31 Aralık 2014 Çarşamba

Ian Robertson "Zafer Sarhoşluğu"

Zafer Sarhoşluğu bence tam zamanında çıkan bir kitaptı. Özellikle girişte Türkçe baskıya önsöz olarak yazılmış kısım, bu zamanlamanın güzelliğini daha da ön plana çıkarır biçimde. Okursanız, aynı şeyleri düşüneceğiz muhtemelen.

Picasso'nun Oğlu'nun Gizemi adlı ilk bölümde bireyin varoluşunun parçası başarılı olma ya da başarısız olma durumunu irdeliyor yazar. Bunu yaparken de Picasso'nun oğlunun üzerinden gidiyor bölüm. Başarılı bir babanın kaybeden oğlu olmak nedir? Bunun nasıl başa çıkılır - ya da aslında çıkılmaz? Kaybeden olmaya mahkum olmak nereden gelir?

Özellikle başarılı ve ekonomik durumu iyi ailelerin çocuklarının daha depresif insanlar oldukları üzerine yapılan bir test ilgi çekici. Yoksul semtlerdeki liselilerin, zengin çocuklarının gittiği lisedekilere göre aslında daha şanslı olduğu gibi bir sonuca bile varabilirsiniz.

Başarma hırsının bireyin yapısında ne kadar yeri olduğu ve bunun getirilerini sorguluyor yazar. Gizem olarak adlandırdığı farklı vaka - durumları okurla beraber çözmeye giriştiği bölümlerde genellikle popüler isimler yer alıyor. İlk bölümde nasıl Picasso bizleri karşılıyorsa, ilerleyen sayfalarda örnekler içinde dünya siyasi tarihinden bir çok güçlü karakter karşımıza çıkıyor. Tabi kazananın bir de kaybetme yönü var; örneklerin tamamı sizi güce tapmaya yönlendirmekten ziyade, tam da dedikleri gibi, bilinçli bir güce sahip olma ve bunu kullanmaya yönlendiriyor.

Örneğin Oscar ve Nobel Ödülleri'ni ele aldığı bölümde, bu ödül sisteminin gizemine değiniyor. Bireyin kendi hayatı üzerinde kontrolünü artırmaya yönelik bir teşvik sağlayacağını iddia ettiği bu ödüllerin diğer yanına, yarattığı stres ve kaygıya da dikkat çekiyor. Her şeyin iki yüzü vardır, değil mi?

Güçlü olmanın anlamını açıklarken, gücün bireyin yaşantısında nasıl devam ettirici bir niteliğe sahip olduğu da kitapta yer alan konulardan biri. Şans eseri ya da kazanılan gücün niteliği üzerine düşünmeye itiyor metin.

Çeşitli örnek ve deneyle zenginleştirilmiş ve okuru sıkmadan düşünmeye yönlendiren bir kitap Zafer Sarhoşluğu. Başarı üzerine, güç üzerine ister akademik hayatınızda ister çalışma hayatınızda ister sosyal hayatınızda kullanabileceğiniz çıkarımları yapmaya sizi teşvik ediyor. 

29 Aralık 2014 Pazartesi

2014'e Bakış

Yıl sonu gelince listelerle dolup taşıyor ortalık. Ben de arada göz atmıyor değilim ancak liste işine pek de sıcak bakmıyorum, özellikle "en iyiler" listesi gibi listeleri sevmiyorum. Ha neyi seviyorum; mesela 2014'te çıkan eserlerin listesi olabilir. Bunu sadece kitaplar için de söylemiyorum.

2014'te ben neler yaptım, neleri beğendim vs'ye geçelim: (Gereksiz bilgi yığını özetle.)
  • 2014'te 52 kitap okuma hedefi koymuştum kendimi Goodreads'te. Ancak ipin ucu biraz kaçtı sanırım şu an itibariyle 125 kitap okumuş bulunmaktayım. Bu sayıya dahil olmayan bir kaç kitap daha var aslında, onları da eklememişim. Bazen okuduklarımın bilgisini oraya girmeyi unutuyorum çünkü.
  • "Yılın bence en iyi ilk 10 kitabı" falan yapmayacağım. Fikirlerinizi etkilemek, ön yargı oluşturmak istemiyorum. Okuduğum kitapların çoğunun yazısı zaten blog'da mevcut, oradan fikir edinebilirsiniz.
  • Çizgi roman yönünden baya güzel bir yıldı; yeni sanatçılar, yeni seriler keşfettim. The Daytripper, Sweet Tooth, Blankets, Y: The Last Man ilk aklıma gelenler.
  • Müziğe gelirsek... Dead Congregation'ın "Promulgation Of The Fall" adlı mükemmel albümü benim en sevdiğim yeni albüm oldu. Son üç yıldır yeni albümlerle pek ilgilenmiyorum, ancak dinlediklerim arasında resmen delirdiğim albüm DC'nin bu albümü oldu.
  • Engulfed'ın albümü bu yıl sürekli dinlediklerim arasındaydı, tavsiye ederim.
  • Yılın beni benden alan olaylarından biri de Ghost'un haziran ayındaki İstanbul konseriydi. Son yılların en mükemmel grubu kendileri. Bize bir kaç saniye gibi gelen performanslarının ardından ağzımız açık kaldı. Eksiklikleri sallayın; GHOST GELDİ, tamamdır.
  • Seneye işsiz başlamıştım, Şubat ayında girdiğim son işimden Haziran'da ayrıldım. Şu an başka bir gelecek planı içinde çabalamaktayım. Bakalım.
Benden bu kadar, aklıma ekleyecek başka bir şey gelmiyor şu an. Gelen olursa eklerim zaten.

Herkese iyi bir yıl dilemek isterdim ama gerçekçi olalım, iyi bir yıl falan olmayacak.

Okuyun, hayat sayfalarda.

26 Aralık 2014 Cuma

Glen Duncan "Son Kurtadam"

SON KURTADAMLA TANIŞIN!

Televizyonu açtığınızda, gece yarısında karşınıza bir kurtadam ya da vampir dizisinin çıkması son yıllarda olduğu gibi, bugünlerde de normal. 1990'ların sonu ve 2000'lerin başında ülkemizi vampir - kurtadam kavramıyla daha sıkı fıkı hale getiren, hatta belki de bu kavramlarla tanıştıran Buffy The Vampire Slayer ve ardından Angel gibi dizilerin üzerinden yıllar geçti. Ancak aradan şöyle bir on yıl geçtikten sonra bir vampir hikayesinin kurtadam hikayesiyle birleşmesinden oluşan malum sinema filmi serisi asıl patlamayı yapan oldu. Tüketim kültürü adına yeni bir alan yaratan bu seri ile beraber, bu türe odaklanan televizyon dizilerinin, sinema filmlerinin ardı arkası kesilmedi. Doğal olarak bu süreçte vampir, büyücü, cadı, kurtadam romanları ardı ardına geldi. Türle ilk kez tanışanların haricinde neredeyse yaşı itibariyle okumanın tadını yeni almaya başlayan çoğu insan için bu tür romanlar bir anda vazgeçilmez olmaya başladı. (Benim gözlemlediğim kadarıyla bu türde yayınlanan ve yeni oluşan kitle haricindeki okurlara da ulaşmayı başarabilen eser sayısı ise maalesef pek az oldu.)

Glen Duncan'ın Son Kurtadam'ı ise İthaki Yayınları tarafından 2014'ün Ekim ayında yayınlandı. Kapağındaki Nick Cave alıntısı görür görmez dikkatimi çekti. Peşinden de Cave'in tarzını yansıtacak bir başkarakter olabileceği görüşümü pekiştirecek şekilde arka kapak yazısını okumuştum ve evet; karşımızda kendisini seri üretime bağlamış vampir - kurtadam romanlarından hayli uzak bir eser vardı. İlk sayfaları okumaya başladıktan sonra ise rahatlıkla emin oldum ki, Son Kurtadam'ımız Jake Marlowe bildiğiniz(!) kurtadamlardan pek farklı.

Hayatını devam ettirdiği - neredeyse - 200 yıl boyunca her ay bir cinayet eşliğinde açlığı dinen Jake Marlowe, aldığı bir haber üzerine sonsuzdan biraz kısa sürecek olan hayatının artık sonuna geldiğini düşünmeye başlar. Ezeli düşmanının elinden, kurtadam avcılarının elinden ölümü çok yakındır. İntikamını almak için uzun zamandır bekleyen Av'ın elinden hayatı, gelecek olan ilk dolunayda son bulacaktır. Bunların yanında Jake'in derdine bir dert daha eklenir: Yaşayan son kurtadam olması yüzünden peşinde başka bir grup, kendi çıkarları için Jake'i ele geçirmek istemektedir; vampirler.

Jake, yıllar önceki ilk cinayetinin bedelini tüm hayatına yayılmış bir karanlık, kendi kendisine yönelik bir cezalandırma, yer yer umursamazlık, kadınlardan uzak durmak (sevdiği kadınlardan uzak durmak) gibi farklı şekillerde kendisine ödetmeye çalışmaktadır. Ancak yaklaşan ve kaçınılmaz ölümün keskinliğine doğru hiç korkmadan ilerler; çünkü Jake'e göre o, bunu çoktan hak etmiştir.

Yaşama dair hiçbir umudu kalmayan bir kurtadamı, dünya üzerindeki son kurtadamı hayata yeniden asılmaya ne bağlar? Jake Marlowe nasıl birden yaşamak için can atan bir (kurt)adama dönüşür?

Cevabını, devamında gelecek olan hareketli sayfalar içinde, koştururcasına okumak isteyeceğiniz satırlar içinde bulabilirsiniz.

Üslubundaki ironinin tadı okuru kendisine bağlıyor. Hikayenin neredeyse her bölümde akışını hızlandırması, Jake karakterinin yaratımındaki başarı....

Romanda "zor durumda bir kadının erkeğe ihtiyaç duyması" kalıbının kırıldığı bir sahnenin tasviri ise, erkeğin güçlü olarak mitleştirildiği bir dünyada, özellikle de "kurtadam erkek" olarak metinde yer alan karakterin yetersiz/güçsüz/ olduğu noktanın/noktaların belirtilmesi, Duncan'ı ayrıca takdir etmek için bir sebep. Her ne kadar kitabın özellikle ortalarına dek olan süreçte okura sunulan kadınların genellikle cinsel açıdan karakterin ilgisini çekerek var olmasının ardından, yazarın güç dengelerini değiştirdiği bir sahneye yer vermesi özel dikkati hak ediyor.

Sürpriz sonuyla, her bir karakteriyle, sürekli hareket halindeki olaylar zinciriyle ve elbette unutamayacağınız son kurtadam Jace Marlowe'un hayata bakışıyla sizleri tanıştıracak olan Glen Duncan imzalı bu romanı gözden kaçırmayın.

İyi okumalar. 

21 Aralık 2014 Pazar

Jose Saramago "Defterler"

Jose Saramago'nun Defterler'i, yazarın 2008 ve 2010 (aynı zamanda yazarın ölüm yılı olan 2010) yılları arasında yazdığı, genellikle dünyanın gündelik durumu, ağırlıklı olarak siyasi gelişmelerin ve bu gelişmeler doğrultusunda oluşan sorunların ve bu sorunlu dünya içinde kendisini yer yer sevindiren ama çoğunlukla da üzen, sıkan durumların yer aldığı bir kitap. Blog yazılara olarak ortaya çıkan bu denemelerin ise yazarın gözünden 2000'li yılların dünya siyaseti ekseninde fikirlerinin bir özeti olduğu aşikar.

Farklı günlerde yazılan ve farklı konulara odaklanan bu yazılar arasında neler yok ki...  Boşanmalar ve ailelerin kütüphaneleri üzerinden Amerikan "düşünce yapısının", Amerika çıkışlı TV programları, diziler ile tüm dünyayı etkilemesi üzerine bir yazı. Fernando Pessoa'nın kendisini keşfetme çabasını kısaca, ama derin bir şekilde ele alan bir yazı.

İsrail - Filistin konusuna değinen yazar, kendi içinde konu üzerinde yaşadığı acıyı okura birebir aktarıyor. Ortadoğu'nun siyasi sıkıntılarını irdelemenin haricinde toplumsal yaşamındaki bazı üzücü noktaları da ele alan yazar, recm gibi bir akıl almaz bir uygulamaya değindiği bir bölümde anlatıyor.

İnsanlığa karşı finansal bir suç olarak ele aldığı, bir çeşit haksız kazanç eleştirisi yaptığı bölüm de dahil olmak üzere Saramago'nun Amerika'nın finansal ve ekonomik bir baskı unsuru oluşturan varlığına sıklıkla dikkat çekmesi gözden kaçacak gibi değil. Sıklıkla yerdiği bir düzene, Obama'nın ilk seçildiği günlerde, hatta seçim gününde yazdığı yazıda yaptığı göndermelerde yazarın dünyanın gidişatında en etkili unsur olarak ABD'yi görmesine, acı içinde şahit oluyoruz. Ki bu acı yazarla ortak bir nokta da veriyor bize.

Yazar, "Suçlular için yardım buldular ancak kurbanlar için bulamadılar." diyor ekonomik krizin ardından sarılamayan yaralarıyla onlarca kez daha karanlık günleri göreceği kesinleşen ülkelerin durumuna bakarak.

Cehaletin, zenginliğin diğerlerinden çalarak fakirlik doğurarak güçlenmesiyle arttığını belirten yazar, sömürgeciliğin mahvettiği bir dünyada birey olarak bizlerin artık dünyada olan biteni analiz etmemizi sağlayabilecek eleştirel kapasitemizi kaybettiğimizi belirtiyor. Bunun sebebini de düşünme ve eyleme geçme sorumluluğumuzu göz göre göre terk ediyor olmamıza bağlıyor.
Kadın hakları için her fırsatta kendi fikirlerini sunan Saramago, kadınların hala haklarını kazanmak için mücadele etmek zorunda kaldıkları bu adaletsiz sistemin eleştirisini de sıklıkla yapıyor. Kadın cinayetleri, emek sömürüsü, şiddet, eşitlikten hayli uzak emek - gelir dengesi üzerinden konuyu inceleyen yazar, kadın hakları ihlalinde sorumluluğu erkeğin kendi içinde çözemediği sorunlar ve güç gösterisi takıntısına bağlıyor.

Yakın geçmişin, aslında sadece bir kaç yıl uzağımızda kalan bir zaman diliminin büyük bir yazarca tutulmuş kaydı Defterler. 

Carl Sagan "Cennetin Ejderleri"

Dünya dışı yaşam diyince aklıma gelen ilk isim her zaman Carl Sagan olmuştur. Astronomi ve uzay bilimleri profesörü olan, zekasına hayran olduğum kadar yazdığı kitaplara da hayran olduğum bu efsane ismin, Cennet'in Ejderleri adlı kitabında insan zekasının evrimi üzerine fikirlerini ve bu fikirlerin temelini aldığı bir çok bilimsel gerçeği bulmak mümkün.

Kozmik takvim üzerinde insan zekasının evrimini ve yaptığı atlamaları - parlamaları gösterdiği giriş bölümünde, insanlığın akıl almaz bir hızla ve çok çok kısa bir zamanda tarihinde attığı dev adımları görmek mümkün. Siz de şöyle bir düşünürseniz, yüzyıllar içinde gelişen teknolojilerin yerini neredeyse son yirmi yıl içinde dehşet verici bir hızla gelişen teknolojinin aldığını görürsünüz, sonra hep beraber aslında şoka girebiliriz. Zira telefonun icadının ardından geçen zamana ve sırf şu son on yıl içinde cep telefonlarındaki gelişmeye bile bakarak bundan beynimizin şaşalaması bile mümkün bence. Fakat döneme, tüketime alışmış ve hızla gelişen teknolojinin sınırsızlığını az çok idrak etmeye başlayan bizler için bu şaşalamak belki de yakın zamanda asla içinde olmayacağımız bir duruma dönüşecek.  

Dünyadaki tüm taksonların aynı genetik kodla yazılmış olması sebebiyle dünya üzerindeki tüm organizmaların ortak bir genetik dile sahip olduğunu belirten yazar, hepimizin tek bir örnekten çıkmış canlılar olduğumuza dikkat çekiyor.

Beynin ağırlığının organizmasının kütlesiyle olan ilişkisine değinen yazar, kadın ve erkek insan arasındaki beyin ağırlığının farklılığının işlevsel açıdan önemsiz olduğunu özellikle vurguluyor.
Beynin yapısının duygular ve hareketler üzerinde olan etkisini ortaya koyan Sagan, güçlü duyguların daha çok memelilerde ve kuşlarda olduğunu belirtmiş.

Alın loblarının evrimleşmesinin önemini detaylı bir şekilde okura sunan yazar, insan öngörüsünün gelişmesi fikrinin insan tarafından kavranmasını, öngörünün ortaya çıkması olarak ele alıyor. Bununla ilgili olarak, mesela alın lobotomisi geçiren insanların benlik bilincini yitirmelerine de değiniyor.

Kitaptaki en etkileyici bölümlerden biri olan "Hayvanların Soyutlamaları" adlı bölümde işaret dilini öğrenerek gerçekten akıl almaz derecede başarılı bir iletişim kurabilen hayvanlar örneklerle anlatılıyor. Mesela bilgisayar kullanabilen, duygularını işaret dili ile belirtebilen, cümledeki dilbilgisi hatalarını seçip atmayı öğrenebilen, rock müzik yerine caz müzik seven bir maymun gibi... Kesinlikle okumanızı öneriyorum. Ayrıca ilk kez tattığı bir meyveyi tanımlarken, o meyveye İngilizce olarak verilen adı tanımlayan Lucy (maymun) beni kendisine hayran bıraktı.

İletişim kurmayı, bir insanla iletişim kurmayı öğrenebilen bu maymunların iletişim becerileri zamanında insanın kestiğini, onlardan çaldığımız bu gelişimi telafi etmek adına da şu an onlara yeniden bu şansı vermeye çalıştığımız fikrini öne sürüyor. Ayrıca hayvanları sömüren insanoğluna da bir çok mesaj veriyor.

Korkularımızın, rüyalarımızın, zihinsel rahatsızlıklarımızın atalarımızdan kalan ve genetik olarak ortak bilincimize işlemiş bir geçmişle bağlantılı olabileceğini ortaya koyan yazar, bir çok bilimsel kanıtla da bu durumu sorguluyor.

Son olarak dünya dışı yaşama ve insanın gelecekti evrimine değinen yazar, bence herkese umut veren bir metne imza atıyor. 

20 Aralık 2014 Cumartesi

Gerd Schneider & Herbert Schulmeyer "Şah Mat!"

Satranç oynamayı galiba on yaşımda öğrendim. Öğrendiğime sevinip, oyundan da büyük keyif almaya başladığımda da uzun bir süre deli gibi satranç oynadım. Genelde herhangi bir şeyi tadında bırakan bir yapıda olmadığımdan, yeni keşfettiğim bu dünyada kendimi kaybettim, sürekli satranç oynadım. O zamanlar bir dergide her ay satranç bölümü vardı, oraya göre oyunda biraz daha ilerlemeyi keşfettim. Kendi kendime saatlerce oynadım. Çünkü yalnız bir insandım çocukken de. Ne zaman ki liseyle birlikte hayatım aşırı hızlandığı bir döneme girdi, satrançtan uzaklaştım. Şimdi arada bir oynuyorum. Online oynamayı hiç sevmiyorum. O yüzden oynayacak arkadaş bulmam da gerekiyor. İşim zor.

Ama satranç bilmiyorsanız, satranç sizin için zor olmasın. Gözünüzü korkutmasın. Akıllı telefon kullanmıyorum ama satranç bilseniz, o telefonlarınızdan satranç oynasanız mesela Candy Crush'tan daha mantıklı bir oyunla geçirebilirsiniz zamanınızı.

Satranç oynamayı bilenler ya da bilmeyenler için bir kitap Şah Mat! Yeni başlayanlar işin tarihinden, oyunun nasıl oynanacağına kadar bir çok açıklama içeriyor. Görsellerle desteklenen ve adım adım açıklayarak oyunu okuruyla birlikte oynayan, onu yönlendiren bir kitap.

Bu tip oyunları öğrenirken, eğer birinden öğreniyorsanız kimi zaman doğru sorunun ne olduğunu bile bilemeyip, kendi kendine yanlışı doğru sanarak öğrenmesi bile mümkün olabiliyor insanın. O yüzden "kimseyi darlamayım, takıldığım yerde açıp bakayım, öğreneyim satrancı" diyorsanız, kaçırmayın. Tuzakları, fırsatları, en büyük hataları ve şansınızı artırma yollarını öğrenebiliceğiniz bir kaybak. 

Bir çok oyunun yanında efsaneleşmiş bir oyunun hamlelerini de içeren bu kitapta, 64 adımda satranç öğrenebilmeniz mümkün. Canınız sıkıldığında, ne yapsam ne yapsam diye düşünürken yardımınıza koşmaya da dünden razı.

M. İlin ve E. Segal "İnsan Nasıl İnsan Oldu"

DURMAKSIZIN YOL ALAN İNSANIN HİKAYESİ

Rus yazarlar M. İlin ve E. Segal'in kaleme aldığı İnsan Nasıl İnsan Oldu, insan varlığının başladığı günden itibaren insanın zihinsel evrimini, adeta bir hikaye anlatıyormuş gibi okura sunan bir eser. Günümüzdeki düşünce sistemlerinin temellerini atalarımızın nasıl attığını, neredeyse genetik yapımıza işlenmiş davranış ve düşüncelerin, tepkilerin ve beklentilerin, korkuların ve hayallerin nasıl şekillendiğini aydınlatıcı biçimde anlatıyor kitap.

İlk insanların hikayesiyle başlıyor metin. Yerleşim birimleri yok, ortada inanılacak bir bilgi yok, insan keşfetmeye ve öğrenmeye mecbur. Korku içinde fakat bir yandan da içgüdüsel olarak hükmetmeye meyilli. Korktuğu doğaya dahi hükmetme arzusu içinde bir yerlerde.

Birincil amacı karnını doyurmak ve güvende olmak olan insanın, temel ihtiyaçlarını karşılamak için işbirliğini keşfetmesi ve ortaklaşa bir çabayla bu ihtiyaçlarını karşılamaya başlamasıyla ortaya yeni bir kavramın çıkışı ilk sayfalarda karşımıza çıkıyor: İletişim. İletişimin en kaba haliyle dahi olsa ortaya çıkışına uzun ve detaylı olarak değinen yazarlar, yazılı ya da sözlü iletişimin olmadığı bir dünyada insanın kurabileceği yegane iletişim araçlarının bedeni olduğunu söylüyor. Bu yüzdendir ki ilk insanların iletişimlerini beden dilleriyle; işaret ve mimiklerle gerçekleştirdiklerini görüyoruz.

İnsan emeğinin keşfedilmesiyle beraber toplum, kültür ve bilimi yaratmaya başlayan insanoğlunun birliğine güç katarak yaşamını sürdürmesine değinen yazarlar, insanın alet yapmayı öğrenmesinin önemini vurguluyor. Hammadde ihtiyacının zamanla değişerek insanı madenlere yöneltmesi ve elinin altındaki madenlerin değerini keşfetmesini de buna bağlıyorlar. İnsan emeğinin önemine sıklıkla vurgu yapan yazarlar, metin içinde bunu bir kez de şu şekilde ifade ediyor: "İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış, kendi emeğiyle kazanmıştır."
Yerleşim birimleri en ilkel şekilde oluşmaya başladığı zamanlardan, bildiğimiz anlamda "ev"e en yakın halini aldığı dönemlere değinen yazarlar, böylelikle oluşan ilk köyleri de incelemiş oluyor. Gittikçe değişen bir toplumsal yaşam portresi de okuru bekliyor: Toplumsal hayatın hızlı bir ilerleyişe girmesi, üretimin artması, takas şeklinde de olsa alışveriş kavramının temellerinin atılması ile beraber anaerkil düzenden de kopuşun başlamış olduğu dikkat çekiyor. Erkeğin ekonomi içinde daha önemli bir pozisyona geçmesiyle beraber tersine çevrilen dengeler içinde kadın, günümüzde kendisine yüklenen toplumsal cinsiyet rollerinin ilk haliyle bu dönemde tanışıyor ve "dışarı" yerine "evde ve öteki" olmaya doğru kendisini itekleyen sürecin içinde kalıyor.

Doğaya hükmederek ondan fayda sağlayan insanların, günümüz tüketim çılgınlığı ve her şeyi kendine hak gören egoist insandan farklı olduğu önemli noktalar da kitapta yer alıyor. Örneğin halkın, karınlarının doymasını sağladığı için bir bizonu avlamalarının ardından ona şükranlarını sundukları özel bir sürecin yaşanması, günümüz insanının atalarından kalan bazı değerlerini yitirdiğini gösteriyor metin içinde.

Ticaret ve dünyanın küçük köylerinden ibaret olmadığını keşfeden insanlarla beraber bilgi, bilim ve kültürlerin coğrafyalar arasındaki sınırlara rağmen hızla yayılması, ardından günümüzdeki felsefe ve bilim gibi dalları etkileyen ilk isimlerin ortaya çıkması da İnsan Nasıl İnsan Oldu'da yer alıyor. Soyut düşüncenin matematik konusunda kendisini öne çıkaran Pythagoras ile toplumda belirmesi, yarattığı merak ve şokun ardından nasıl benimsenmeye başlanması, süreci bir hikaye gibi anlatan yazarların kaleminden okura sunuluyor. Matematik, müzik ve astronomiyi içinde yaşadığı toplumdan insanlarla paylaşan düşünürün önce peşinden gelen bir grubu, ardından da büyük kitleleri nasıl etkilediği anlatılıyor. Durağancı bir dünya anlayışı benimseyen Pythagoras'ın ardından, yıllar sonra başta Herakleitos'un "her şey hareket halindedir" düşüncesi paralelinde değişen düşünce sistemleri, hiçbir şeyin sorgulanamayacak bir yapıda olmadığını gösteriyor; bilimsel düşüncenin gelişimi hızlanıyor.

Bilimle uğraşanların, sorgulayanlar ve toplumu düşünmeye sevk edenlerin dünya tarihi boyunca maruz kaldıkları muameleye değinerek ilerleyen metin, insanın zihinsel evrimindeki aşamalarını gözünüzün önünden akan film kareleri gibi geçiren bir anlatımla işlerken, bir yandan da onlarca kez durup düşünmenize sebep oluyor.  

2001: A Space Odyssey adlı filmin bir sahnesinde bir kemiğin tesadüfen göğe fırlatılması ve uzay gemisine dönüşmesi şeklinde ele alınan sürecin gerçek ve detaylı halini anlatan, akademik çevrelerce ders kitabı olarak okutulan bu kitap; günümüze dek uzanan ve hala süren yolculuğun dönüm noktalarını, bitmek bilemeyecekmiş gibi görünen keşfetme yolculuğunun beraberinde getirdiği onlarca sorunu (ve bir yandan da faydayı) anlamak için güzel bir kaynak.

İyi okumalar dilerim.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Kate Millett "Cinsel Politika"

Cinsel politikanın hayatın her alanına yayıldığı, bireyin çocukluğundan beri maruz kaldığı gerçeği ortada. Üretim sistemlerinin değişmesi, ataerkilliğin toplumu ele geçirmesi ardından kadının toplumda değişen konumu ise içler acısı. Cehaleti neye göre belirliyorsunuz bilmiyorum ama sadece kendi gözlemlerime bile dayanarak, kendi duyduğum şeylere dayanarak bile 2014 yılında bile hala "kadını öldürmüşse vardır bir sebebi" diyen, "kadını dövdü ama kadın da hak etti" diyen (bunu bizzat son iş yerimde duydum. Bunu diyen bir kadındı üstelik. Bir kadının dövülmesine tanık olmuş ve "hak etti" diyerek abileriyle beraber oturup izlemişler kendi iş yerlerinde.) insanların varlığı bile cinsel politikanın günümüzdeki etkinliğinin bir kaç örneğinden biri diyebilirim. Bir insanın başka bir insana şiddet uygulamasını haklı göstermeye çalışan bir dünyada yaşıyoruz, bunu da okumuş dediğimiz insanlar, aydın dediğimiz insanlar, şehirli olmakla övünen fakat bomboş insanlar savunuyor ya, ne diyeyim...

Kate Millett'ın cinsel politikanın edebiyatta nasıl kurulduğuna verdiği bir kaç örnekle kitap başlıyor. Henry Miller'ın bir romanından alıntı yaparak başlayan bu bölümde erkek egemen ideolojinin, kadın üzerinde kurmaya çalıştığı mantıksız hakimiyetin cinsellik üzerinden sunularak Miller'ın eserinde nasıl yeniden oluşturulduğunu okura sunuyor. Bir insan olarak okurken bile yazarın kadına karşı olan medeniyetsiz bakış açısından rahatsız olmamak mümkün değil. Aynı şekilde Millett'ın yorumları ve çözümlemeleri de bu rahatsızlığı ortaya koyuyor; sebeplerini irdeliyor.

Cinsel politika kuramını okura sunan yazar, bu kuramın ideolojik, biyolojik, toplumsal, sınıfsal, ekonomik, eğitsel yönleriyle irdeliyor.  Romantik aşk kavramını kadın üzerinde denetim kurmaya çalışan erkek için bir araç olarak tanımlayan Millett aynı zamanda ataerkillik içinde yaratılan "kadın çatışmasına" da değiniyor. Bir kadını bir kadınla kıyaslamanın ve her ikisini birbirinin karşısına koymanın, erdemli kadın imajını kadın için sunmayla bağdaştırıyor. Keza bu erdem konusu da çok ilginç; bu erdemli kadın olma halini kadına dayatanın erkek egemen bir ideoloji olması ve nedense bu ideoloji içinde sizin benim aklımıza "erdem" diyince yine kadının gelmesi. Erdemli erkek, gibi bir imaj kafamızda oluşmuyor mesela. Kadınlar arasında yaratılmaya çalışılan bu karşıtlığı aynı zamanda güzellik ve yaş gibi iki kavramla daha destekliyor bu ideoloji. Dikkat etmişsinizdir; günümüzde bize dayatılan bir kadın imajı var; zayıf, fit, bakımlı, yaşını göstermeyen, belirli bir makyaj ve kıyafet tarzına uymazsa sanki dışlanacak gibi...  
Kadınların sistematik bir biçimde eğitimden uzaklaştırılması ve cahil bırakılmasını ataerkil düzene bağlayan yazar, kadınlara biçilen rollerin pasiflikten, annelikten, hizmetçilikten uzaklaşmadığını vurguluyor. Erkeğe atfedilen tüm "yaşayan" sıfatlar yanında kadına düşen ise denetim altında bir canlı olarak erkeğe hizmet etme sorumluluğu haricinde bir şey olmuyor.

Cinsel devrim ve karşı devrim konusunu ele alan yazar, Amerika'daki kadınların siyasal örgütlenmesini cinsel devrimin en önemli etkenlerinden biri olarak belirtiyor. Kadını inatla "yuvasına" kapatmayı amaçlayan sistemin sınırlarını zorlamaya başlayan ve çalışmaya hayatında yer alan kadınların sayısının artması, kendi hayatını kazanan ve evlenme, anne olma gibi dayatmalara bunları reddedebilen kadınların artması, bu devrimin içinde gerçekleşiyor.

Ruskin ve Mill'in metinleri içinde her iki ismin de farklı taraflardaki yorumlarını irdeleyen Millet, akıl almaz iddiaları ile Freud'a da metin içinde büyük yer veriyor. Kadını "aptal", "yetersiz" gören Freud'un fikirleri ise oldukça sıra dışı ve bu yüzden akıl dışı: Freud'a göre feministler, üniversiteye giden kadınlar ve nevrotikler aynıdır; hepsi eziklik duygusuyla kendilerini erkekleştirmeye çalışan akıl hastaları ve aptallardır. İşte herkesin övmelere doyamadığı Freud, bu yönünü bilmiyorsanız bir cümlede bile bir fikir edinebilirsiniz. Kadının var oluş çabasını tamamen "erkekten eksik olan organı"nın kıskançlığı ve ezikliğine bağlamak gibi akıl dışı bir yola baş koyan Freud'un kaç hastasının hayatını mahvettiğini düşünmek bile istemiyorum.

Bahsi geçen fikirler dolayısıyla Freud'un karşı devrimin bir unsuru olarak ele alındığı bölümün ardından ise yazar farklı yazarların farklı romanlarında (dört yazar, dört roman) kadın sunumunu inceliyor ve cinsel politika analizi yapıyor.  

Mükemmel bir eser, tekrar tekrar okunası. 

13 Aralık 2014 Cumartesi

Heinrich Schliemann "Troas'ta Yolculuk"

Heinrich Schliemann, yedi yaşında kendisine doğum gününde babası tarafından armağan edilen "Resimli Dünya Tarihi" ile tarih ve arkeolojiye ilgi duymaya başlamış, kimileri için arkeolojinin babası olarak kabul edilen bir tüccar ve arkeolog. Arkeolojiye olan ilgisi ve tutkusunun etkisiyle yoksul bir aileden gelip farklı işler ve ülkelerde yaşayarak edindiği servetini, büyük tutkusu haline gelen Homeros'un anlatılarında geçen Troya'yı keşfetmek urğuna harcar. Say Yayınları'nın Yedi İklim Tarihi serisinden çıkan Troas'ta Yolculuk adlı bu kitap ise Schliemann'ın Troya'nın izini sürme yolculuğunu birinci elden okura sunuyor.

13 Mayıs 1881'de Çanakkale'den yola çıkıyor Schliemann. Hisarlık, Kestanbol, Babakale, Asos, Papazlı, Altınoluk, Edremit, İda, Gargaros, Büyük Pınarbaşı, Dalyanköyü, Çanakkale şeklinde ilerlediği yol boyunca yalnızca coğrafi ve arkeolojik notlar almakla kalmayan yazar, aynı zamanda dönemin coğrafyasında yaşayan halka dair de pek çok ayrıntıyı notları arasına almış. Nüfusun yapısı, toprakların el değiştirmesinde incelikli durumlar yazarın da birinci ağızdan dinlediği bilgilere dayanarak okura sunulmuş.

Yolculuk boyunca karşılaştığı Türkler'in adetlerine, ziyaret ettiği köylerin acılı anılarına, dönemin insanlarının yardımseverliğine ve genel alışkanlıklarına da sık sık takdir ederek yer veriyor Schliemann.

Troya kazıları sırasında çekilen fotoğraflar, bölgenin geneline dair fotoğraflar ve haritalar kitabın sonundaki ekler kısmında yer alıyor; halkın da dahil olduğu çalışmaların yansıdığı bu fotoğrafları görmek güzel.

Hayatımın büyük bir kısmında hemen her yaz kısa ya uzun süreliğine de olsa zaman geçirdiğim bir coğrafyaya dair bu kitabı okumak  güzeldi; aynı zamanda arkeoloji ile ilgilenenler için de faydalı bir kaynak olduğunu düşünüyorum, okuması da zevkli, siz de sayfalar ilerledikçe yazarla beraber yürüyorsunuz, eğer bölgeyi tanıyorsanız, adımlarını attığı yolları bile gözünüzde iyi kötü canlandırabilirsiniz.

12 Aralık 2014 Cuma

Arthur Conan Doyle "Kızıl Dosya"

Hemen herkes sanırım bir kez, bir Sherlock Holmes macerasına tanık olmuştur. Benedict Cumberbatch ve Matin Freeman'ın başrollerini paylaştığı BBC yapımı Sherlock adlı dizinin son yıllara oyuncularıyla beraber neredeyse damga vurması, öte yandan da Robert Downey Jr. ile beyaz perdeye yansıyan Sherlock Holmes karakteri, Arthur Conan Doyle'u henüz okumamış bir çok insan için de yazar bir nevi "tanışma" gerçekleştirdi. Umarım öyle olmuştur yani.

Kızıl Dosya, Sherlock Holmes ve Dr. Watson'ın tanışmaları ardından, beraber çözdükleri ilk vakayı ele alan bir roman. (Orijinal adı A Study In Scarlet olan eser, Sherlock'ta da A Study In Pink olarak yer almıştı, Sherlock sevgimi ve diziye olan hayranlığımı inatla gözünüze sokmaya çalışıyorum galiba şu an.)

Dr. Watson'ın Sherlock'la tanışması ve bu sıra dışı adamın alışkanlıklarını, davranışlarını benimsemeye başlaması, ev arkadaşlıkları ve aralarında gittikçe güçlenen dostluk kısaca anlatılıyor, ardından bir cinayetle, kafa karıştıran bir cinayetle karşılaşıyor ikili. Sherlock Holmes'un kendine has, düzenli bir düşünme süreci sonucunda ancak hızla vardığı sonuçlarla hayranlık ve şaşkınlık yarattığı bir sürecin ardından, katile yaklaşılıyor.

Roman iki bölüm halinde; ilk bölümde tam bir polisiye hikayeye tanık oluyoruz. Ancak ikinci bölüm, birden bizi yıllar öncesine, başka bir kıtaya taşıyor. Okumamış olanlar için sürprizi kaçırmamak adına bu kısımdan bahsetmiyorum. (Dizinin ilham aldığı-uyarlandığı eser bu olsa da, diziyle aynı değil, rahat olun, diziyi izlemiş olsanız bile okuyabilirsiniz yani.)

Agatha Christie'nin Hercule Poirot'su gibi Sherlock Holmes'un da gizemleri çözme biçimi kendine has. Polisiye edebiyat tarihinin bu çılgın adamının inanılmaz hafızası, yer yer duygusuz ve ifadesiz tavırları, kabalığa varacak dereceye çıkan halleri bir yana, kuşku götürmez bir dahi olarak okura sunulması sanırım daha uzun yıllar okunacak eserlerin kahramanı olarak yaşayacağının kanıtı. Hafızasında işe yaramayacak bilgilere yer vermeyen, güneş sistemi konusunda bir ilkokul çocuğu kadar bile bilgisi olmayan Sherlock Holmes'un bir saniye içinde bir kişinin aile yaşamından tutun da o an aklından geçen ne varsa onu dahi bilecek bir mantık sistemine sahip olması gibi enteresan özellikleri, amatör dedektif tanımını biraz haksız bulamamıza sebep oluyor.

Sir Arthur Conan Doyle'un efsane karakteri Sherlock Holmes bana her zaman Auguste Dupin'i anımsatmıştır. Ancak bu durum, dönüp dönüp arada tekrar okuduğum öykülerin baş karakterleri olan bu iki kahramanı da aynı ölçüde sevmeme engel olmadı.

Benim size küçük bir önerim olacak; Kızıl Dosya'yı okumaya başladığınızda şu linkteki muhteşem parçalar da size eşlik ediyor olsun. 

11 Aralık 2014 Perşembe

Mini Röportaj: April Yayıncılık

Yılın sonuna sayılı gün kalmışken, ki zaten yılın başladığı andan itibaren sonuna her zaman sayılı gün vardır, bir mini röportajda daha sıra...

2013'te yayınladıkları "Hınç"ın devamını sabırsızlıkla beklediğimi buradan vurgulayarak, April Yayıncılık'a ve soruları yanıtlayan Nazlı Berivan Ak'a teşekkürlerimi de ileteyim buradan ve sizleri röportajla baş başa bırakayım.

2014 sizin için nasıl geçti? Sizin izlenimlerinize göre okurlarca en çok sevilen kitaplarınız hangileri oldu?
2014, Türkiyeli yazarlarımıza ağırlık verdiğimiz, başarılı bir sene olarak geride kalmak üzere. Tuna Kiremitçi imzalı Sonun Geldi Sevgilim, şaşırtıcı ve güçlü bir roman olarak önce kitapçıların, devamında okurların raflarında yerini aldı. Yeni bir edebiyatı, yeni bir anlayışı müjdelemesi bakımında Sonun Geldi Sevgilim çok önemliydi. Hemen devamında bu toprağın polisiyesini yazan Algan Sezgintüredi’nin son kitabını yayınladık: Maktulün Şansı. Polisiye severlerden tam not alan ve Vedat ile Tefo’yu Türkiye edebiyat kahramanları alemine hediye eden Algan Sezgintüredi kitapları sevildi, okunuyor, okunmaya da devam edecek gibi görünüyor.
 Türkçe edebiyatın dışında Tibor Fischer’in Tanrı Olmak Güzel’i, Jodi Picoult’nun Hikayeci’si, Lidia Yuknavitch’in Freud’a Kafa Tutan Kız: Dora’sı ve en son Kurt Vonnegut imzalı Daha Ne Olsun? büyük ilgi ve beğeni gören eserlerimiz oldu. 2015’e heyecanla giriyor olmamızda bu kitapların büyük etkisi var.

2015'teki yayınlayacağınız kitaplar hakkında neler söylemek istersiniz?
 Jodi Picoult serisi devam ediyor. Yeni kitap Leaving Time.
Çilek Kızlar’ın yazarı Joyce Maynard ikinci romanıyla okurlarla buluşacak.
Türkçe edebiyatta yeni isimleri ve yeni kitapları göreceğiz. Çoksatandan ziyade hepsatan kitaplar yayınevimizce yayınlanmaya devam edecek.

Ağırlıklı olarak yöneleceğiniz bir tarz olacak mı 2015'te?
Tematik yayıncılık yapan bir yayınevi değiliz, güçlü, farklı, özgün her türlü edebiyat metnine kapımız açık. Bu dönem kişisel olarak benim ilgimi oyun kitapları çekiyor, ilginç bir kitabın peşindeyim bu sıralar.

Okurla ilk kez buluşacak olan yeni yazarların eserleri 2015 programınızda yer alıyor mu? Bu yazarlar ve eserlerinin öne çıkan özellikleri, farklılıkları neler?
Evet, Türkiyeli ve yabancı yeni yazarlar ve kitaplar var. Ayrıntılar 2015’te.

Sizce 2015 yayıncılar ve okurlar için nasıl bir yıl olacak?
Bu sene e-kitap meselesini daha çok konuşacağız belli ki. Şiirin daha çok gündemimize gireceğini düşünüyorum. Son iki senenin yoğun siyasi gündemi almanakları ve araştırma inceleme kitaplarını tetikleyecek zannediyorum. Gezi romantizmi yerini daha sert ve eleştirel bir yaklaşıma bırakacak yazarlar arasında, romanlarda da üzerinde çalışılmış öfkeyi gözlemleyebileceğimizi düşünüyorum.

9 Aralık 2014 Salı

Gonçalo M. Tavares "Beyefendiler"

Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler adlı kitabını dün yağmurdan kaçarken trafiğe sıkıştığım bir anda okumaya başladım. (Çantada acil durumlarda okunmak üzere kitap bulundurmayı bu yüzden seviyorum işte, merak eden varsa - ki muhtemelen yoktur ama- mp3 çalardan da kulağıma Ghost doluyordu).

Beyefendiler farklı karakterlerin farklı bölümlerde anlatıldığı, bu anlatımlara da Rachel Caiano'nun çizimlerinin eşlik ettiği bir kitap. Her bir karakterin çok keskin özellikleri ve yer yer güldüren, ama çoğunlukla iç burkan yapıları var.

Karşımıza çıkan ilk karakter Bay Valery; kendisinin mantığının sınırları şahsen benimkini aşıyordu. Öyle bir adam düşünün ki yalnız, öyle bir adam düşünün ki evcil bir hayvanı dahi sevmekten korkuyor, eşini ne gören ne de duyan var ama Bay Valery evli, hayatı boyunca yaşadığı muhitin sadece beş sokağını biliyor çünkü her bir sokak için ayırabileceği beş ayakkabısı var (Her sokağın ayakkabısına bulaştığından, her sokak için ayrı bir ayakkabı). Neredeyse her bir farklı sayfada Bay Valery'nin gündelik hayatımızda durup bir an dahi düşünmeden attığımız adımlar ve sahip olduğumuz kanılar, otomatiğe bağladığımız hareketler üzerindeki sıra dışı fikirlerini okuyoruz. Güldüğüm kadar hüzünlendiğim kısımlarla Bay Valery'nin bölümünün sona geldim ancak son bölümde kendisinin mantık sınırlarındaki bir sonla karşılaşmak, o hüznü ve yalnızlığı pekiştirdi.

İkinci karakter ise Bay Henri. Absent ve ansiklopedik bilgi tutkusuyla hayata dair bir çok fikrini gözlemlediğimiz Bay Henri, düşünce sistemini absent olarak açıklıyor. Susmaya ve paylaşmamaya karar verdiği anı ise yine bir bardak absent ile noktalıyor.

Bay Brecht ile devam eden kitapta, (isim dikkatinizi çekmiştir), karakter boş bir salonda olmasına rağmen hikayeler anlatıyor. Çizimlerle bezeli olduğunu belirttiğim kitabın bu bölümdeki çizimlerin bir başka özelliği daha var; şöyle ki bu bölüm başında bir salonun uzak bir köşesinde bir karaltı gibi görünen karakterler her bir sayfanın ardından gittikçe daha çok belirginleşiyor ve yaklaşıyor; boş salon, her bir öyküyle beraber dolmaya başlıyor. Bu öyküler çok etkileyici, bir satırdan ibaret olanları dahi yer yer insanın kalbini sızlatacak denli etkili.

Bay Juarroz'un hayatında insanları yer yer sinirlendirecek denli sıra dışı fikirlerine tanık olduğumuz bölüm ise kendisinin yaşama sevgisi ve yaşama katlanabilme sistemini içeriyor.
Bay Calvino'nun enteresan rüyaları ile sona yaklaşan kitapta, karakterin hayata katlanmak için geliştirdiği çözümleri ve aslında yaşamını zorlaştıran bir çok düşüncesinin garipliklerini okuyoruz. Uzun bir yolculuk olarak tasvir edilen yaşamının, amacına ulaşıp vardığı noktada sonlanması gibi, acıklı bir hikayesi var kendisinin.

Son olarak Bay Walser, bir ormanda yapayalnız yaşayan, büyük umutlara sahip, diğer karakterler gibi farklı yapısıyla kitabın sonunda bizleri uğurlayan isim oluyor.

Bir gecede bitirilebilecek bir kitap. Beni en çok etkileyen bölüm ise Bay Valery oldu çünkü yalnızlığı kalbimi sızlattı. Gülmek, düşünmek, hüzünlenmek (ama bu acı çektiren bir duygu değil, hüzün iyidir biliyorsunuz) istiyorsanız, bu enteresan kitapla tanışın.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Levi Henriksen "Kar Yağacak"

Basılı bir kitabı olması, Kar Yağacak adlı kitabıyla ödül de kazanmış olması, Norveçli ve bir erkek olması gibi farklar haricinde Levi Henriksen'le bir kaç ortak noktamız varmış: Kendisi gazetecilik, metin yazarlığı, söz yazarlığı ve müzisyenlik de yapmış.

Haricinde, romanda sıklıkla Ramones grubunun adı geçiyor, bilen bilir, punk diyince çoğu insanın aklına ilk gelen gruplardandır Ramones ama ben gerçekten hiç sevmem. Uzun süre punk dinlemiş, çalmış da olsam Ramones'a asla ve asla ısınamamışımdır. Neyse, Ramones kötülemem bitti, devam edelim. (Bu arada herkeste Ramones tişörtü var, ülkemizin yarısı punk da haberim mi yok acaba?)

Yeteri kadar gıcıklık yaptığıma göre, Kar Yağacak adlı güzel romandan bahsetmeye başlayabilirim. Baş karakter Dan Kaspersen, Norveç'te Kongsvinger adlı, yazarın da doğduğu yer olan küçük bir kentte olan aile evine, kardeşinin cenazesi için döner. Ailesinin vefatı ardından aralarında büyük bir bağ olan kardeşi Jacob'un kaybı ardından, hapishaneden çıktıktan kısa bir süre döndüğü kasabada derin bir keder ve amaçsızlık içindeyken, ikinci bir şansı yakalama umudu her geçen saniye azalmaya başlar. Kardeşinin intiharına aydınlatacak bir şeyler bulmaya çalışırken sıklıkla geçmişe yaptığı dönüşlerle okuyucu için daha da tanınır hale gelen Dan, romana hareket katan bir çok sorunla da bu süreç içinde karşı karşıya gelir. Hapishaneden çıkan bir insan için ikinci bir şans var mıdır sorgulaması bir yandan yapılırken, küçük bir kasaba içinde nasıl göze battığına da sıkça değiniliyor romanda. Üzerine yapıştırılan "suçlu" damgası ile olabilecek her ihtimal göz ardı edilerek kentte işlenen neredeyse tüm suçların ilk şüphelisi sayılmaya başlanması da Dan'in gerilimini artırıyor, okuru Dan'in tarafında olmaya yönlendiriyor.

Bir cinayet mi, bir intihar mı anlamaya çalıştığı olayın ardından hayatındaki dalgalanmalarla kimi zaman daha depresifleşen, kimi zaman hüzünlü mutluluğuyla okuru kalbinden vuran Dan'in hikayesi, kış aylarına girilen şu günlerde belirmeye devam etmesine rağmen güneşin parlaklığını, Norveç'in soğuğuyla ve pusuyla değiştirebilecek nitelikte. Böyle bir roman okumaktan baya mutlu oldum; iki kardeş arasındaki ilişkinin sunumundan etkilenmemek mümkün değil. Ailenin dini tavırları ve iki kardeş üzerinde, yetiştirilmelerinde açıkça görünen ve otuzlu yaşlarının sonlarına yaklaşan Dan'de bile hala var olan etkilerini göz ardı etmek mümkün değil.

Okurken okuduğum romanın içindeymiş gibi olmazsam gerçekten okumaya devam etmiyorum, çoğu okur da böyledir sanırım. Kar Yağacak gibi güzel romanlarda tam olarak filmin içine girip (bencilce kendi varlığını kitaba dahil etmeye çalışan okur olarak) oralarda ben de gezinebiliyorum işte. Bugün kitabı okurken ev soğuk olmamasına rağmen Norveç'in karla kaplı caddelerinde ben de yürüdüm, İsveç'teki marketin önüne arabayı park ettiklerinde ben de buzda kaymamaya çalışarak yere ilk adımımı attım. Dan kederle karların içinde göğe bakarken, içinden geçen karman çorman duyguların içinde ben de kendimi kaybettim.

Şiddetle tavsiye ediyorum. Tatlı, hüzünlü, umut ve umutsuzluk dolu, bir ölümün ardından bir roman.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Ne Okuyorum?

Sizin bulunduğunuz şehirde hava durumu ne bilmiyorum ama burada az sabah yaz olarak başlayan hava şu saatlerde kışa dönmüş durumda. Yetmezmiş gibi karanlığın çevrelemesine bakarsak da buranın Norveç taklidi yaptığını söylesem yalan olmaz. Hayır olur. Çünkü Norveç değil. Neyse.

Ama bugün her black metal dinleyenin, "bm'ye giriş 101'i" sayılabilecek gruplardan Norveç'li Darkthrone ile ilk kez okuduğum Levi Henriksen sayesinde en azından kulak ve göz kendisini kısacık anlardan ibaret şekilde Norveç'te sanabiliyor.
Kitabın daha başlarında olmama rağmen sevdim diyebilirim. Zaten bir kitabı sevip sevmeyeceğimi anladığım sayfalar geride kaldı. Yani sevdim. Lafı uzatmak istiyorum. Uzatmayım.

Darkthrone dinleyin, kitap okuyun.