30 Ağustos 2014 Cumartesi

J. G. Ballard "Gökdelen"

YERDEN GÖĞE MEDENİYETİN DÜŞÜŞÜ

Etrafınıza bir bakın. Yükselen binalar, arasında kaybolmuş insanlar, betonlaşan bir şehir, alışveriş merkezinde gezmekten ibaret hafta sonlarına sahip insanlar... Yüksek binalarda oturmanın bir nevi ego tatmini sağladığı, bilmem hangi inşaatçının yaptığı devasa konutlarda, içinde her şeyin mükemmel gibi yansıtıldığı hayat kurguları içinde yer almaya hevesli onlarca insan... Borçlanarak, geleceğini ödeme planına göre ayarlamak pahasına da olsa daha yüksek bir binada, asla girmeyeceği havuzu daha büyük bir sitede oturmak için canını dişine takan insanlar...

Dev bir boşluk hissi. Kapitalizmin içinde erittiği tek şey insan emeği değil. İnsanların hayalleri ve beklentileri de farklılaşmaktan ve bireysel olmaktan çıkarak, bir sistemin yönlendirmesi doğrultusunda şekilleniyor. Kapitalizm, size bir hayal ve hayat sunuyor. Onun parçası olma gayesi ile on iki saat çalışmaktan gocunmuyor, akıp giden hayatın kıyısında kalmak pahasına (Elbette yaşamak için çalışmak ve acı da olsa bu sistemin parçasına dönüşme zorunluluğunun gerçekliğini yadsımıyorum) koşturup duruyor herkes. Kredi kartının taksitlendirdiği bir dünyada, ev kredisi ve araba kredisinin ödemesinden eğer bir şey kalırsa diye yaşamaya ve çalışmaya devam ediyor çoğunluk. Ancak, ihtiyaçların ötesine, yani bir araba sahibi olmak ya da ev sahibi olmak gibi ihtiyaçların, gıda tüketmek gibi ihtiyaçların ötesinde, bambaşka bir tüketim alışkanlığı kendilerine aşılanırken neredeyse derin bir uyku halinde kalıyorlar. Tüketim şekilleri, zaman geçirme şekilleri ve hayalleri benzeşiyor. Bir kalıptan çıkıp, bir kalıba girmek için yaşıyorlar. O büyük sitede, güvenlikli ve asla girmeyecekleri dev havuzun olduğu o sitede oturmak amacı, kast sisteminin olmadığı bir toplumda bile kendilerini başka bir sınıfa ait hissetmek ihtiyacı gibi yapay ve vicdansız bir ihtiyacın kölesi olduklarının farkına varamıyorlar.

Bu tip yüksek yapıların, dev sitelerin ve dünyayı ele geçiren betonlaşmanın cazip hale gelmesinde belki ilk akla gelen reklamcılarını suçlamak oluyor, ancak günah keçisi reklamcıları çıkarıp atsanız bile zihnin bir köşesinde, aşağıdaki gecekondu mahallesine ya da daha ucuz bir dairede oturan birine tepeden bakma ihtiyacının yaratacağı ego tatminini de reklamcıların yarattığını kimse inkar etmesin.

İnsan, daha da, daha da, daha da ve hep daha fazla isteyerek yaşıyor. Bir yarışın içinde, hangi konumda ya da hangi koşulla olursa olsun daha tepeye çıkmaya çalışıyor. Bir savaş. Modern hayatın getirisi olan tüm kolaylıkların sağladığı faydayı inkar etmiyor ya da kötülemiyorum lakin modern hayat dediğimiz şeyin de aslında modern perdesi altında süregelen ilkel bir savaştan farklı olmadığı aşikar. Hırs ve bitmek bilmeyen tüketme, öne çıkma arzusu ile insanlık, her daim taşlar ya da sopalar ya da makineli tüfekler ile olmasa bile bir savaş halinde. Elindeki iki bin liralık telefonu bir arkadaş toplantısında masaya bırakması ya da arabasının ne kadar pahalı olduğunu anlatması bir savaştaki sopa. Ya da hayallerinin tatilinin bilmem ne adasında olması ya da oturduğu sitenin hangi inşaat şirketinin son işi olduğunu belirtmesi, gerçekte sahip olduğu ya da olmasını dilediği her şeyin kelimelere dökülmesi, bir savaşın araç gereçlerinden bazıları.

BALLARD'IN GÖKDELENİNDEN MANZARA

J. G. Ballard'ın Sel Yayıncılık tarafından ülkemizde yayınlanan Gökdelen adlı kitabı, modern dünya adı altında sunulan gerçekliğin içinde yer alan bir gökdelende gittikçe çığırından çıkan insanların üzerinden tüketim toplumu ve insan doğası üzerine yaptığı oldukça etkileyici bir roman.
Şık döşenmiş daireler, ünlü tasarımcıların elinden çıkma ev eşyaları, sadeliğin, lüksün, konforun ve paranın satın alabileceği her değerin içinde yer aldığı evlerden oluşan iki bin dairelik bir konut var karşımızda. İçinde yaşayan her sakinin (!), oturdukları kata göre ayrıştığı bir sosyal yapının inceden inceye okuyucuya hissettirildiği romanın giriş kısmında karşımıza farklı katlarda ve haliyle farklı toplumsal tabakaları temsil eden bir kaç farklı karakter çıkıyor. Her birinin hayatlarına ve amaçlarına yaklaşıyor, onları tanıyoruz. Alt kattakiler, orta kattakiler ve üst kattakiler olarak ayrılan apartman sakinleri arasında gittikçe yükselmeye başlayan bir gerilim de ilk sayfalarda kendisini hissettirmeye başlıyor. 

İlkel bir yaşama doğru hızla seyre geçen apartman sakinleri arasında, içlerinde neredeyse medeniyete karşı bir öfke de aynı anlarda beliriyor. Asla ateşli silahlarla savaşmayan farklı gruplara dönüşen insanlar, kendi aralarında neredeyse kabileler kurarak ve yağmalayarak hayatta kalmaya çalışan hasta ruhlu işgalcilere dönüşüyor. Doktorlar, film yapımcıları, mimarlar... Artık hepsinin tek bir amacı var: Bu devasa gökdelenden asla ayrılamamak ve hayatta kalmak.

Gökdelen'de dikkat çeken bir diğer nokta ise pislikten, bozulan tüm sistemlerden kaçma fırsatı olmasına rağmen apartmanda oturanların inatla apartman dışına çıkmak istememeleri. Dışarıda kalan dünyadan öylesine bir uzaklaşma söz konusu ki, modern diye yutturulmaya çalışılan dünyanın aslında insanoğlu için bir anlam ifade etmediği gibi bir sonuca varılabilir. Güvenli ortam ya da sığınak ya da doğal yaşam alanı olarak tehlikenin ve korkunun hakim olduğu bir gökdelende hapis yaşamaya, hatta ölmeye bile razı olan karakterler karşımıza çıkıyor.

Final ise oldukça sert, insanlığın kendisini tamamen kaybettiği bir dünyanın beton içinde nasıl yeniden en ilkel haliyle karşımıza çıktığına tanık oluyoruz. Kesinlikle okunması gereken bir roman. 

Hiç yorum yok: