler için ya da bilenler ve bu yazıyı okuyanlar için yine de genel bir çerçeve içinde kitaptan bahsetmek istiyorum.

H.P. Lovecraft’in dünyasında sizi bilinmeyenler, kötü ruhlar, gizemli kalıntılar, yalnızlığın içinde deliliğe sürüklenen insanlar, rüyalar, kabuslar, korkular bekliyor. Aslında daha da fazlası. Bir an bir ailenin üzerine çöken, ailenin erkeklerinin 32 yaşında öldüren bir lanetin gizeminin peşinde koşarken, bir an çıkmaza girmiş bir denizaltının içinde bir grup Alman’la beraber buluyorsunuz kendinizi ve onların korkunç sonuna yaklaşırken, gittikçe yalnızlaşan bir adamın etkisi altına girdiği gücün kendisini taşıyacağı sonu bekliyorsunuz… Öykülerin genelinde insanın bilinmeyen karşısında içine düştüğü korku ya da şaşkınlığın pençesinde, merakla ilerleyen ve sona yaklaştıkça aydınlanan, ancak bu aydınlanmanın getirdikleri yüzünden dehşete kapılan karakterlere sıkça denk geliyorsunuz. Sanırım bu da insanın bilinmeyen karşısında her zaman düşeceği bir duygunun yazarın anlatımına yansıması. 

Benim en öykü ise kitaba da adını veren Uyku Duvarının Ötesinde'ydi.

Lovecraft okurken aklıma sıklıkla Evil Dead geliyor. Kafamda ikisi birbiriyle çok ilişkili nedense. Aslında aklıma gelen bir iki isim daha var ama blog’umun kapatılmasını istemediğim için uslu duracağım, daha doğrusu tırsmış bir kedi gibi davranacağım ve susacağım.

Kendini tekrara düşmeden ilerleyen öyküleri ben gece okumaya çalıştım ama büyük kısmını da hava aydınlıkken okudum. Tavsiyem, gece, olabildiğince sessiz bir ortamda kendisini kısık ışıkta okumanız. Biraz ortamı uygun hale getirmekte fayda var. (Yemek tarifi verir gibi okuma tarifi verdiğimin farkındayım ama utanmasam “mum ışığında okuyun asıl öyle lezzetli pardon etkili oluyor” diyeceğim ama seçkin bir blog yazarı (!) olduğum için demiyorum).

H.P. Lovecraft okurken… Kendisinden, daha doğrusu genel anlamda gotik edebiyattan (mesela hemen aklıma Poe geldi) ilham alan Nox Arcana adlı grubu dinlemenizi ise şiddetle tavsiye ediyorum. Transylvania adlı albümleri özellikle. Tavsiyemi dinleyin, gece okuyun ve bu albüm eşliğinde okuyun. Pişman olmayacaksınız. Öykülerin etkileyiciliğinin artacağından eminim.

Farkındayım, çok dağınık bir yazı oldu. Bu seferlik böyle olsun.