23 Ocak 2018 Salı

Mehmet Perinçek "Atatürk'ün Sovyetler'le Görüşmeleri"

"Türk - Sovyet dostluğu Misak-ı Milli'nin bir parçasıdır" diyen Mustafa Kemal'in bu sözünde emperyalizme karşı iki ülkenin ortak tavrını da yansıttığını görmemek mümkün değil. İki ülkenin devriminin birbiriyle olan ilişkisinin, birbirinin varlığının teminatına olarak, her iki ülkenin büyük devrimcilerinin de vurguladığı üzere Türk ve Rus ilişkilerinin tarihsel ve zorunlu ortaklığının "gericilik ve emperyalizme karşı" bir cepheye getirdiğini belirten Mehmet Perinçek, iki ülkenin ise "devrim ve halkçılıkta birleştiğini" söylüyor.

Sovyetler'den bakıldığında da durumun emperyalist bir dünya düzeni içinde gerçekleşen her iki devrimin de dünyadaki zayıf halkalarda gerçekleşmiş olduğunun altını çizen yazar, Türk kurtuluş mücadelesinin Komünist Enternasyonel'de antiemperyalist bir karakterde değerlendirildiğinin vurgulandığını belirterek, günümüzdeki kimi kendini bilmez vatansızların aksine bizim devrimimizin de karakteri itibariyle milli devrimlerin önünü açan bir yapıda olduğunu ifade etmekte.

1930'larda Sovyetler ve Japonya ile beraber Türkiye'nin dünyada en hızlı gelişen üç ülkeden biri olması, Sovyetler ve Türkiye arasında gelişen ilişkilerden bağımsız düşünülemez. Bu yüzden Mehmet Perinçek, belgelerle ortaya koyduğu üzere Sovyetler ve Türkiye arasındaki kesintisiz iletişimin her iki ülkenin de devrimlerinin ilk yıllarındaki karşılıklı iletişime sıklıkla dikkat çekiyor. Yalnız askeri bir ortaklıktan çıkmış olan bu ilişkiler, kültürel anlamda bir ülkenin yeniden yapılanmasından tutun da sanayisini kurabilmesine kadar kendisini belli eden bir çizgide ilerliyor. Sovyetler'in bir dost olarak görüldüğü ve Mustafa Kemal'in her daim vurguladığı üzere, bu dostluğun ebedi olmasının gerekliliği, her iki ülkenin de batıya karşı bağımsızlık davalarından vazgeçmemeleri noktasında yine kendisini belli ediyor. Yazar bunu SSCB'nin Leninizm'den kopması ile girdiği ve sonrasında uzaklaştığı Türkiye ile olan yakın ilişkileri ve ardından gelen emperyalist bir döneme girmesi ile örneklerken, bizim için de Türk devriminin Kemalizm'den uzaklaşmaya başladığı an yaşadığı sorunlar ile açıklıyor.

Falih Rıfkı Atay, "Türk dostluğu Leninizmin ananelerinden biridir" diyerek Sovyetler ve Türk dostluğuna vurgu yaparken, her iki ülke yetkililerinin anılarının da yer aldığı kitapta, okurken fark edileceği üzere yapılan ziyaretlerin dostça bir çerçevede geçmediği görmemek mümkün değil. Durumun, karşılıklı ifadelerin iki ülkenin kader ortaklığının ötesine geçmiş bir dostluğu yansıttığını görmek diyelim. Batı'ya karşı bir olduklarının kanıtı niteliğinde onlarca belge bulabileceğiniz kitap, bu dostluk ilişkisinin neden iki ülkenin birbirinin varlığına karşı bir teminat sayıldığını da kanıtlayacaktır.

Bir de önemli ek, yazarın belirttiği üzere Nutuk, Türkiye dışında ilk kez, 1929 yılında Stalin'in önerisiyle Sovyetler Birliği'nde yayınlanmış. 

20 Ocak 2018 Cumartesi

Fahrettin Ege "Lenin'in Üç Zaman Sentezi"

Yazar, devrimin geçmişin tekrarı beklentisine saplanması sorununa karşılık "üretken bir tekrar" olabilmesi için geçmiş, şimdi ve geleceği de içeren bir sentez olarak ortaya çıkması gerektiğini vurguluyor. Olay olarak devrimi incelerken, geçmişin şimdinin dayanağı, geleceğin de şimdiye mecbur oluşunu anlatıyor. Bunu da her bir devrimin bir öncekini tekrar eden bir görüntü sergilemesine rağmen aslında barındırdığı gelecek yönü ile ayrıştığını, tam da bu üçlü sentezin varlığı sebebiyle en nihayetinde gelecek yönünde farklılaşma ve üretkenliğin ortaya çıktığını belirtiyor. Burada faili şimdiye yerleştirerek, birden bir sıçramanın mümkün olmadığını da vurguluyor. Kendinde farkın eklenmesinin bir kapı açabileceği yani devrimci karakter kazandırabileceğini belirtiyor. Yani, devrimi sallama çay yapmaya benzetenler üzerinden örnekleyerek gideyim: Bir devrimin karakteri geçmiş bir devrimi andıracaktır ve fail, süregelen tarih içinde bir kırılma yaratarak ancak süreklilik içinde hareket kabiliyeti olan bir konumdadır. Bu sentezin anlaşılması kitap boyunca benim cümlelerimden daha güzel anlatılıyor ancak mesele Lenin'in milli demokratik devrimleri tarihin içindeki bir aşama olarak görmesi buna denk düşüyor. Tarihin (geçmiş) içinde zaten var olan aktör, bunun bir parçası olarak bu kırılmanın içinde "şimdi"de bu aşamada ancak böyle yer alıp, devrimin gelecek safhası için konumlanabiliyor. 

"Tekrar tarihçinin düşüncesinden önce devrimci eylemin ön koşuludur." diye belirten yazar, eğer, tarih içinde geçmişle bir ilişki üretici biçimde yani yeni bir inşayı yaratacak şekilde, sentezi oluşturacak biçimde oluşamazsa, yazar bunu ancak karşı devrimin galibiyeti ile sonuçlanacak bir son olacağını belirtiyor. Sadece geçmişin tekrarının arzusunu devrimci bir talepmiş gibi pazarlama yanılgısı içinde olan sözde devrimciler için karşı devrimci saptaması yapmamız boşuna değilmiş. 

Kaba tekrara dayalı ve mevcut durumun analizinden yoksun, yazarın ihtiyaç olduğunu belirttiği üzere yerelin ve coğrafyanın koşullarını idrak etmekten uzak, tek bir devrim modelinin tüm zaman ve yerlerde tekrar edilebileceği ve başarıyla ulaşacağı yanılgısına sahip olanların düştüğü çıkmazsın bir boyutu olarak, kendi kendilerinin ayak bağı olmalarıyla sonuçlanıyor. 

Fransız Devrimi ardından, Jakobenlerle özdeşleşen Bolşevikler üzerinden devam eden yazar, 1968 ve 1968'in tekrarını incelediği bölümlerle devam ediyor. 

Burada da kısaca bir şeye değineyim, mesela yazar yığınları alıp başını bir yere çekiştirmek ve sonunda bir şeye bağlamadan bırakacak bir hareketin bir kazanım olmayacağından bahsediyor. Bunu da bir yere bağlanmayan ve bir kimlik kazanmayan ancak çıkış noktası herhangi bir lokomotif kimlik ya da hareket noktası olan öncüler üzerinde Laclau ve Mouffe'a karşılık Zizek'teki  işçi sınıfını sürükleyip üzerinden ilerleyen antikapitalist hareketler ve sonuçları üzerine olan tartışmaya değinerek açıklıyor. Yani Laclau ve Mouffe'da farklı grupların farklı çıkar grupları değişken biçimde x zamanda şu grup olabilir vb, tanımlı olarak karşımıza çıkmıyor. İkisinden farklı olarak ise Lenin'in yöntemini karşımıza çıkarıyor; burada da öncül karşımıza sınıf olarak çıkıyor ancak devrimin karakteri halk devrimi biçiminde oluyor. Bunu, Jakobenlerin yanında kim vardı diye düşününce, Lenin'in tekrarını ya da sonrasında Kemalist Devrim'de kimler vardı diye düşününce görmek mümkün oluyor. Yığın kavramı burada önem kazanıyor. 

Lenin'in üç zaman sentezindeki "şimdi" boyutunu "halk cephesi" yani antiemperyalist cephe olarak Türkiye için değerlendiren yazar, bu cephenin milli demokratik devrimci cephe olduğunu çünkü  farklı terimler olsa da  her iki kavramın gösterdiği anlamın karşı konumlandığı yer olarak (emperyalizm ve yerli işbirlikçileri) aynı olduklarını belirtiyor. Bu durumda, Jakobenlerin ya da Bolşeviklerin, Mustafa Kemal'in yığınları konumlandırmasının şimdiki tekrarı bu şekilde gerçekleşirken, yerin ve zamanının yani failin rolüyle olayın karakteri ancak gelecek boyutuna farklılaşarak taşınabilecek, böylece ortaya bir olay çıkabilecektir. 

Son olarak 1968 olaylarından sonra solun küresel çapta bastırılması ve yansıtılması yolundaki girişimlere değinen yazar, tarihsel bağlarından koparılmış ve umutsuzluk zeminine çekilmiş bir devrim fikrinden ibaret kalmış bir solun nasıl yaratılmak istendiğine değiniyor. Bunu taraflı tarih yazımının kendisini soyutladığı gerçeklikle nasıl başardığını sürekli olarak zaten görmekteyiz ve zaten kullanmaktan nefret etsem de burnumuzun dibinde aslında her gün inşa edilmekte.

Bizim kör gözlü emperyalizm maşası olmuş, Lenin'in tabiriyle çocukluk hastalığı olan sol komünizm batağına saplanmış, radikalizmin çıkmazına girmiş güruh, "şimdi"nin potansiyelini aslında söküp alarak, sıçramanın gerçekleşeceği zemini bu yüzden geçmişten de kopararak geleceğin devrimci yönünü de yok saymaktadır. Böylece ortaya çıkan tablo boş nihilist, ancak bir noktada da inatla kendisini hala devrimci olarak tanımlayan bir komedidir. Sentezin ihtiyacını çok net anlatan kitabı alıp okumalarını tavsiye edelim. Kemalist devrimin tarihsel bağını yok sayıp hala "sınıfçı komünizm" gibi komik tabirler uyduran teori katillerinin, sosyalizmin akşam ne pişirsem sorusuna verilecek bir cevaptan daha kolay bir inşa süreci olduğu yanılgısına düşenlerin, anlam veremedikleri nedir diye düşünürken kitap yardımcı olacaktır. Tarihsel bir zorunluluk olarak Lenin'in ele aldığı ve Marx'taki devrimci diyalektiğin farklı yer ve zamanların ihtiyacına göre neden gerçekleşebilir olduğunu zaman boyutu üzerinden anlayabilirsiniz. Sonuçta, varılması gereken yerin işlevsiz sol bataklığında ortodoks hayallere kapılık geçmişin tekrarının hayaliyle değil yığınları ancak üç beş sandalyeye dizilmiş eşi dosta konuşma yapmayı, Kemalizm'e ve Kemalist Devrim'e bu saplantıları yüzünden saldırmayı devrimcilik sananların neden yanıldığını anlamak için okuyun.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Doğu Perinçek "Asya Çağının Öncüleri: 21. Yüzyılda Lenin Atatürk ve Mao"

"Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır; o sadece özleşecektir." 
Mustafa Kemal Atatürk

Marx'ın kapitalist ülkelerde ve Avrupa'da beklediği devrime karşılık, doğuda ve kapitalist olmayan ülkelerde gerçekleşen devrimlerin emperyalizm çağındaki devrimler olduğunu Lenin'in, Mustafa Kemal'in ve Mao'nun vurgularıyla ortaya koyan bir eser Doğu Perinçek'in Asya Çağının Öncüleri adlı kitabı. Marx, kapitalizmin ilerlemesi ve zirveye ulaşmasıyla beraber, yaratacağı çelişkilerin devrim için gerekli koşulları sağlayacağını belirtmekteydi. Ancak hayatının son dönemlerinde artık bu görüşünden uzaklaşmaya başlayarak, Avrupa'da beklediği devrimin de aslında Asya'da olacağını sezmiştir. Perinçek'in de eserinde belirttiği üzere, örneğin Marx, Türk köylüsüne, Türk halkına odaklanarak devrimci karakterlerine vurgu yapmış, Avrupa köylülüğünün en ileri temsilcisini onlarda gördüğünü belirtmiştir. Bu, yalnız iyi niyetli bir ifade olmanın ötesinde, beklenen devrimin gerçekleşeceği coğrafyanın öngörüsünün Marx'ta da mevcut olduğunu ifade etmektedir. Tıpkı, Rusya'ya dair yaptığı çıkarımın da buna benzer oluşu gibi. 

Perinçek, devrimin, yani milli demokratik karakteri olan devrimlerin Marx'tan sonra gelişmiş kapitalist ülkeler yerine sömürge ve yarı sömürge ülkelerde antiemperyalist bir karakter sergileyerek, vatan savunması cephesinde yaşandığını belirtmektedir. Buna da, bahsettiğimiz gibi Rusya, Çin ve Türkiye örnekleri üzerinden devrimci liderleri ile değinmektedir. 

Avrupa solunun Marksizmin ortodoksi batağında kalması ve milli demokratik devrimleri yok sayarak Asya'ya sırt çevirmesinin karşı devrimci ve emperyalist bir konumdaki bakışını vurgulayan Perinçek, artık devrimleri anlamanın yolunun Lenin, Mao ve Mustafa Kemal'i anlamaktan geçtiğini anlatmakta. Burada, Avrupa'da kalan Marksist düşüncenin de bu devrimleri yok sayan, mesela Latin Amerika'yı yok sayan yönünü ya da Afrika'ya kör yönünü de anlamak mümkün oluyor. 

Kurtuluş Savaşı'nın temel gücünün, Marx'ın işaret ettiği üzere Türk köylüsü olduğunu vurgulayan Perinçek, Mustafa Kemal'in "Köylü milletin efendisidir" sözünün altında yatanın demokratik devrimin karakterini açıklama noktasında önemine dikkat çekiyor. Tıpkı sonrasında Mao'nun Çin için izleyeceği yolda da yaşanacak süreç gibi.

Vatan savunması karakterinden ve vatanseverlikten yoksun bir devrim beklentisinin, kapitalizm çağında kalmış analizlerin ötesine geçemeyen beklentiler ve sözde devrimci iddiaların ancak Marx'ı, Lenin'i, Mustafa Kemal'i anlayamayanların hayal dünyası olduğunu kitap boyunca görebilmek mümkün. Mustafa Kemal'in ve Kemalist devrimin Asya ve ezilen ülkeler için nasıl bir önder olduğunu, Asya'daki devrimlerin yapısal olarak birbirlerine nasıl benzediğini ve aynı cepheye karşı nasıl bir mesaj olduğunu anlamak için metin iyi bir kaynak.

İşçilerin vatanı yoktur, diyen Marx'tan ancak ve sadece vatansız solculuk çıkarma yanılgısına düşenlerin işçilerin ulusal bağımsızlıklarını sağlamadan nasıl bir esaret altında olacaklarını idrak edemeyen günümüz sözde soluna karşı vatan savunmasının, antiemperyalist duruşun ihtiyacını tarihin ortaya koyduklarıyla ve nedense okuyup anlamadıkları teorinin desteğiyle ele alıyor yazar.

Artık devrimlerin antiemperyalist bir nitelik taşımak zorunda olduklarını çünkü çağımızın emperyalist bir çağ olduğunu belirten yazar, ele aldığı her üç vakanın da antiemperyalist cephede gerçekleştiğini vurgulayarak, antiemperyalizmin neden savunulması mecburi bir hat olduğunun altını tekrar tekrar çiziyor.

10 Ocak 2018 Çarşamba

Mehmet Perinçek "Avrasyacılık: Türkiye'deki Teori ve Pratiği"

"KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, tek kutuplu dünyada hak ve adaletin olmadığını vurguladı. "Afganistan'a bakın. Ne kadar barış temin edilmiştir? Irak'a bakınız. Her gece Irak halkına yapılanları televizyondan gördükçe, insanlığımızdan utanıyoruz. Bir ülkeye demokrasi götürmenin yolu buysa, eksik olsun öyle demokrasi" dedi. ABD'nin Irak'taki kayıplarının Amerikan halkından gizlendiğini söyleyen Denktaş, ABD'ye şöyle seslenilmesini istedi: "Askerlerini Irak'tan çek. Gaddar bir işgalci durumuna düştün. Irak halkı direniyor diye, bunları öldürmeye hakkın yoktur."
(sayfa:103 -Denktaş'ın Ankara'da yapılan Uluslararası Avrasya Sempozyumu'ndaki konuşmasından, 4 Aralık 2004.)

Dugin'in tarihsel olarak stratejik ortak olduklarını sürekli olarak vurguladığı ve Mehmet Perinçek'in de buna kitapta sıkça yer verdiği Rusya ve Türkiye'nin, küresel dünyanın saldırgan tek kutuplu dünya düzeninde elindeki tek kurtuluş yolu olarak seçenek olarak neden Avrasyacılık sorusuna, üstteki paragrafı alıntılayarak başlamak iyi olur diye düşündüm. Emperyalist işgalin Kıbrıs sorunu üzerinden geliştirdiği bölücü strateji karşısında, Kıbrıs'ı "bundan böyle kendi sorunları" da olarak gören Rusya'nın, ABD karşısında çok merkezli bir savunma hattının ihtiyacını vurgulaması ve buna Türkiye ve Türkiye'nin milli meseleleri açısından Denktaş'ın sözleri hareket içinde göz ardı edilemez.

Emperyalizme karşı konumlanırken oluşturulacak cephenin, milli değerleri ve ulusu savunma noktasında birleşmekten, bunu yaparken de emperyalist - yıkıcı yerel/yapay - inşacı kurgular yerine var olanı savunmaktan geçen bir yol çizen Avrasyacılık hareketi, bölgesel direniş noktalarıyla bir çıkışın mevcut olduğunu anlatarak, postmodernist işlevsiz yıkım çığırtkanlarına cevap veriyor. Küresel istilanın milli çıkarları hedef aldığını vurgulayan Perinçek de, özellikle milli değerleri ve çıkarları koruma hattının bu direniş noktasında hayati önemde olduğunu ifade ediyor. Mafyalaşan kapitalizmin kendi iç krizleri ve emperyalist çekişmelerin faturasını saldırının ve işgalin hedefinde olan coğrafyaların, toplumların ödediğini ifade eden Perinçek, ABD'nin parlatmaktan utanmadığı yeni dünya düzenin yarattığı korkunç tablonun yıkım, bölücülük, terör ve katliamla beslenen yüzünün bu politikanın, tek kutuplu dünya düzeninin işleyişinin bir sonucu olduğunu gösteriyor.

Buna karşılık Avrasyacılığın, Atlantikçi bölücü stratejilerin karşısına neler koyduğunu anlatıyor. Türkiye için kendi varlığını koruma noktasında Avrasyacılığı yegane çözüm olarak ortaya koyan Perinçek, Türkiye'nin bağımsızlığının da bu yoldan geçtiğini ifade ediyor. Dugin'in de vurguladığı gibi, aslında Avrasyacılık hareketi içinde, Atlantik'in saldırısına karşı dahil olması ihtiyaç olan ülkelerin Avrasyacı bir tutuma sahip olmaları gerekliliği de tam olarak bu. Tarihsel ve milli değerlerinden emperyalist işgal sonucu koparılmaya ve kimlikçi, bölücü hareketlerle ulusal bütünlüğünden koparılmaya ve tek kutupluluk içinde yok edilmeye çalışılan ülkelerin ayakta kalabilmeleri için, çıkar yol budur sonucu ortaya çıkıyor. Perinçek, bu yüzden emperyalist bakışın Avrasyacılık analizlerinin hareketi "gerici"likle eş tutarak yorumladığını belirtiyor. Bu tıpkı, batıyı ilericilik sanma ve doğuyu gericilikle, barbarlıkla eş tutan bilinçsizliğin farkında olmadan benimsediği bakış. Oysa bu kurgu, işleyen emperyalist işgalin bir yansıması maalesef. Oysa hatırlatmakta fayda vardır; Mustafa Kemal Atatürk "Biz Türkiyalılar Asyai bir milletiz, Asyai bir devletiz" demiştir (yazar da kitabın bir bölümün girişinde yer vermiş). Burada, batılılaşma, batıcılık ve batı medeniyetine tapınma konusunda kafa karışıklığı yaşayanlar için çok açık bir ifade mevcut. Emperyalizmi hazmedip oturmaktansa kendimizi bilmenin, yerimizi görmenin ve onu muhafaza etmenin hayati ihtiyacını anlamak, bir vatansever ve antiemperyalist olarak neden önemlidir, düşünelim...

Rusya ve Türkiye'nin bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve iki devletin de köklü tarihinin, ilişkilerinin geçmişini görmek, Avrasyacılık hareketi içinde iki ülkenin nasıl bir ilişki içinde olduğunu görmek ve anlamak adına çokça detaya yer veriyor yazar. Ben uzun uzun yazmayım, kitabı okursunuz. 

Son olarak, "ama Çin..." diye başlayan ve bir başka kara propaganda örneğine maruz kalan devlet olan Çin'i temsilen, işgalci ve eli kanlı Amerika'nın karşısına, Avrasya Sempozyumu'ndan şu sözleri paylaşayım:

"Çin Halk Cumhuriyeti'nde tek kutbun yeri yoktur.(...) Çin, bir gün güçlü olsa bile süper devlet olmayacaktır. Çin bir gün süper devlet olursa, bütün dünyaya çağrıda bulunuyoruz; onu birlikte devirmeye çalışacağız."
(sayfa:105 -Çin Halk Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Song Augio'nun Ankara'da yapılan Uluslararası Avrasya Sempozyumu'ndaki konuşmasından, 4 Aralık 2004).


9 Ocak 2018 Salı

Pierre Bourdieu "Seçilmiş Metinler"

Pierre Bourdieu'yü ve teorisini anlamanın en iyi yolu, kendisinin söylediklerini anlamaya çalışmaktan geçiyor; o yüzden Seçilmiş Metinler de, bu yol için iyi bir seçenek. Bourdieu'nün kendisinin derlediği yazı ve söyleşilerinden oluşan bu derleme, kendisinin bir sosyolog olarak gelişimin -mesela antropolojiden geçen yoluna da değinerek - bir özetini vermekten tutun, Distinction'a, spor sosyolojisine dek farklı metinler içeriyor.

Bourdieu kendi metodolojik gelişiminden, yapısalcılık ve fenomenoloji ile olan etkileşiminden başlayarak, etnolojik araştırmalarına da değinen bir söyleşiye yer vererek, örneğin Levi-Strauss ve Althusser'in kendi teorisi üzerinde nasıl bir etkisi olduğuna değiniyor. Bourdieu'nün metodolojisini keskin bir tanımla kafanızda soyutlamak bazen zorlaşıyor; ancak yapısal - inşacı olarak tanımladığı bir yer var mesela bu kitapta; bu yüzden Levi-Strauss'tan aldığı yapısalcılığı ya da gündelik hayatın, sosyal yaşamın pratikleri içindekini teorisinin içinde dahil etmeye giden yolda bir etnolog ya da yapısalcı gibi yaklaştığında yolu antropolojiden geçtiğinde (ki sonradan bu yoldan nasıl ayrıldığını da kısaca anlatıyor) görmek bu yüzden faydalı. Düşüncesinin gelişimi anlamaya başladıkça, Distinction'da vardığı noktanın arkasında nasıl bir birikim ve süreç olduğunu görmek Bourdieu'ya insanı tekrar hayran bırakıyor. Cidden. Yapı ve fail arasında kurmaya çalıştığı etkileşimde mesela ortaya habitusu attığı an bir yandan yapısalcılardan bir kopma sergiliyor ancak yine de, kendi adıma hala inatla Bourdiue'da yapının daha baskın olduğunu görüyorum. Bu kitapta da, belki anlatmaya çalıştığının tam tersini anlıyorum hala ama yine aynı şeyi düşündüm. Marx'tan kopmuştur, evet, ama yapı en sonunda yine; yapı....

Distinction'da uzun uzun yer verdiği kavramlarına dair kitaptaki metinlerde ya da söyleşilerde de açıklamalar mevcut; yine habitus, alan, yatkınlık, oyun okurun karşısına çıkıyor. Bourdieu'nün sınıf analizini anlamak için okunabilir; örneğin sosyal uzamdaki karşılaşmaları kavramları üzerinden açıklarken sınıf ya da sosyal gruplar diyelim, sosyal grupların habitusları çerçevesinde bu süreçlerin nasıl işlediğini açıklıyor. Weber'in statü gruplarını yine anabilirsiniz; güç ilişkileri ve sosyal konumların kendi mevkilerini muhafaza stratejilerinin gündelik yaşamda nasıl kendisini belli ettiğini, sosyal grupların kendilerini yeniden üretimde nasıl bir strateji izlediğini anlatıyor Bourdieu. Burada yeniden üretim demişken, onun yeniden üretim için işaret ettiği önemli kurumlardan birisi eğitim kurumudur, Seçilmiş Metinler'de de es geçilmiyor, değiniliyor. Eşitsizliğin yeniden üretimi hususunda özellikle konu üzerine olan diğer çalışması da yine tavsiyedir, sürekli tavsiye ediyorum biliyorum ancak çalışmanın güncelliğini kaybetmesi pek mümkün görünmüyor (Bourdieu & Passeron "Varisler").

Çok uzatmayayım; akademi hakkında da fikirlerini içeriyor kitap Bourdieu'nün. Alan kavramı üzerinden ayrıca entelektüel alana dair analizleri de mevcut. 

Okumak da anlamaya çalışmak kadar zevkli Bourdieu'yü; kendisine yüklenen tüm büyük sıfatları da boşuna hak etmemiş diyorsunuz.

8 Ocak 2018 Pazartesi

Aleksandr Dugin "İnsanlığın Ön Cephesi Avrasya"

Tek kutuplu dünya düzeni karşısına bir alternatif olarak, aslında alternatifin de ötesinde, ABD emperyalizminin çığrından çıkmış küresel istilası karşısına yerelin kendisini muhafazası adına bir çözüm olarak çıktığı belirtilen Avrasyacılık, ne olduğunu merak edenler için bu kitapta Avrasyacılık hareketinin en önemli isminin yazılarından ve söyleşilerinden oluşan bir derleme olarak sunulmuş.

Avrasyacılık, ele alınırken Atlantik karşısında, Atlantik'in saldırganlığına maruz kalma noktasında, Dugin'in ve doğal olarak bu hareketin de belirttiği üzere aslında Avrupa'nın da tıpkı Ortadoğu gibi aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Şu an dünyada bir Rusfobisi yaratmak için çaba sarf eden Avrupa ve ABD küresel medyası, Putin'in de destek verdiği Avrasyacılık hareketinin (Dugin, Putin'in danışmanlarından aynı zamanda, belirteyim) ABD'nin kendi kimliklerini yok ettiğini görmek yerine Rusfobisinin parçası olmayı seçmeyi kolay bulmuş olabilir tabi. Neyse. Oysa, Dugin'in anlatmaya çalıştığı, örneğin bir İngiltere'nin ya da İtalya'nın da tıpkı Türkiye gibi ya da Rusya gibi ya da İran gibi Atlantik karşısında aynı konumda olduğu.

Çok kutuplu yeni bir alternatif sunan Avrasyacılık, yerelin değerlerini küreselleşmenin emperyalist talancı politikasına karşı koruma amacı güderek ancak Avrasyacılıkla kendisini var edebilmeye devam edeceğini belirtiyor. Dugin, modernist bir anlayış olarak ele alabileceğimiz Avrasyacılık için içinde yaşadığımız durumun ise aslında postmodern bir dönem olduğunu, ancak bunun Avrasyacı hareket için bir fırsata çevrilebileceğini belirtiyor. Bunu şöyle düşünebiliriz; artık aşamaları görmek ya da beklemek gerekmiyor; bir dönüşüm için postmodern dönem bir gedik sunmaktadır ve Avrasyacılık, tek kutuplu düzenin egemenliğine postmodernizmin bu akışkanlığından faydalanarak, bunu kendisi için bir fırsata çevirerek - ve postmodernizmi modernizme yenik düşürmeyi amaçlıyor aslında, güzel gol olur - kendisini var etme şansı yüksek bir konumdadır diyor. 

Muhafazakarlıkla eş tutulan tüm yerel değerlerin, Atlantik'in, yani ABD emperyalizminin karşısında kendisini korumasının, ulusal değerlerin, milli değerlerin muhafaza edilmesinin Avrasyacılık'ın zaten bir amacı olduğunu belirten Dugin, çoklu merkezlerin bu değerlerin asla bir eritme noktasına getirmeyi hedeflemeyecek bir merkez rolü olacağının da altını çiziyor. Yani, kendisini hatırlaması gereken topraklara kendilerine gelmesini söylemenin, Amerika elinden özgürlük ya da demokrasi umma hatasına düşen insanları tutup sarsmanın mesajı da var bu noktada.

Atlantikçi evrenselcilik iddialarını tamamen reddeden Avrasyacılığın, bu yüzden kendisi hariç olana karşı kötü - yanlış - geri kalmış - barbar yaftası yapıştıran emperyalist bakışı içinde barındırmadığını özellikle belirtiyor. Bu yüzdendir ki Dugin, içinde Türkiye, İran gibi ülkelerin de olduğu yakın çevremiz ülkelerinin ABD/küresel işgal karşısında güçsüz kalmaması ve kendi değerleriyle, kendi tarihlerinden gelen değerleriyle varlıklarını tıpkı kendi ülkesi olan Rusya gibi istediği gibi, sürekliliğini garantileyen bir biçimde sürmesini istediğini de bu hareketin en önemli ismi olarak tekrar belirtiyor. Bu noktada elbette ülkelerin bağımsız çıkarlarından ziyade ortaklıklarının, örneğin Rusya - Suriye ilişkilerinde değindiği gibi, görmezden gelemeyiz ancak insanın toplumsal bir varlık olduğunu ve ülkelerin de etkileşimsiz topluluklar olmadığını hatırlamakta fayda var.

Dugin, ülkemiz de dahil olmak üzere Avrasyacılığı bir çözüm olarak sunduğu ve merkezi önem atfettiği ülkeleri oldukça güçlü ülkeler olarak ele alıyor; farkında olmamız gerekenin, ülkelerin farkında olması gerekenin, ulusların farkında olması gerekenin de bu olduğunu bu hareket kapsamında yeniden bir kez daha böyle görmekte fayda var. Ortak değerlerin, ulusal, milli değerlerin neden yaşamsal değerler olduğunu Avrasyacılık içinde de tekrar yorumlayan Dugin, tek-tipleşen dünyaya karşı elimizdeki gücün altını çizmek adına taviz verilmeyecek noktaları da belirtiyor.

Kitapta belki katılmayacağınız ifadeler de olacaktır, ancak haricinde yaşadığımız toprağın tarih boyunca önemli olduğunu günümüz şartları için de bir kez daha hatırlatacaktır. 

Oldukça güncel konulara da değinen yazılar var kitapta, öte yandan Avrasyacılığa dair teorik kısma da değiniyor Dugin.

Kısaca böyle. Avrasyacılık nedir, sorusuna cevap arayanlar için tavsiye.