31 Ağustos 2014 Pazar

Karin Tidbeck "Zeplin"

Sonunda Zeplin'i okudum!

Kitabı çıktığı zamandan beri okumak istiyordum ama ancak bugün okuyabildim. Hemen de okunuyor Karin Tidbeck'in kaleminden çıkan öyküler.

Kitabın arka kapağında Zeplin'e dair, blog'u takip edenlerin ya da Twitter'da beni takip edenlerin (@KarelerVeSayfalar) dikkatini çekebileceği üzere tam anlamıyla "hayranı" olduğum China Mieville'in şöyle bir sözü yer alıyor: "Sade ve canlı, temkinli ve tuhaf... İmkansızlıkların harmonisiyle Tidebeck, esaslı bir ses."

Şahsen, China Mieville dünya üzerindeki varlığımdan haberdar olsa bile sevinçten bayılabilecek bir yapıdayım; bir de yazdığım bir öyküye ya da bir kitaba böyle bir yorum yaptığını düşünüyorum da... Karin Tidbeck; mutsuz olmak için artık bir sebebin yok.

Lafı daha fazla China Mieville üzerinden uzatmayacağım zira konu Mieville övmeye doğru hızla ilerleyebilir. Hemen Zeplin'deki "garip" öykülerin çekiciliğine dair yazmak istediklerime yer vereyim.

İlk öykü "Beatrice" ile beraber, okumaya başladığınız anda elinizde tuttuğunuz kitabın sıradanlıktan nasıl sıyrılmış olduğunu anlamanız için yeteri kadar ipucu elinize geçiyor. Küçük bir ipucu; bir zepline aşık olan bir adam ve bir buhar makinesine aşık olan bir kadın karşımıza çıkıyor.

Sırayla tüm öykülerden bahsetmek gibi bir niyetim yok. Hediye paketini açmanızdan önce içinden çıkacak hediyenizin ne olduğunu öğrenmeyi pek de tercih etmezsiniz sanırım.

Karin Tidbeck'in öykülerinde İskandinav mitolojisi bariz biçimde kendisini gösteriyor. Hatta bir öykünün neredeyse tamamının aslında İskandinav mitolojisinden bir karakter üzerinden şekillendiğini bile söyleyebilirim. Haricinde, yazarın kitabın sonunda yer alan kısımda değindiği üzere bir çok öyküde küçük küçük, karşımıza bu zengin coğrafyanın kültüründen parçalar çıkıyor.

Zeplin, tuhaflığın cazibesini içinde barındıran bir roman. "Garip" diyorum ya, gerçekten garip. Karakterlerin ruh hali bazen o denli "garip" ki, deliliğin sınırı, kuzey ülkelerine has coğrafyanın ve insanların karakteristiği ve öykülerin bizzat hammaddesi olan kurgu o denli gerçekçi biçimde yoğruluyor ki, karşımıza çıkan anlatının bizdeki etkisi karışık da olsa bir çok güçlü duygu yaratmak oluyor. Nasıl mı? Mesela kitabı okuduğum süre içinde kesinlikle soğuğu hissettim. Ayrıca hüzün, keder, yalnızlık, karanlık, korku, umutsuzluk... Karin Tidbeck, Zeplin'de "garip" öyküler anlatıyor ancak hepsinin ortak noktasında, sanırım İskandinavya'nın karanlığı var.

Bunu İskandinav black metal gruplarında da her zaman hissedebilirsiniz; kendi havaları yaptıkları her işe yansıyor ve karanlığın baskın çıktığı bu diyarın insanların elinden çıkma sanat yapıtları kesinlikle dünyanın geri kalanına fark atacak bir çok noktayla öne çıkıyor.

Bugün pazar. Hava en azından İstanbul'un bulunduğum noktasında güzel. Fazla sıcak da değil. Çıkıp bir kitapçıya gidin. Gelirken de evinizde yoksa kahve alın. Sonra mümkünse İskandinav klasik müzik bestecilerinden bir şeyler açın; yaylıların ağırlıklı olduğu bir şeyler ama. Sonra da son adıma geçin; Karin Tidbeck'le tanışma ritüelinizi tamamlamak üzere, Zeplin'i okumaya başlayın. 

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Ağustos 2014'te Okuduğum Kitaplar


İşsiz kalmanın sayılı güzel yanlarından biri de okumak ve yazmak için bolca zaman olması görüldüğü üzere.


J. G. Ballard "Gökdelen"

YERDEN GÖĞE MEDENİYETİN DÜŞÜŞÜ

Etrafınıza bir bakın. Yükselen binalar, arasında kaybolmuş insanlar, betonlaşan bir şehir, alışveriş merkezinde gezmekten ibaret hafta sonlarına sahip insanlar... Yüksek binalarda oturmanın bir nevi ego tatmini sağladığı, bilmem hangi inşaatçının yaptığı devasa konutlarda, içinde her şeyin mükemmel gibi yansıtıldığı hayat kurguları içinde yer almaya hevesli onlarca insan... Borçlanarak, geleceğini ödeme planına göre ayarlamak pahasına da olsa daha yüksek bir binada, asla girmeyeceği havuzu daha büyük bir sitede oturmak için canını dişine takan insanlar...

Dev bir boşluk hissi. Kapitalizmin içinde erittiği tek şey insan emeği değil. İnsanların hayalleri ve beklentileri de farklılaşmaktan ve bireysel olmaktan çıkarak, bir sistemin yönlendirmesi doğrultusunda şekilleniyor. Kapitalizm, size bir hayal ve hayat sunuyor. Onun parçası olma gayesi ile on iki saat çalışmaktan gocunmuyor, akıp giden hayatın kıyısında kalmak pahasına (Elbette yaşamak için çalışmak ve acı da olsa bu sistemin parçasına dönüşme zorunluluğunun gerçekliğini yadsımıyorum) koşturup duruyor herkes. Kredi kartının taksitlendirdiği bir dünyada, ev kredisi ve araba kredisinin ödemesinden eğer bir şey kalırsa diye yaşamaya ve çalışmaya devam ediyor çoğunluk. Ancak, ihtiyaçların ötesine, yani bir araba sahibi olmak ya da ev sahibi olmak gibi ihtiyaçların, gıda tüketmek gibi ihtiyaçların ötesinde, bambaşka bir tüketim alışkanlığı kendilerine aşılanırken neredeyse derin bir uyku halinde kalıyorlar. Tüketim şekilleri, zaman geçirme şekilleri ve hayalleri benzeşiyor. Bir kalıptan çıkıp, bir kalıba girmek için yaşıyorlar. O büyük sitede, güvenlikli ve asla girmeyecekleri dev havuzun olduğu o sitede oturmak amacı, kast sisteminin olmadığı bir toplumda bile kendilerini başka bir sınıfa ait hissetmek ihtiyacı gibi yapay ve vicdansız bir ihtiyacın kölesi olduklarının farkına varamıyorlar.

Bu tip yüksek yapıların, dev sitelerin ve dünyayı ele geçiren betonlaşmanın cazip hale gelmesinde belki ilk akla gelen reklamcılarını suçlamak oluyor, ancak günah keçisi reklamcıları çıkarıp atsanız bile zihnin bir köşesinde, aşağıdaki gecekondu mahallesine ya da daha ucuz bir dairede oturan birine tepeden bakma ihtiyacının yaratacağı ego tatminini de reklamcıların yarattığını kimse inkar etmesin.

İnsan, daha da, daha da, daha da ve hep daha fazla isteyerek yaşıyor. Bir yarışın içinde, hangi konumda ya da hangi koşulla olursa olsun daha tepeye çıkmaya çalışıyor. Bir savaş. Modern hayatın getirisi olan tüm kolaylıkların sağladığı faydayı inkar etmiyor ya da kötülemiyorum lakin modern hayat dediğimiz şeyin de aslında modern perdesi altında süregelen ilkel bir savaştan farklı olmadığı aşikar. Hırs ve bitmek bilmeyen tüketme, öne çıkma arzusu ile insanlık, her daim taşlar ya da sopalar ya da makineli tüfekler ile olmasa bile bir savaş halinde. Elindeki iki bin liralık telefonu bir arkadaş toplantısında masaya bırakması ya da arabasının ne kadar pahalı olduğunu anlatması bir savaştaki sopa. Ya da hayallerinin tatilinin bilmem ne adasında olması ya da oturduğu sitenin hangi inşaat şirketinin son işi olduğunu belirtmesi, gerçekte sahip olduğu ya da olmasını dilediği her şeyin kelimelere dökülmesi, bir savaşın araç gereçlerinden bazıları.

BALLARD'IN GÖKDELENİNDEN MANZARA

J. G. Ballard'ın Sel Yayıncılık tarafından ülkemizde yayınlanan Gökdelen adlı kitabı, modern dünya adı altında sunulan gerçekliğin içinde yer alan bir gökdelende gittikçe çığırından çıkan insanların üzerinden tüketim toplumu ve insan doğası üzerine yaptığı oldukça etkileyici bir roman.
Şık döşenmiş daireler, ünlü tasarımcıların elinden çıkma ev eşyaları, sadeliğin, lüksün, konforun ve paranın satın alabileceği her değerin içinde yer aldığı evlerden oluşan iki bin dairelik bir konut var karşımızda. İçinde yaşayan her sakinin (!), oturdukları kata göre ayrıştığı bir sosyal yapının inceden inceye okuyucuya hissettirildiği romanın giriş kısmında karşımıza farklı katlarda ve haliyle farklı toplumsal tabakaları temsil eden bir kaç farklı karakter çıkıyor. Her birinin hayatlarına ve amaçlarına yaklaşıyor, onları tanıyoruz. Alt kattakiler, orta kattakiler ve üst kattakiler olarak ayrılan apartman sakinleri arasında gittikçe yükselmeye başlayan bir gerilim de ilk sayfalarda kendisini hissettirmeye başlıyor. 

İlkel bir yaşama doğru hızla seyre geçen apartman sakinleri arasında, içlerinde neredeyse medeniyete karşı bir öfke de aynı anlarda beliriyor. Asla ateşli silahlarla savaşmayan farklı gruplara dönüşen insanlar, kendi aralarında neredeyse kabileler kurarak ve yağmalayarak hayatta kalmaya çalışan hasta ruhlu işgalcilere dönüşüyor. Doktorlar, film yapımcıları, mimarlar... Artık hepsinin tek bir amacı var: Bu devasa gökdelenden asla ayrılamamak ve hayatta kalmak.

Gökdelen'de dikkat çeken bir diğer nokta ise pislikten, bozulan tüm sistemlerden kaçma fırsatı olmasına rağmen apartmanda oturanların inatla apartman dışına çıkmak istememeleri. Dışarıda kalan dünyadan öylesine bir uzaklaşma söz konusu ki, modern diye yutturulmaya çalışılan dünyanın aslında insanoğlu için bir anlam ifade etmediği gibi bir sonuca varılabilir. Güvenli ortam ya da sığınak ya da doğal yaşam alanı olarak tehlikenin ve korkunun hakim olduğu bir gökdelende hapis yaşamaya, hatta ölmeye bile razı olan karakterler karşımıza çıkıyor.

Final ise oldukça sert, insanlığın kendisini tamamen kaybettiği bir dünyanın beton içinde nasıl yeniden en ilkel haliyle karşımıza çıktığına tanık oluyoruz. Kesinlikle okunması gereken bir roman. 

29 Ağustos 2014 Cuma

Jaime Manrique "Cervantes Sokağı"

Her zaman söylüyorum; tipik söylencenin aksine bence insanı hayata aşk ya da sevgi bağlamıyor. Nefret, kin gibi insanların genelde "olumsuzluk" yüklediği diğer duygular bağlıyor. Bunların şiddetinin ve insanı güdülemesinin ise "olumlu"lardan daha yoğun olduğu kanaatindeyim. (Yaklaşık on iki yıl önce bugünlerde Agatha Christie'nin Noel'de Cinayet adlı efsane kitabını okuduğum gün kafamda bu kanı netleşti).

Yıllara meydan okuyan, soğuk yenen bir yemek olduğu söylenen intikam, Jaime Manrique'nin Cervantes Sokağı adlı sürükleyici romanında da karşımıza çıkıyor. Adından da anlaşılacağı üzere Miguel de Cervantes Saavedra'nın hayatından gerçekler etrafında şekillenen bir romanda, karşımıza şiir aşkıyla yanıp tutuşan, büyük bir şair olma hayaliyle gençliğin coşkusunun bir bedende buluştuğu, zorluklar içinde büyüyen genç Cervantes çıkıyor.

Eğitimi sırasında yakınlaştığı Don Luis Lara ile kardeş kadar yakınlaşacakları bir arkadaşlığı yaşamaya başlayan Cervantes'in hayatı bir kuşkunun Don Luis'in beynine yerleşmesinin ardından değişmeye başlıyor.

Edebiyat tutkuları ve aralarındaki dostluğa rağmen iki arkadaşın arasına, evet, tahminleriniz doğru, bir kadına duyulan ilgi giriyor ve Don Luis böylece kendisini hayatı boyunca yiyip bitirecek bir gerçeğin, Cervantes'e duyduğu nefretin kendisini ele geçirmesine izin veriyor.

Anlatıcının bazı bölümlerde Cervantes, bazı bölümlerde Don Luis olduğu romanda, kıskançlığın ve nefretin ve sonunda dönüştüğü akıl almaz takıntının etrafında ördüğü ağın içinde yitip gitmekte olan bir hayatın portresi olarak karşımıza Don Luis çıkıyor. Umutsuzluğun, kıskançlığın ve kinin içinde yıllarını geçirmekte olan Don Luis'in aksine (Ki zamanla Don Luis'in Cervantes'e karşı duyduğu nefrete bir de Cervatnes'in yazarlığına duyduğu alaycı fakat kıskanç tavır da ekleniyor), Cervantes romanda her daim ayakta kalmayı başarabilen ve içindeki umudu asla yitirmeyen, bakış açınıza göre hayalperest bir sarhoş ya da umudunu asla yitirmeyen bir yazar olarak bizleri karşılıyor.

Sebebinde Don Luis'in parmağı olduğunu öğrendiğimiz bir sorun üzerine yaşadığı yeri terk etmesinin ardından Cervantes bir savaşı, bir kaybı ve Cezayir'de köleliği yaşıyor.

Din unsurunun sıklıkla karşımıza çıktığı romanda, aynı zamanda bir savaş da yaşayan Cervantes üzerinden Türkler, din, dönemin Cezayir'i ve hatta dönemin tüm yönetim anlayışına dair okuyucunun dikkatini dağıtmadan ve hikayenin içinde bir an olsun bile okuyucuyu sıkmayan anlatımlar yer alıyor.

Don Quijote'nun yazım sürecini de kapsayan Cervantes Sokağı, insanı insan yapan değerleri irdelerken macerayı, aşkı, umutları, nefretleri ve edebiyatı, edebiyat aşkını bir solukta okunacak hareketli bir roman.  

28 Ağustos 2014 Perşembe

Jane Rogers "Jessie Lamb’ın Vasiyeti"

İNSAN IRKININ SONU NASIL GELECEK?

Kurgularının içinde insanlığın düşünmekten kaçınacağı temel konuları irdeleyen romanların cazibesi bir başkadır. Öleceği gerçeğinden bile kaçan okurların karşısına çıkabilecek belki de en cesur türlerden birisidir bilimkurgu. Ay’a yolculuğun sevimli fantezisinin yanında, canlı yaşamının dünya üzerinde son bulması ya da daha ağır biçimde, bencil insanoğlunu (sonsuza dek yaşayacağı yanılgısı içindeki insanoğlunu) dehşetten dehşete sürükleyecek şekilde insanlığın sonunu kurgular yazarlar çoğu zaman. Türün verdiği imkanlar ya da sınırların olmayışının yarattığı özgürlükle her konu yeri geldiğinde heyecanlı bir hikayeyi, yeri geldiğinde korku dolu bir geleceği sayfalarına yansıtır. Yaratıcılığın sınırsızlığı içinde birbirinden güzel eserler barındıran bilimkurgunun kendi adıma söylemek gerekirse beni hem en çok ürküten hem de en çok çeken yanı insanlığın sonunun gelmesini işleyen romanlar. En büyük korkumuz; evet ölüm. En büyük amacımız; sonsuza dek yaşamak. En büyük gerçek; hepimiz ölümlüyüz.

Ölümlülüğünü yenmek için üremeye devam ediyor insanlık. Daha fazla kalabalıklaştıkça sonunu getirdiğini, doğal kaynaklarını tükettiğini fark etmiyor; üremeye devam ediyor. Savaşların, yalanların, talanların, dehşetin ve korkunun kol gezdiği bu dünyaya bir insan daha getirip, devasa var oluş anlamsızlığını, korkusunu ve yalnızlığını bir insana daha pay ediyor. Kendi çektiklerinin aynısını yaşacağından emin olduğu halde inatla daha iyi bir gelecek beklentisi içinde olduğu çocuğuna, yeni elbiseler ya da oyuncaklar almayı, özel bir okula göndermeyi “iyi” sanırken, aslında çürüyen bir dünya ve çürüten bir gerçeklik içine onu fırlattığından neredeyse bihaber kalıyor. Oysa asıl gerçek sonluluk ve ölümlülüktür. Geleceğe miras olarak çocuk bırakmak ise ölüm karşısında acizliğin en derinden yıpratan yansımasıdır.

İnatla kendisini “sonsuza dek var etmeye çalışan” insanlığın elinden en kolay geleceğe kendisini aktarma yöntemi olan üremeyi, dünyadaki insan soyunun devamlılığını sağlayan üremeyi alın bakalım. Geriye ne kalıyor?

Geleceksizlik. Son. Hiç.

GELECEK İÇİN KENDİSİNİ FEDA ETMEYE HAZIR BİR KIZIN HİKAYESİ

2012 Arthur C. Clark Ödülü sahibi ve 2011 Man Booker Ödülü adayı bir kitap olan Jessie Lamb’ın Vasiyeti’nde, Jane Rogers’ın sürükleyici hikayesini, anlatıcımız Jessie Lamb’in ağzından okuyoruz.

AÖS (Anne Ölümü Sendromu) adında bir hastalık dünyaya yayılmaya başlar. Karnında bebekleri ile ölen anneler toplumu bir anda bir paniğe sürükler. Dünyanın sonu gelmektedir! Bunu insanlık mı hak etmiştir? Doğaya verilen tahribatın hesabını belki bu şekilde mi soruyordur dünya? Ya da artık beklenen son gelmiştir ve ellerimiz kollarımız bağlı şekilde bu gerçeği kabullenerek yaşamaya devam mı etmeliyiz?

Her bir kafadan farklı seslerin çıkması, farklı sivil toplum kuruluşlarının farklı amaç ve söylemlerle insanları etraflarında toplamasına şahit olduğumu romanda, anlatıcımız Jessie ile ilerliyoruz. Jessie’nin sık sık geri dönüşlerle okuyucuya sunduğu hikaye bir yap boz gibi tamamlanırken, hastalığın yayılmasıyla başlayan, ölümlerle devam eden sürecin hastalığa bir çare aranmaya başlandığı günlere kadar sürmesini okuyoruz. Hastalığa bulunan çözümün anne/kadın hayatına son vererek başarıya ulaşan bir çözüm olması ise okuru bir an durup düşünmeye davet ediyor; kitapta karakterler aracılığıyla sorgulandığı gibi, eğer bu sorun erkekleri etkileyen bir sorun olsaydı, yine bu denli güçsüz ve kaybet-kazan şeklinde bir çözüme mi gidilirdi? Yoksa daha etkili ve insan hayatına son vermeden başarıya ulaşacak bir çözüm için daha gayretli bir yol mu izlenirdi?

Toplumda kadının “üreme görevine” (!) vurgu yapan romanda, erkek egemen toplumlarda kadınların konumu sorgusu sık sık yapılıyor. (Okurken belki sizin de aklınıza Y: The Last Man adlı çizgi roman gelecektir) Cesur, korkusuz genç kız Jessie’nin aile içindeki sorunları, arkadaşlarıyla olan ilişkileri ve çevresinde gelişen bir çok dram ise hikayeyi kederli havası içinde karşımıza çıkan detaylardan bazıları.

Hayat zor, ergen olmak zor, zor bir ailede yaşamak zor ancak dünyanın sonu gelmek üzereyken insan ırkının devamlılığına katkı sağlayabilecek konumda olduğunu bilmek, buna rağmen bir şey yapmak – yapmamak arasındaki seçim daha da zor.


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Ned Beauman "Boksör Böcek"

Ned Beauman adıyla ilk kez  2012 yılında karşılaştım sanırım. O zamanlar, şu ana kadar çalıştığım tüm iş yerleri içinde tek sevdiğim ajans olan reklam ajansında staj yapıyordum. Bana kitaptan bahseden, beni işe alan kişiydi. Kitabı okumaya yeni başlamıştı ve bana anlattıkları da anında ilgimi kitaba yöneltmeme yetmişti: Agartha, Thule, İkinci Dünya Savaşı... Blog'u takip edenleriniz varsa, daha önce de onlarca kez belirttiğim gibi İkinci Dünya Savaşı ve Nazizm içerisindeki ezoterik detaylar, her ne kadar dünya tarihinde kara bir leke olmaktan asla öteye gidemeyecek bir vahşetin kalıntıları olsa da, bir şekilde ilgimi çekiyor. Tahmin edersiniz ki Agartha kelimesini duymak bile beni kitaba yöneltmek için yeterliydi. Uzun lafın kısası, Boksör Böcek ile tanıştığım bu konuşma sonucunda, yazarla da tanışmış oldum.

Ned Beauman henüz 29 yaşında bir yazar ve şu an kendisini çok takdir ettiğimi de her yerde fırsat bulursam övüyorum. 21 yaşında yazdığını öğrendiğim (Kendisi söyledi, ben 24 yaşında yazdığı için tebrik ediyordum ancak o beni düzeltti ve 21 yaşında yazdığını ifade etti - sevdiğim yazarlarla iletişim kurduğumda mutlu oluyorum gördüğünüz gibi buraya da yapıştırmak istedim fırsat bu fırsat) Boksör Böcek, kesinlikle şu an karşınıza çıkacak olan 21 yaşındaki bir çok insanın bilmediği bir çok detayı ve ilgilenmeyi akıllarına bile getirmeyeceği bir çok ilginç noktayı barındırıyor.

Dokuz parmaklı efsaneleşme yolunda ilerleyen bir boksör, bir böcek bilimci, Naziler, Nazi eşyaları koleksiyonları yapan bir adam ve onun için çalışan, garip bir hastalıktan muzdarip genç bir adam...

Domingo Yayınları ilginç kitaplar basıyor, süper kapağı ve çevirisiyle de ayrıca bir takdiri hak eden Boksör Böcek, kitap kapağında da görebileceğiniz üzere Literary Review'dan tutun da The Times'a kadar bir çok  yerden de övgü kazanmış.

Kitaptaki her bir karakter birbirinden ilginç ve bir şekilde kesişen olaylarla, geçmişten günümüze süren bir hikayeyi ağırlıklı olarak geçmişe dönüşlerle okuyoruz. Gittikçe artan gerilimle beraber, merak uyandıran bir sona hızla yaklaşırken, olan bitenin cazibesine kapılmamak da mümkün değil. Cazibeden kastım, hareket ve hikayenin ilginçliği.

Böyle kitaplar hakkında yazmayı pek tercih etmiyorum. Sebebi ise kitabı çok beğenmiş olmam, yazarı gerçekten (Evet hala 21 yaşında yazmış olduğu için ayrıca bir hayranlıkla ilerliyorum satırlarımda) beğenmiş olmam ve kitabın konusunun anlatılarak ziyan edilmemesi gerektiğine inanmam... ve şu an havanın çok sıcak oluşu. 

"Anophthalmus Hitleri" ile tanışmaya hazırsanız, yerinde duramayan bir romanı (Nasıl da tabir buldum!) okumaya enerjiniz varsa ve - elbette - Ned Beauman ile tanışmak istiyorsanız, sizi en yakın kitapçıya, Boksör Böcek ile tanışmaya yönlendirmek istiyorum.

Yönlenin. Pişman olmayacaksınız. 

Ransom Riggs "Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocuklar"

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları bir çok yerli ve yabancı kitap blog'unda ve Goodreads'te karşıma çıkıp duruyordu. Yazarı Ransom Riggs hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak okuduğum yorumları da göz önüne alarak (Doğal olarak, ya ne yapacaktım?) kitabı alınacaklar listeme ekledim.

Elbette araya onlarca kitap girdiği ve benim işi bırakmamın, İstanbul'dan bir süre ayrılmamın da etkisiyle kitabı almam bir süre ertelendi. Ta ki yazlık bir bölgede, bir öğle saatlerinde "kitap krizi" gelmişçesine kitapçıya daldığımda ve aradığım kitabı bulamadığımda onunla karşılaşana kadar. Kapıya yakın bir yerde duruyordu ve "e ben bunu alacaktım yaaaa" diyerek almam için bana bakıyordu. Aldım, almasam zaten şu an bu yazıyı yazamazdım.

Roman, baş karakterimiz, on altı yaşında Jacob'un ağzından anlatılıyor.  İkinci Dünya Savaşı (Bu blog gerçekten İkinci Dünya Savaşı'ndan kafasını kaldıramıyor adeta) sırasında hayatta kalan dedesinin anlattığı birbirinden garip masallar ve bu masallara eşlik eden fotoğraflara yıllarca inanarak büyüyen Jacob'un, büyümenin getirdiği gerçeklikle yüzleşme sonucunda, bu masalların ve fotoğrafların aslında sadece kurgular, hayaller ve fotoğraf hileleri olduğunu keşfetmesiyle başlıyor.

Dedesinin yaşadığı garip bir olayın ardından ruhsal sorunlar içine sürüklenen Jacob, sorunlarının üstesinden gelebilmek için dedesinin kendisine anlattığı hikayelerin gerçekleştiği, Bayan Peregrine'e ait eve gitmeye karar verir. Böylece hikayelerin gerçek dışılığıyla karşılaşacak ve gerçeği gözleriyle görmesinin ardından sorunları da son bulacaktır. Psikiyatrının tavsiyesiyle, babasıyla beraber adaya doğru yollanır ve her şeyin cevabını bulacağı bu adadaki serüveni başlar.

Birbirinden ilginç, gerçek koleksiyonculardan toparlanmış fotoğrafların eşlik ettiği roman hakkında daha fazla şey yazmayacağım ve sürprizleri sizlere bırakacağım. Okuyarak keşfedeceğinizden, bu süreçten de keyif alacağınızdan eminim.

Ben kitabı gerçekten sevdim, hatta bazen aklıma Neil Gaiman bile geldi. Sürükleyici, farklı karakterlerle ve hızlı olay akışıyla bir günde çabucak bitirebileceğiniz güzel bir roman Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları. 

1 Ağustos 2014 Cuma

G. Willow Wilson "Elif"

GÖRÜNMEYENLERİN DEVRİM ADIMLARI

Zamanla dünyanın şekli değişiyor. Coğrafi koşulların değişmesinden, havanın suyun değişmesinden tutun da insanların ve toplumların davranışlarına dek her şey değişiyor. Alışılagelen düzenler, gelişen teknoloji ile beraber yerini kimi zaman anlamanın zor olduğu yeniliklere bırakıyor, kimi zaman felaketleri, kimi zaman mucizeleri yaratıyor.

Toplumların değişen alışkanlıkları ve kazandıkları yeni özellikler, elbette her bir bireyin yaşamını ve fikirlerin şekillenmesini, yöntemlerin ve hareketlerin yenilenmesini de içinde barındırıyor. Gittikçe küçülen ve gittikçe dünyanın daha fazlasını ekranlarından insanlara sunan, bilginin en küçük ve kullanışlı kaynakları internet vasıtasıyla akıllı telefonlara ulaşıyor, bireyin elinin altında koca bir alemi taşımasını sağlıyor.

Gelişen teknoloji yarattığı fırsatları hayatın her alanına taşıdığından, artık siyasi fikirlerin yayılması, büyümesi ya da yok olması, toplumsal hareketlerin organize edilmesi, gerçekleştirilmesi de sanal dünyada vücut bulabiliyor. Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformlarının özellikle son yıllarda dünyada olduğu gibi ülkemizde de kitleleri harekete geçirme hızını ve etkisini bizzat yaşadık. En basitinden Haziran 2013 itibariyle sosyal ağların, her ne kadar bilgi kirliliği yarattıkları zamanlar da olsa insanların ana akım medyaya yansımayan haberleri nasıl öğrenmelerine vesile olduğunu hatırlayalım. Ya da ifade edilemeyen, günlük hayatta ve gerçek (ki aslında sosyal medya da gerçeğin bir parçasıdır) hayatta ifade edilmesi toplum baskısı yüzünden mümkün görünmeyen gerçeklerin sosyal medyada nasıl rahat ifade edilebildiğinde, saklanan ya da açık edilen kimlikler ağzından düşüncelerin nasıl paylaşılabildiğini bizzat yaşadık, yaşıyoruz.

Sanal dünyanın gücü açık. Bilgisayar başında elde edilemeyecek bilgi neredeyse yok gibi. Aynı şekilde sanal dünyayı kullanarak yapılabileceklerin sınırı da neredeyse yok. Bir kitabı okumak da mümkün, saklanan bir sırrı ortaya çıkarmak da. Yeni bir sistemin temelleri atmak da mümkün, bir ideolojiyi insanlara aşılamak ve taraftar toplamak da mümkün.

Özetle, çağımızı teknoloji çağı olarak düşünürsek, dünyada gücü elinde teknolojiye sahip olanın barındırdığını düşünürsek, sanal gücün aslında gerçek hayattaki güce eşdeğer bir konumda olabileceğini de kabul edebiliriz diye düşünmekteyim.

ELİF'İN SANAL, GERÇEK VE BİLİNMEYEN DÜNYALARA YOLCULUĞU

2013 World Fantasy Ödülü sahibi Elif, G. Willow Wilson'ın kaleminden çıkan, Monokl Edebiyat sayesinde, Gökhan Sarı'nın çevirisi ile dilimize kazandırılan bir roman.  Orta Doğu'da, bilinmeyen bir şehirde geçen Elif'de karşımıza genç bilgisayar uzmanı, hacker Elif çıkıyor. Gerçek adını romanın sonuna dek öğrenemeyeceğimiz 23 yaşındaki bu genç adamın bilgisayar başında geçen hayatı, yaşadığı bir aşk macerası ile değişiyor. Sevdiği kadını kaybedeceğinin farkına varan Elif, aşk acısıyla bir bilgisayar programı yazmaya başlıyor fakat kurduğu sistemi kendisi bile anlamasa da işler yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlıyor. Sevdiği kadın tarafından kendisine ulaştırılan bir kitap ise, Devlet'i Elif'in peşine takıyor. Neden, sorusuna cevap bulamayan Elif kendisini anlam veremediği bir kovalamacanın içinde, yanında Elf Yevm adlı cinlerin yazdığı söylenen, o efsanevi kitap ve içinde sakladığı sırlarla beraber kendisini Şehir'in bir ucundan bir ucuna kaçarken buluyor.


Bilinmeyen diyarlara yolculuk sırasında aksiyonun bir an bile eksik olmadığı romanda bolca alışılmadık varlıklar, cinler, gölgeler, rüyalardan gelen mesajlar okuyucunun dikkatini sürekli ayık tutuyor ve merak duygusunu gittikçe arttırıyor. Kitabın gizemi ve Şehir içinde değişen dengeler, devrimin ayak sesleri olarak okuyucuya yansıtılıyor. Sanal dünyada gücü ele geçirecek planların kol gezdiği macera sırasında yaşanan boyutlar arası gezintiler, gizemli bir şehrin yarattığı mistik ortam içinde yaratıcı ve ilginç detaylar şeklinde karşımıza çıkıyor. Orta Doğu'da yaşama ışık tutan göndermeleri, kadının toplumdaki konumunu anlatan detayları ile Elif, dini detaylarla bezenmiş, farklı bir fantastik roman olma özelliği taşıyor.