30 Temmuz 2013 Salı

Zaytung Almanak 2012


Tam zaman dilimi belirtip blog’umun kapatılmasını istemiyorum ama mesela lise günlerime gelen dönem itibariyle ülke gündemimizin gidişatı malumunuz. Yeri geliyor “yok artık” dediğimiz bir gün sonrasında dünkü “yok artık”ımızın seviye atlamış hali olan bir başka “yok artık” geliyor ve yıllardır, özellikle de son aylarda bu artarak devam ediyor.

Kaçımız gazeteyi açtığımızda ya da internetten bir gazetenin sitesine girdiğimizde, ya da televizyonlarda haberleri izlerken ya da haberlerin ardından tartışma programlarından birini izlerken “bu da gerçek olamaz herhalde” demiyoruz ki… İşte o gerçek olamazlar var ya, aslında o kadar gerçek ki, bir süre sonra en azından bende kulağıma gelen bir haber için sıkça “Zaytung haberi mi ya bu?” demeye başladığım günler yaşıyorum sıkça.

Bir “kişi” (diyelim mesela) öyle bir açıklama yapıyor ve onu bir şekilde duyuyorum ki anında “Zaytung haberi resmen bu” diyorum ya da.

Öyle ya da böyle, Zaytung hayatımıza girdiğinden beri gerçek haberi Zaytung haberinden ayıramadığımız dönemlerin de içinde bulunuyoruz zaten.

İşte bu nadide Zaytung haberleri de 2012 almanağında toplanmış halde. İnternetten okumak yetmez, elimin altında da dursun, canım sıkıldıkça açıp okurum, diyorsanız overlok makinesi ayağınıza geldi kısaca.

Başta Yozgat ve Bilecik’in Zaytung’dan yıllardır çektiğini, belediye başkanlarının icraat ve planlarını, son dakika haberlerini, üniversitedeki çömezleri, ergenleri, futbolcu transferlerini, hafızanıza kazınan bir çok dürüst, tarafsız ve ahlaksız haberi Zaytung Almanak 2012’de bulabilirsiniz.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Alison Bechdel "Cenaze Evi / Şenlik Evi"


“Anne babamın kendinden geçmiş biçimde işlerine gömülmeleri, bende tanıdık bir burukluğu canlandırıyor. Onlara yaratıcı yalnızlıklarını besledikleri için kin duymam belki de çocukçadır. Ama onları besleyen tek şey buydu ve her şeyi yutuyordu. Onları örnek alarak, çok geçmeden ben de kendimi beslemeyi öğrendim. Ama bu bir kısır döngüydü. Kendi yeteneklerimizden aldığımız doyum arttıkça, yalnızlığımız da artıyordu.

Evimiz bir sanatçı kolonisi gibiydi. Beraber yemek yiyorduk ama onun dışında herkes kendi dünyasında yaşıyordu. Ve bu yalnızlıkta yaratıcılığımız bir saplantı halini alıyordu.”

Berlin’in (Jason Lutes) ikinci cildini almak için haftasonu o sıcakta üşenmedim çarşıya indim (Beşiktaş), Arkabahçe’ye uğradım. Tam kasada ödeme yapacakken bu kitaptan haberim olup olmadığını sordular, yok dedim. Biraz kitaptan bahsettiklerinde, bir ailenin trajikomik hikayesi olduğunu ve neredeyse “ilk on çizgi romanlar” içinde kendisine bir yer ettiğini duyunca da (reklamcının reklamdan etkilendiği ilahi an) kitabı aldım.

Kediler poşeti yemeye, içine girmeye, kitabı merak edip tırmanmaya çalışsa da Abbasağa Parkı’nda saçlarıma tırmanmaya çalışan bir kedi eşliğinde kitabı kurcalamaya başladım. Peşinden eve gidip hemen okumaya başladım. Kitabı elimden bıraktığımda ise kitap bitmişti ve izleyecek siyasi bir tartışma programına takılıp hayatıma devam ederken, arka planda hala kitabı düşünüyordum.

Cenaze Evi/Şenlik Evi, adını Funeral Home’un kısaltmasından (Fun) alıyor ve ortaya böyle bir isim çıkıyor. Yazarı Alison Bechdel’in kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bu çizgi roman, bana devamını da merak ettirdi. Öğrendiğime göre ağırlıklı olarak babası ve babasıyla olan ilişkisini temel alan bu kitabın ardından bir de annesi yönünden hayatını göreceğimiz bir eseri ya yaratacakmış, ya da yaratma aşamasındaymış. Netleştireyim, bilgiyi güncellerim.

Kitapta, cenaze evi işleten, aynı zamanda lisede edebiyat derslerine de giren babası, tiyatroya ilgili bir sanatçı olan annesi ve iki erkek kardeşi ile beraber yaşayan Alison’ın gözünden babasının eşcinselliğinin ailesi üzerindeki etkilerini ve Alison’ın kendi eşcinselliğini keşfini görüyoruz. Ama, açıkçası asıl odaklanılan nokta eşcinsel babasının kendi eşcinselliğini “yansıttığı” bir kızını ve kızın kendisini üzerinde yorumlayabileceği babasını görüyoruz. Babası, örneğin, kendi takmak istediği tokayı taktığı kızında ya da babasının kıyafetlerini giymiş halde gezinen kızında bunları görmek, bu yansımaları görmek mümkün. Ya da ev dekorasyonu konusundaki tutumunda, süslemeye ve belki de çiçeklere olan aşırı düşkünlüğünde, karısına karşı olan aslında ilgisizliğinde...

Her biri kendi hayatını yaşayan aile bireyleri arasında, kendi gizleri ve çileleri içinde geçtiği bariz olan bir hayatın bir çocuğun gelişimindeki etkilerinin yanısıra, babasının şüpheli ölümü de ergenliğinin içinde olan genç bir kız için ailesini yeniden bir “keşif” dönemine sokuyor adeta. Zira babası bir kamyon geçerken gördüğü bir şeyden dolayı ya da bilinçli olarak kendisini geriye doğru atıyor ve kamyonun altında kalarak hayatını kaybediyor. Taşrada yaşayan ve “kendisini” yaşayamayan bir adamın belki de bilinçli yaptığı bu tercihin altını kurcalamaya da kitap boyunca devam ediyoruz.

Aile içindeki durumdan etkilenerek örneği takıntılı davranışlarıyla boğuşmak zorunda kalan yeni ergenliğe girmiş bir kızın, tuttuğu günlükte bile yalanlara ve saklamalara mecbur kalacağı ölçüde ifade zorluğu yaşıyor olmasını görmemiz de ayrıca ele alınabilecek bir durum bence.

Öte yandan kocasının durumunu bilen ve yüzü artık gülmeyen bir kadının anneliği altında kalan çocuklardan, biz olan biteni ancak ve ancak Alison’ın gözünden görüyor, tanıtmaya çalıştığı annesi hakkındaki daha çok şeyi ise hikayedeki kırılma noktalarından biri olan Alison’ın lezbiyenliğinin itirafı ve peşinden gelen babasının ölümü sürecinde öğrenebiliyoruz.

İlginç ve sürükleyici bir hikaye. Bir çocuğun büyümesinin tüm sancıları, kendi meşguliyetlerini kendi üzüntüleri arasında devam ettirmeye çalışan birbirinden kopuk aile bireyleri ekseninde dönen, yer yer karamsar, yine de içinde hep bir yaratıcılık bulunan bir trajikomik hikaye Cenaze Evi/Şenlik Evi.


28 Temmuz 2013 Pazar

Neil Gaiman "Anansi Çocukları"


Anansi Çocukları'nı daha önce orijinal dilinde okumaya karar vermiş, daha doğrusu bu kararı vermek zorunda olduğumu düşünmüştüm zira Türkçe çevirisi yoktu. Şimdi iyi ki bu kararı uygulamak için aylarca beklediğim için memnunum; o arada İthaki Yayınları kitabı dilimize çevirdi bile. Bana düşen de mutlu mesut, kendi dilimde okumanın verdiği rahatlıkla kitaba gömülmek oldu.

Neil Gaiman'ın sağ olsun, her zamanki gibi gerçek dünya diye tabir edilen ve beni sıkıntıdan boğan dünya içinden beni çıkarıp, çoklukla zamanımı geçirdiğim başka bir dünyaya doğru çekmeyi Anansi Çocukları'nda da başarıyor. Öte yandan, elbette, başarmaması gibi bir durumun söz konusu olacağını da sanmıyorum.

Hikaye şöyle; annesiyle beraber yıllar önce babasını Amerika'da bırakıp İngiltere'ye taşınan Şişko Charlie Nancy (ki kendisi aslında şişko değil), evleneceği haberini babasını vermek için yıllardır haber almadığı babasına ulaşmaya çalışır ve aslında babasının öldüğünü öğrenir. Cenazesi için Amerika'ya gittiğinde ise babasının aslında bir tanrı olduğunu, üstüne üstlük bir de kardeşi olduğunu öğrenir; Örümcek.

Hikayenin bundan sonrasına dair ağzımı açmak, gidişata dair bir şeyler söylemek istemiyorum. Başkası bunu yazsa kızardım çünkü.
Anansi Çocukları'na dair söyleyeceğim başka şeyleri ise yazmadan geçmeyeceğim; öncelikle ilk aklıma gelen baş karakterin Yokyer'deki karakteri bana fazlasıyla anımsatıyor oluşu. Bunu olumsuz bir nokta olarak söylemiyorum; yine Londra'dan bıkmış (aslında bıkmış değil de, nasıl desem, sanki Londra rutini içinde artık ona cazip gelen bir şey yokmuş gibi durum...), kız arkadaşı ile evlenme yolunda ve aslında, alttan alta bu ilişkinin gidişatında bir nebze "acaba" barındıran bir erkek, sessiz, sakin, çekingen ve sürekli yerin dibine geçeceğine dair bir fikri olan... Hikayede karşımıza çıkacak olan kardeşi Örümcek'in "parti insanı" havasından oldukça uzak, kendi halinde, sönük ve silik bir Charlie Nancy.

Tersi olarak bizi yer yer kendisine hayran bırakan, yer yer kendisinden "gıcık kaptıran" Örümcek'ten o denli uzak.
Ve babaları, Anansi'den, yani tüm masalları kaplandan almış olan, dünyanın başından beri tüm hikayeleri kendi egemenliğine geçirmiş olan, caz hayranı, dans ustası, şapkasıyla görmezden gelemeyeceğiniz, bir başka özgüven ve zevk - sefa portresi olan babasından o denli uzak bir Charlie Nancy.

Karşımıza çıkan karakterler birbirlerinden o denli uzak yapılara sahip ki; bu karakterlerin yaratımında geçen emek her birini ayrı birer hikaye konusuna çevirebiliyor. Üstelik bu sadece Anansi ve oğulları için değil, kitapta yer alan hemen her karakter için geçerli. Bir grup yaşlı "cadı" ya da yemek yemeyen bir müstakbel kaynana, ya da iş bitirici bir polis olarak karşımıza çıkan genç bir kadın ya da hırstan gözü dönmüş "kesinbiki" sinir bir adam olan patron...
Dünyanın başına kadar sizi götüren, tüm masalların sahibiyle tanıştıran, o masalları almak için kim bilir kaç karakterin nefretini kazanmış olan Anansi’ye götüren Anansi Çocukları, kesinlikle büyümüş ve hala küçük kaldığı için mutlu olan insanlara bir hediye.

Her zamanki gibi “hadi oturup bir 50 sayfa okuyuyayım yatmadan” diyip 150 sayfa okumuş halde kalktım kitabın başından, bıraksalar tek bir seferde okuyup bitirirdim ama bırakmayanlar iş – güç ve sabah erken kalkma gerekliliğinden oluşan bir üçlüydü.

Dünya, günlük hayatınız ne kadar sıradan gelirse gelsin sizi her zaman Neil Gaiman gibi bir yazar daha başka bir şeylerin de mümkün olduğuna ya da bunun hayalini kurmanın, bunu kağıda dökmenin ne kadar şahane bir şey olduğuna ikna edebilir. Böylece her gün bir nefes ardından bir nefes daha alarak bitirmekten başka bir şey yapmadığınız bir gün dev anlamlar kazanabilir.

Okuyucu olarak ayrı, bir yazar parçası olarak ayrı etkiliyor Gaiman beni. (Yazar parçası benim elbette burada, ustaya demiyorum “kesinbiki”.)

Not: “Kesinbiki” lafı da kitaptan dilime dolandı, Şişko Charlie’nin gıcık ötesi patronu sayesinde.

26 Temmuz 2013 Cuma

Jason Lutes "Berlin Taş Şehir"


Jason Lutes’in Berlin “Taş Şehir”i, Cinayet Sırları’ndan (Neil Gaiman – Craig P. Russell) sonra okuduğum ikinci çizgi roman. Oldukça uzun bir aranın ardından çizgi roman okudum kısacası. Ve öyle beğendim ki, ikinci cildi Duman Şehir’i de haftasonu alıp okumaya başlayacağım.

Seri hakkında ve çizeri hakkında kısaca bir kaç bilgi vermek istiyorum; bu seri bildiğim kadarıyla toplam üç cilt ancak dilimize çevrilenler sadece ilk ikisi. Onları da Marmara Çizgi etiketiyle bulmanız mümkün. (Ben Beşiktaş’taki Arkabahçe’den aldım.)

Jason Lutes ise 1967 doğumlu, Amerikalı bir çizer. Genel olarak tarihi çizgi romanlar yaratsa da, klasik tarzda da eserleri mevcutmuş. –muş diyorum zira benim kendisi hakkındaki bilgim okuduğum tek kitaptan ibaret, bildiğiniz gibi.

Berlin “Taş Şehir”e dönecek olursak.

Hikayemiz, 1928’in eylül ayında, Berlin’e sanat okumaya giden Martha Müller ve gazeteci Kurt Severing’in trende karşılaşmaları ile başlıyor. Fakat bu başlangıç, karakterlerin sayısı karşısında sizi bir önyargıya kaptırmasın: Her ne kadar ana eksende bu iki karakteri görsek de aslında hikaye boyunca bir çok farklı kesimden karakterin hayatlarına odaklanıyor, bölüm bölüm Berlin’de olan biteni her bir kesimin gözünden görebiliyoruz. Karakterlerin çeşitliliği bence dönemi yansıtması ve gelecek olan günlerin/karanlığın resmedilmesi bakımından mükemmel bir seçim olmuş zira olayların başladığı dönem olan, Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti dönemine bir çizgi romanda ışık tutmak daha şık olamazdı (diye düşünmekteyim.)

Burda küçük bir parantez açtığımı varsayın; kitabın konusundan daha önce haberdardım ve beni almaya iten kesinlikle Alman tarihi içermesiydi. Sizi bilemem ama özellikle ilgimi çeken Nazi Almanyası öncesini kapsayan bu dönem de ilgimi çekmekte. Vurgulayarak belirtmemin sebebi ise bu döneme ya da Alman tarihine bir ilgisi olmayan, özellikle de çizgi romandan haz etmeyen bir okur için belki de zor okunacak bir eser olabilir. Ya da tam aksine, ilgisiz ancak şu yazıdan sonra merak duymaya başlayan biri için de –elbette – doğru seçim olacağı kanaatindeyim.

Devam edelim.

Alman Nasyonel Sosyalist Partisi’nin yükselmeye başlayacağı dönemin sokaktaki yansımalarını, gruplaşmaya başlayan halk,  bir Yahudi ailesinin içinde olduğu durumu, bir sanat öğrencisinin almaya başladığı eğitimi sorgulaması, bir polisin görevleri ve fikirleri/vicdanı arasında kalması, bir gazeteciden gazeteci gözüyle olan bitenleri yorumlaması Berlin “Taş Şehir”in iskeletini oluşturuyor. Dediğim gibi, baş karakterler olarak öne çıkan isimlerin haricinde her bir bölümde karşınıza çıkan hikayeler ile dönemin toplum yapısının içindeki acıyı, nefreti, inancı an be an izleyebiliyorsunuz.

Finale doğru yaklaşan 1 Mayıs’ın ( kitapta 1 Mayıs 1929’u gösteriyor tarihler finale geldiğimizde) farklı gruplar ve polis üzerinde oluşturduğu etkinin karelere yansıyan her bir kesimi, bana nedense pek uzak gelmedi. Yakın, hem de pencereden içeri dolan mesela bir biber gazı kadar yakın geldi. Şiddet kullanımı üzerine vicdan muhasebesi yapan bir polisin, komünist bir kadının, Heil Hitler diye sokaklarda bağıran onlarca insanın içinde oldukları gerginlik… Ve 1 Mayıs.

Okurken siz de Kasım Devrimi’ni, Rose Luxemburg’u, Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasını anacak, Hitler’in iktidara gelişi ise yerle bir olacak olan bir ülkenin içinde bulunduğu karanlığı yaşayacak, karakterlerin içine düşeceği muhtemel siyasi durumları biliyor olmanın kimi zaman üzüntüsünü yaşayacaksınız.

Okumanızı kesinlikle tavsiye edeceğim, her ne kadar her şey çizerin hayal ürünüdür denilse de tamamen tarihle dolu bir çizgi romanı okuyor olacaksınız.

23 Temmuz 2013 Salı

Alıntı: Berlin "Taş Şehir", Jason Lutes


"Dünyanın bir kaçış noktasına doğru birleştiğini görmek istemiyorum! İnsanları kas ve iskelet yapıları ya da gülme yetilerini control eden kas grupları açısından değerlendirmek istemiyorum. Bunları gördüklerimle bağdaştıramıyorum."

("Berlin, Taş Şehir", Jason Lutes. Sayfa 124.)

Note: Image in that post is from http://hoodedutilitarian.com/2013/03/make-it-bigger/ 

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Sıradaki Kitap: Berlin "Taş Şehir"


Murat Aydın "Sineklerin Kanadı Yoktur"


Sineklerin Kanadı Yoktur, yazarı Murat Aydın tarafından bana okumam için gönderilen bir kitaptı. Bu sıralar gerçekten, içimden geçen tabiri blog yazısında kullanmamak için kendimi zor tuttuğum kadar zor günlerin içinde yaşadığım için kitabı okuma fırsatını da biraz geç buldum.

Açıkçası/belki gergin bir dönemde okuduğumdan olsa gerek kitabı okumak da benim için ayrıca incelenebilecek bir süreçti.

Yeni okuduğum bir yazar olduğu için kitabın konusundan kısaca bahsedip, yazar ve yazımı hakkındaki fikirlerime geçmek istiyorum.

Bir şirkette çalışan, yalnız, rutin hayatının içine sıkışmış bir karakter var elimizde. Öyle bir durumda ki kadınlara yakınlaşmak istiyor, hayatında bir kadın olsun, evlensin, mutlu olsun istiyor ancak neredeyse iletişimi yok denecek seviyede, bu yüzden yirmi beş kadının çalıştığı (kadın sayısını “sayı” olarak ifade etmek beni ayrıca geren bir durum, umarım anlatabilmişimdir) neredeyse tek bir kadınla bile bir arkadaşlık kurabilmiş değil. Karşısına ise daha sonra çıkan bir kadınla bir süreç başlıyor ve hikaye hareket kazanıyor.

Kitabı okumak isterseniz, detayları görebilirsiniz.

Gelelim benim kitap hakkında kısaca söylemek istediklerime.

Birincisi “yazarın görüşü” yerine “karakterin görüşü” olarak ilerleyeceğim.

Başlayabiliriz.

Karakterin kadınlara bakışı rahatsız edici derecede. Kadınları kıyafetlerine, makyajlarına göre acımasızca yargılıyor ve bu neredeyse –bence- hastalıklı bir hal almış. Zira kadınlarla iletişim kuramamasının altında böylesine garip düşüncelerinin olması yattığı kanısındayım. Mini etek giyen kadınlara, kırmızı ruj süren kadınlara bakışı akıl alır gibi değil. Ilk sayfalarda özellikle sık sık kitabı bırakıp etrafımdaki insanlara bu konudan yakındım. Nereyse ilk yirmi sayfa içinde (yanlış hatırlamıyorsam) üç kere “yosma” ve “fahişe” kelimelerini kullanıyor karakter. Üstelik, gayet kişisel bir durum ya da tercih ya da her neyse, kişiye özel bir durum olan seks hayatı üzerinden de kadınları yargılıyor. Mesela “haftada kesin iki kere seks yapıyordur” diyerek bir kadından bahsediyor. Kadının indigendiği konum o kadar rahatsız edici ki, karaktere karşı yakınlık duymam imkansızdı.

Diğer bir nokta, karakterin işine dair detayların yoğun biçimde işlenmesi. Detaylar, işleyiş biraz uzun tutulmuş gibi.

Eklemek istediğim son nokta da, birinci tekil şahıs ve üçüncü tekil şahıs anlatımlı bölümler birbirinden ayrı olarak yazılmış. Bölümlerde bazen karaktere dışarıdan bakıyor, bazen kendi sesini duyuyorsunuz. İlgimi çeken ise bazen (şu an aklımda kalan, aslında tek bir yerde) üçüncü tekil şahıs anlatımın olduğu bölümlerde, pat diye bir cümlede birinci tekil şahısa dönülmesi. Gözden kaçan bir ayrıntı olarak düşünüyorum. Bilinçli bir tercih ise bilemem. Zira üçüncü tekil şahıs olan bölümün içindeki bir paragrafta anlatım bir cümlede birinci tekil şahsa dönüp, sonra tekrar üçüncü tekil şahıstan devam ediyor mesela.

Konun ilerleyişine gelince… Karakterimiz hayatına dahil olsun istediği kadınlar, gündelik hayatının rutininden kurtuluşu, peşinden gelen süreç… Tarzına göre ilgisine çekenlerin beğenerek okuyabileceği bir kitap olabilir.

Yazara bir şans tanımak isteyenler, merak edenler kitabını D&R’lardan edinebilir, eklemek istedim.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Susanna Kaysen "Girl, Interrupted"


"Emptiness and boredom: What an understatement. What I felt was complete desolation. Desolation, despair and depression."

Girl, Interrupted’I okumaya Okuyan Kedi’nin blog’unda kitap hakkındaki yazısını gördüğümde karar verdim. Öyle bir zamanlama ile ve öyle güzel yazmış ki, yazıyı okumayı bitirdikten kısa bir süre sonra kitabı okumaya başlamıştım bile.

Otobiyografik bir kitap olan Girl, Interrupted, yazarı Susanna Kaysen’in intihara teşebbüsü ardından yatırıldığı hastanede geçen sürecin anlatıldığı bir roman. On yedi yaşında iken yatırıldığı hasteneden neredeyse on dokuzunda çıkan yazar, kendisine konan teşhis ve hastalığına/kendisine dair detaylara ise sürecin sonunda ulaşıyor. Borderline Personality Disorder, yani ülkemizde sıkça bir çok (tabirimi bağışlayın lütfen ama) gerizekalının birbirine hakaret etmek amacıyla, “cool”(!) bir kelime olduğunu düşünerek yeri geldiğinde hiç bir dayanağı olmadan kendisini tanımlamak için kullandığı bu hastalıktan muzdarip genç bir kız olan Susanna’nın, içinde olduğu hastalıkla cebelleşme sürecinin yanı sıra hastanede yatan diğer insanların ve genellikle kendi çevresini oluşturan kızların ruhsal durumu ve aralarındaki arkadaşlık romana yansıyanlar.

Kitabı okumanızı, akıl hastalıklarını daha yakından tanımaya, hastanın neler çektiğini anlamaya karşı bir merağınız varsa bunu bir nebze de olsa öğrenebilmek için okumanızı tavsiye ederim. Zira ülkemizde BPD, yani sınırda kişilik bozukluğu gibi, insanın hayatının mahveden bir hastalık bile hakaret ya da laf olsun torba dolsun amacıyla kullanılabilirken, insanlar birbirine şizofren diye sözde hakaret etme amacıyla seslenirken insanların bu dalga geçtikleri kelimelerin bizzat içinde yaşamanın ne demek olduğunu bilmezken, BPD çerçevesinde ya da kitaptaki kızlardan birinin rahatsızlığı olan sosyopatlığın ne olduğunu bilmezken, kitap size aynı zamanda bir kaynak olma görevi de görebilir – bir tür.

Genellikle kişilik bozuklukları arasında en popular olanlar ve (evet benim sinirimi bozan o) bir yığın insanın ağzında sakız olanlar genellikle borderline olsa da etrafınızda onca bipolar olduğundan, kendisini yaşama adapte etme sürecinde olan bir çok dissosiyatif bozukluk hastası olan insan olduğundan bence emin olabilirsiniz. Kitapta belirtildiği gibi, BPD’nin, özellikle içinde yaşayan için ne kadar zor bir şey olduğunu düşünmenizi istiyorum. Sonsuz bir terkedilme korkusu ve mutsuzluk içinde, sürekli sanrılar görüp, gerçekle kurguyu, beyninizin size oynadığı bir oyunla saf gerçeği karıştırmanın, kendinize zarar vermenin, yaşıyor hissedebilmek adına kendinizi kesmenin ne demek olduğunu (kitapta bunu hap içerek intihar etmeye çalışan yazar üzerinden görebiliyorsunuz) lütfen düşünün. Benim kelimelerim ya da Wikipedia’da yazanlar muhtemelen buzdağının görünen kısmı olacaktır ama en azından çevrenizde birbirine borderline diye hakaret eden insanlar gördüğünde bir nebze içinizde bir şeyler sizin de sızlasın, siz de BPD’nin farkında olun istiyorum. Lafı bu kadar uzatmamın ve evirip çevirmemin sebebi de budur.

İnsanlar akıl hastnesinde tedavi görmenin havalı bir şey olduğunu, bir süre oraya yatıp kafa dinlemenin bile güzel bir şey olduğunu sanabilir ancak gerçek bir hasta için, hayata tutunmaya çalışan bir hasta için ne kadar ağır bir karar, hatta zorunluluk olduğunu düşünsenize. Plastik çatallarla yemek yemenin nasıl bir duygu olduğunu, etraftaki herkesin sizin “normal”(!) olmadığınızdan emin olduğu halde size “normalmişsiniz” gibi davranmaya çalışmasının duygularınızı nasıl etkileyeceğini düşünün. Bunun “cool” bir tarafı yok. Bu apaçık ve acı bir gerçektir. 20 yaşında akıl hastanesine yatırılmanın nasıl bir duygu olabileceğini düşünün.

Kitapta da vardı; bazen siz de “iyi” ve “normal” rolü yapar, hatta bunu “yutturabilirsiniz.” Saklamaya çalışabilirsiniz. Ama illa ki patlak verir ve bir süre sonra aslında kimsenin o “normal” imajınızın altındaki gerçekten aslında hiç uzaklaşmadığını görürsünüz. Doktorlar genelde numaraları yemez.

Düşünün. Etrafınızda bangır bangır gerçeği bağırmayan onca kişilik bozukluğu hastası ya da şizofren olduğundan çok eminim. Bu insanların neler yaşadıklarına bir nebze yakınlaşın, internet gibi bir kaynak elinizin altında, kurcalayın, bakın bence. Ama sonra “ay bende şu hastalık var, evet şu belirti bende de var” demeyin. Muhtemelen değildir zira bir hastalığınız varsa siz zaten tek başınıza bunun altından kalkamamış ve zaten çoktan bir tedaviye başlamışsınızdır. Yani kendinizde hastalık belirtisi aramadan, yalnızca bir gerçeği keşfetmeye çıkın, bence.

Genelde yaşayan ve doktordan başka kimse anlamaz. Kimse farkında olmaz. Herkes için geçiştirilecek bir mevzu ya da “şımarıklık” hastalığı olarak tanımlanabilir. İçtiğiniz onca ilaç başkaları için antidepresan gibi görünebilir ama elbette, bu tedavilerde antidepresan kullanılıyor olsa bile içtikleriniz oldukça ağır ilaçlardır. Yani “zengin ve şımarık kız” hastalığı çekmiyorsunuzdur aslında!

Yazı kitap yazısı olmaktan çıktı, farkındayım.

"Was insanity just a matter of dropping the act?"

Not: Ekleme, çıkarmalar yapabilirim yazıda. Umarım okurken duygularımı kimseyi kırmadan ya da kimseye yüklenmeden anlatabilmişimdir.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Yazın Kalan Günlerinde Okunacaklar


Tatilde okunacaklar, diye başlık atayım istedim ama aslında yazın ortasına geldik ve ben tatil için yeni izin aldım. Ve o tatilde de aslında pek bir şey okumayı planlamıyorum. Yine de çantada bir kaç kitap için her zaman yer olacak, sıkışa tepişe o çantaya o kitaplar sığdırılacak, o ayrı.
Bahsettiğim gibi bir kaç haftadır okumuyorum. Okuyamıyorum. Okumaya odaklanamıyorum. Pis bir duygu. Hele ki çok okuyan biriyseniz. Birden allak bullak olabiliyor bir şeyler. Her neyse.
Bir kaç blog'da gördüm, ben de paylaşmak istedim okumayı planladıklarımı.
Siz de kendi listenizi paylaşabilirsiniz.
  1. "Ölülerle Konuşmak" Harry Bingham
  2. "Buz Prenses" Camilla Lackberg
  3. "Edebiyat Kuramları" Terry Eagleton
  4. "Anansi Çocukları" Neil Gaiman 
  5. "Coraline" Neil Gaiman (Bunu henüz almadım)
  6. "Kıyamet Kitabı" (Evet, bunu da almadım!)
  7. "Subliminal" Leonard Mlodinow (Bugün kitapçıda biraz okudum, alacağım!)
  8. "Nemesis" Jo Nesbo
Liste şimdilik bu. Unuttuklarım varsa eklerim.

Okumayı Planladığım Çizgi Romanlar


Çizgi roman konusu nereden açıldı? Bunun cevabı geçtiğimiz aylarda okuduğum, Neil Gaiman'ın Cinayet Sırları adlı çizgi romanında saklı. Aslında çizgi roman okuyucusu değilimdir ama Cinayet Sırları pek hoşuma gidince, başta Gaiman'ın Sandman'i olmak üzere bir şeyleri de merak etmeye başladım.
İş yerindeki çizgi roman okuyan bir arkadaşımla girişilen konuşmalar üzerine de iyice heveslendim. Ve ortaya şöyle kısa bir liste çıktı:
  1. Watchmen
  2. Oz Büyücüsü
  3. Maus
  4. Sandman
  5. Kara Kule
  6. Berlin (Duman Şehir ve Taş Şehir)
  7. Spiderman (Bir kaç adet alıp okurum... bence.)
Note: Image in that post is from Sandman.


Anket Sonucu


Blog'da sürekli kitap kritikleri paylaşıyor olmam...
Sizce sıkıcı değil, hatta güzelmiş. Anket sonucu öyle diyor en azından.

10 kişi "güzel/iyi" cevabını işaretlemiş. 1 kişi ise "baya bi sıkıcı"cevabını işaretlemiş.
Katılan herkese teşekkür ediyorum.

Genelde kitaplar hariç yazacak bir şeyler bulsam da yazmaya çekiniyorum, acaba okunur mu, diye düşünüyorum. Yine de ara sıra aklıma gelen bir şeyleri de yazacağım sanırım. Mesela şu içinde olduğum günler gibi, okumaya nasıl olduğunu anlamadan ara verdiğim bir dönemde, kitaplar hakkında olmasa da yazacak bir şeyler bulabiliyorum bazen. Bazen.
Okumaya nasıl ve neden ara verdiğim ise başka bir yazının konusu. Gündemdi, kişisel gündemdi derken elimde hala Zamyatin'in Biz adlı kitabı sürünmekte. Kitabın elimde, özellikle koltuğun dibindeki sehpanın üzerinde neredeyse haftalardır sürünmesi resmen vicdanımı sızlatıyor ama bir satır dahi okumak istemiyorum. Bu kitaptan kaynaklanan bir şey de değil üstelik, okumaya başladığımda gayet hevesle okuyordum ancak çat diye, hatta pat diye birden gitti okuma hevesi. Okumaya odaklanma da gitti haliyle. Gazetede bir köşe yazısını bile zor okudum, yarısında bıraktım hatta geçenlerde.
Her neyse. Anket sonucu yazacağım derken sızlanmaya döndü bu yazı.

Note: Image in that post is from http://weheartit.com/entry/67723394


9 Temmuz 2013 Salı

Donnie Darko


En sevdiğim filmin, en sevdiğim karelerinden biri.
Donnie Darko'dan.
Şu elindeki kitabın ne olduğunu da hatırlıyordum sanki ama aklıma bir şey gelmedi şu an. Anımsayan varsa yazabilir.
Böyle güzel bir film var mı yahu.
Yoktur.
Zamanda yolculuk ve insanın yalnızlığını bu kadar güzel anlatan başka bir film olamaz.
Az mı ağladım izlerken.
Mad World çalarken burnunu çeke çeke ağlayan bir ben olamam herhalde.
Her neyse.
Şimdi çalışırken bu karesi aklıma geldi. Paylaşmak istedim.

Kitap Önerileri (Temmuz 2013)


Yine geç de olsa, öneriler listesi karşınızda. Çoğu en son okuduğum kitaplardan oluşan bir liste oldu.
  1. "İçeriden Ölmek" Robert Silverberg
  2. "Beşinci Kadın" Henning Mankell
  3. "Cehennem Çiçeği" Alper Canıgüz
  4. "Kozmik Bağlantı" Carl Sagan
  5. "Gölge Oyunu - Ray Bradbury Anısına Yepyeni Öyküler"
Note: Image in that post is from http://weheartit.com/entry/67688740/via/Jaimmmy