29 Kasım 2012 Perşembe

Sinister (2012)

Tebrik ediyorum; bu kadar güzel başlayan, hatta sonuna kadar gayet güzel ilerleyen bir filmi sonunda bu kadar berbat etmek herkesin harcı değildir.

Tahminime göre senarist iki tip otururken akıllarına bir konu gelir; 8mm filmlerde saklı geçmiş ve gizli katili buldurmak. Ok. Klişe ama tamam, sorun yok. Oturur bunu Stephen King'in görünüş itibariyle benzeri olan, maddi olarak bir sıkışıklık içinde olan ve kendisini yeniden şaşalı günlerine götürmesi için yazmakta olduğu yeni romana kendisini adayan bir yazar fikri ortaya çıkmış. Tamam. Geçmişinde filmin başında görülen cinayetlere sahne olan eve taşınan yazar ve ailesinin başına "bir şeyler gelmeye" başlar. Aslında burada filmdeki bir soruna da değinmekte fayda var çünkü aile bireyleri evde neredeyse kıyamet koparken hikayede adeta yok sayılıyorlar; evet varlar ama neredeyse minimum kullanımla!

Sinister'da bir suç romanı yazılmaya çalışılırken olan biten, yalnızca baş kahraman Ellison'ı bağlıyormuş gibi devam ediyor. Bir süre sonra yalnızca kendisine odaklanıyoruz ama yine de filmde devam eden gerilim, ürkütücü olmaya bir hayli yaklaşıyor ki bence sonu hariç filme tadını veren yegane unsur da yarattıkları bu gerilim.

Ancak öyle bir son olmuş, öyle ucuza ve basite kaçmışlar ki filmin ağzınızda biriken tüm tadının üzerine sirke içmiş gibi oluyorsunuz; tüm güzelliğin üzerine ayakkabıyla basılmış gibi kalıyor sonrasında film. Yaklaşık bir buçuk saat koltuğunuzda mutlu mesut, gergin bir bekleyiş içinde filmin temposunu kaptırmışken kendinizi, son on dakika içinde "eeeh beee"'ler dökülmeye başlıyor ağzınızdan.

Sinister yine de yerinizden en azından bir kere sizi sıçratacak, yine yine yine tekrar ediyorum sonu hariç güzel bir gerilim filmi. İzlemekle zaman kaybı yaşamayacağınız kanısındayım.

27 Kasım 2012 Salı

The Hidden Face (2011)

2011 Kolombiya - İspanya ortak yapımı olan The Hidden Face, terk edilen orkestra şefi Adrian'ın durumu hazmetmeye çalışmasıyla başlıyor. Takibinde sizi bekleyen sahneler ve olaylar tipik bir aşk filmi gibi görünebilir; ancak ilk on - on beş dakika sonunda anlıyoruz ki filmin başında Adrian'a bir veda videosu hazırlayıp onu terk eden Belen "kayıp kadın" vakasına dönüşmüştür. Genç kadının nerede olduğu bulunamamaktadır.

Hikayede polis bir yandan Belen'i bulabilmek için Adrian'ı yakın takibe almışken, öte yandan Adrian'ın terk edildiği gün başlayan yeni ilişkisinin diğer kahramanı Fabiana'yla olan ilişkilerini görürüz; Fabiana sonunda zengin bir erkek, üstelik kendisini seven ve sevdiği zengin bir erkek bulmuştur.

Birlikte yaşamaya başlayan çiftin evinde ise garip bir şey olmaktadır; musluklardan sesler gelmektedir. Bu kısımda da aklınıza basit bir hayalet öyküsü gelebilir, şimdiden söyleyeyim yanılıyorsunuz, izlemeye devam edin.

The Hidden Face insanların kazanma ve sahip olma hırsları yüzünden neler yapabileceklerini gayet net ortaya koyuyor; kadınlar dünyasında. Ne uğruna neyi göze alabileceklerini gördükçe belki gerçekten kanınızın donabileceği bir an mevcuttur; zira izlerken Fabiana karakteri o kadar sağlam oluşturulmuş ki filmin kilit noktalarından biri olan bir sanhede verebileceği kararı öncesinde anlıyorsunuz. Kadınları yakından tanımak için güzel bir film. Şaka şaka. Ama güzel bir film. Bir buçuk saatlik süresi içinde sıkılmamanız garantisiyle, sonunu merak ederek izleyeceğinizden emin olabilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

China Mieville "Kral Fare"

Fareli köyün kavalcısını kin, nefret ve hırsla örün.

Sonra tarihe, sokaklara salın.

Zamanı hesaplamayı da bırakın çünkü o hep vardı.

Tıpkı Kral Fare’nin uzun zamandır varolması gibi.

Ve aralarındaki savaşın sürmesi gibi; hep vardı.

China Mieville’in okuğum ikinci kitabı Kral Fare. Tıpkı Şehir Ve Şehir’de olduğu gibi yine bilinmeyen ve tahmin edilemeyen bir şehir görüntüsünü getiriyor gözlerinizin önününe; yok, bu sefer olmayan bir şehir değil, aksi gibi, Londra gibi herkesin “gözleri önünde” olan bir şehir. Tek farkı, Londra’yı Londralılar’ın gözünden görmeyecek oluşumuz. Londra’nın karanlık köşelerine, çatı aralarına, lağımlarına, tenhada, gölgeler arasına saklamış kıyılarına ve çöplerine yakın olacaksınız. Çünkü Kral Fare’nin elinden alınan krallığının varlığı oralarda saklı.

Hikaye, Soul’un babasının pencereden yere düşmesi ile başlıyor. Ancak polis bu olayı şüpheli buluyor ve Soul gözaltına alınıyor. Tam hiç bir çıkış yolu yokken ise Kral Fare ona yeniden “özgürlüğü” getiriyor ve babasının katilinin kim olduğunu bildiğini söylüyor. Devamı ise, Soul’un hayatının bilindik Londra’dan, Londra’nın bilinmeyenlerine doğru aldığı yol ve sürükleyici bir anlatımla satırlara yansıyan Kral Fare’de.

Davul ve Bas’ın arasına sinsice sızmaya çalışan flütün sesi, yaklaştıkça hem siz, hem karakterler geriliyor.

Detaylı anlatımlarla özellikle hareketli sahneleri neredeyse bir film izliyormuş gibi sunuyor Mieville. Birbirinden gerçeküstü karakterlerin yer aldığı hikayede, yadırgamayacağınız bakışlarla izliyorsunuz olan biteni. Zira anlatım bu kurguya çok yakışacak kadar gözler önüne seriyor olan biteni. Siz de gözlerinizin önünde olan biten değişime, arayışa ve savaşa tanık oluyorsunuz kitap boyunca.

23 Kasım 2012 Cuma

John Fowles "Koleksiyoncu"

Koleksiyonu, biriktirmeyi yaratıcılığı ve insanın doğasını bitiren bir şey olarak gören Miranda ve biriktirmekten, koleksiyonundan ve aslında bir çeşit yok edip saklamaktan başka bir zevki olmayan Fred’in, acı bir biçimde bir araya gelmesiyle başlıyor roman.

Fred’in, yirmi yaşındaki, güzel ve tam manasıyla hayat dolu sanat okulu öğrencisi Miranda’yı kafaya takması, onu da tıpkı biriktirdiği kelebekler gibi bir “izlenesi ve sahip olunmasıyla mutlu olunacak bir şey” haline dönüştürme isteğiyle, eline geçen paranın yardımıyla kaçırıp, evinin bodrumuna hapsetmesi. Koleksiyoncu, kaçıran ve kaçırılanın ağzından ilerleyen anlatımı ile, böyle başlıyor.

Sadece sahip olmanın verdiği mutluluktan başka bir şey istemeyen, hayatı boyunca sürekli ruh hali bozuk olduğu her hareketlerinden belli olan kadınlar arasında yaşamaktan dolayı normal bir ruh durumu olmayan, kimsesizliğini yatıştırabileceği yegane uğraşı ölümlerini hazırladığı ve biriktirdiği kelebekler olan silik, çoğu kimse için karaktersiz bir erkek olan Fred’in, hayatında bir şeylere sahip olmak için elinden gelen tek şeyi, bir şeyleri yanında istemesi ve yalnızlığını bastırabilmesi için yapabildiği tek şeyi yapması, yaşamaktan mutlu olan bir sanatçının kafes içine hapsedilmesine sebep oluyor. O kafesin içinde her istediği yerine getirilen, pahalı kıyafetler ve kokular içinde tutsak edilen yaratıcı zihin ise kendi çıkışını, aklını korumaya çalışmayı ancak geçmişi ve hayatını bir yerde kağıda dökerek sağlıyor; kendi iç yolculuğuna ve gelişimine acı bir gerçekle, hapis olduğu gerçeğiyle başlıyor. Tutsaklığını kafasından silebilmek için ise hayatındaki kesitler içinde kendisiyle konuşuyor, ilerliyor ve karara varıyor. Sanki öncesinde yaşıyormuş gibi duygularının ilerlemesine izin veriyor; sevdiğinin ne olduğunu anlaması maalesef ki kapalı kaldığı mahzende oluyor.

İnsanı tiksindirecek kadar, yalnızlığı yüzünden hastalıklı bir beyni olan Fred’i okuduğunuz her bir satırda ne kadar anlamaya yaklaşırsanız, her anlayışınızda ondan tiksinmeniz için ve içinde olduğu çıkmazın ne denli büyük ve kendisini her saniye daha da yuttuğunu görmeniz için birbiri ardına ışıklar yanıyor o satıların üzerinde. Geriye dönüşü ve kurtarılması mümkün olmayan bir karanlığın ve yalnızlığın içinde bir “koleksiyoncu”.

Akıcı anlatımı ve yer yer insanın gerçekten soluğunu tutmasına sebep olacak kadar gerçekçi tutsak eden ve tutsak ruh halinin satırlara dökülmesi yüzünden, kafanızı kaldırıp pencereden dışarı bakmaya ve bir an için gerçekten her ikisinden biri de olmadığınız için sevinmenize, kendinizi iyi hissetmenize sebep olabilecek, karanlık, adeta Miranda’nın mahzeni kadar karanlık bir kitap.

Biriktirmekten başka, duyguları olmayan bir adamın, fikirleri büyümeyen ve mahvolmuş bir koleksiyoncunun hikayesi. Sonunda içinize bir ağırlık çökeceğinden eminim.

Nasıl bir çıkmazdır.

18 Kasım 2012 Pazar

Jules Verne "Wilhelm Storitz'in Sırrı"

Wilhelm Storitz’in Sırrı, Jules Verne’in son zamanlarda okuduğum, sürükleyici ama nedense fazlasıyla atlanmış noktası bulunan bir kitabı. Tamam, ne böyle bir yazarı eleştirmek ne de kitabı kötülemek amacım, ancak okurken ister istemez H.G Wells’in “Görünmez Adam”ı aklıma geldi ve gittiğim istemdışı kıyasta Wilhelm Storitz’in Sırrı biraz geride kaldı.

Hikaye, Henry Vidal’in Fransa’dan Macaristan’a, kardeşi Marc Vidal’in düğünü için yola çıkmasıyla başlıyor. Yolculuk boyunca Jules Verne’in içindeki gezi tutkusunu da hissetmek mümkün; detaylı anlatımlarla size yol boyunca çevreyi, zamanındaki haliyle anlatıyor. Sanırım 1800’lerin sonunda geçiyor olay, haliyle dönemde hissedilen Osmanlı etkilerine de kayıtsız kalmıyor yazar ve satır aralarında buna göndermeler yapıyor. Hikayeye devam edersek; sonunda Macaristan’a ulaşan Henry Vidal, kardeşinin nişanlısına kafayı takmış, eski bir bilim adamı olan Otto Storitz’in oğlu Wilhelm Storitz’in kendilerine zehir edeceği bir sürecin içine giriyor.

Wilhelm Storitz’in sırrına gelince, kitabı okumamış olanlar buradan sonrasını okumasın bence; görünmezliğin sırrını bulmuş olan Wilhelm Storitz’in görünmezlik durumunda çok fazla açık olduğunu düşünüyorum. Örneğin tacı çaldığı kısımda taç görünür iken kendisinin üzerindeki kıyafetler ve bu iksiri içen diğer kişiler üzerindeki kıyafetler de görünmez kalıyor. Görünmez Adam’daki yenilip içilenlerin görünmezliğe gidiş süreci gibi bir durum burada kesinlikle yok; o konuya değinilmiyor bile. Gerçekten kıyafet detayının atlanması beni okurken sürekli rahatsız etti.

Aslında romanda değinilen görünmezlik değil; bir evliliğin sabote edilmesi, ancak yanında cılız kalan bu görünmezlik durumu da hikayenin yegane sıra dışı unsuru. Kitapta bolca Macar – Alman düşmanlığı izlerini görmek de bir diğer detay. Jules Verne’in Almanlar’a olan nefretini hemen her sayfada görmek mümkün. Öyle ki Storitz ailesinin şeytanı temsil eden bir duruşa büründürülmesi ve bunu Alman ırkına (kendileri Prusya’lı olmakta kitapta) yapıştırılması, takiben Macar halkının Almanlar’a karşı neredeyse nefret çerçevesinde birleşmesi gibi unsurlar Verne hakkında fazlasıyla ipucu veriyor!

Sonuç olarak Wilhelm Storitz’in sırrı akıcı bir kitap, Jules Verne gibi bir yazarın bir eseri için de sanırım başka bir yorum yapmak olmaz. Ama kesinlikle okurken göz batan fikirler, göndermeler ve atlanan detaylar da yok diyemiyorum.

16 Kasım 2012 Cuma

Virginia (2010)

Virginia, Virginia’da seçimlerde aday olacak bir şerifle ilişkisi olan, psikolojik açıdan sorunları olan bir kadındır. Bu sorunlar o denli büyüktür ki, içine düştüğü kanser hastalığının ciddiyetini bile geçer. Kendi içinden çıkamadığı kendi hayatıdır; yetiştirirken gerçek bir anne olmadığı düşüncesiyle kendini bitirdiği halde uğruna her şeyini feda edebileceği bir oğlu vardır ancak; ve belki de sahip olduğu, sahip olduğunun farkında olduğu en gerçek şey odur.

Mormon şerifin, Richard’ın, travma sonrası ruh hali bozukluğuyla yaşamakta olan Virginia ile olan yasak ilişkisi. On altı yıldır devam eden ilişki ile, mormon hayatından tamamen uzak, bir ikinci hayatı neredeyse Virginia’nın gözlerinden uzak aslında bir o kadar da gözlerinin önünde yaşaması.

Emmett’in, sorunlu annesiyle hemen hemen rolleri değişmiş biçimde olan ilişkisi; Emmett’ın bir ebeveyn olarak Virginia ile ilgilenmesi. Neredeyse bir baba gibi, kollayıp gözeten kişinin ailede Emmett olması; sorunlu bir anne ile yaşamasına rağmen yaşından çok çok büyük olan bir çocuğun bence, aslında dramı.

Mormon bir şerifin kızı olan Jessie’nin Emmett ile olan ilişkisi; mormon olmayan biriyle asla evlenmeyecek oluşu…

Ve Virginia’nın Virginia ve halkı ile olan ilişkisi. Virginia’yı kabul gören ve kendilerince korumaya çalışan insanlar; zararsız deliyle olan ilişki gibi.

Film izlediğim en depresif filmlerden biri; imdb notunun düşüklüğüne bir anlam veremedim çünkü öyle bir film, öyle gerçekçi ve sizi o denli etkileyen bir film ki, 5.1 gibi düşük bir nottan fazlasını hak ediyor.

15 Kasım 2012 Perşembe

Agatha Christie "Gül Ve Porsukağacı"

Üstadın Mary Westmacott adı altında yazdığı seriden bir başka kitap daha; Gül Ve Porsukağacı.

Hiç beklenmedik ve aslında bazıları için hayalkırıklığı yaratacak şekilde sakatlanan savaş gazisi Hugh, kardeşi ve eşiyle beraber İngiltere kırsalında yeni bir yere taşınır. Bu bölge hala “soylular”, “asiller” ve “basit, sıradan insanlar” gibi kavramların egemenliğini sürdüğü bir 1945′in İngilteresi’nin görüntüsüdür, kanıtıdır; St. Loo kasabası.

Olayın başlangıcı, buraya geldikten sonra, kendisini siyasetin rüzgarına kapılmış, seçimlere hazırlanan insanların arasında bulur Hugh.

Bu sırada muhafazakarların adaya gösterdiği, kahraman, savaş gazisi ancak asil kandan(!) gelmeyen Gabriel ortaya çıkar. İşte tüm hikaye aslında Gabriel ve onun insanların hayatına verdiği şekil. Düşünceleri biçimlendiriş tarzı.

Yeri geliyor, gerçekten Hitler-vari bir hitabet yeteneği ile insanları etkisi altına alıyor, yeri geliyor gün içindeki yardımlarıyla basit gündelik bir sorun için kahramanca anılan bir adama dönüşüyor; fırsat kolluyor, fırsat yaratıyor ve şovunu sürdürüyor. Çünkü bir tamircinin oğlu olan Gabriel’in hayattaki hırsları önüne hiç bir şey geçemez; herkesin tepeden baktığı bir sınıfa mensup olması, hele ki Loo ailesinin egemenliği altında olan bir bölgede seçimlere aday olması onu daha da kamçılıyor. Gabriel bu seçimi kazanmak zorunda; iş artık bir seçimden çıkıp hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Bu sırada da kasaba kadınları arasında böylesine bir kahraman erkek imajına sahip, aslında çirkin ama son derece etkileyici bir erkek olan Gabriel ayrı bir konumda daha kendi içinde bir savaş veriyor.

Gabriel neredeyse tiksindiği soylu sınıfa karşı olan hıncını, İngiltere’nin o dönemdeki siyasi, sosyal yapısını ve her Agatha Christie romanında olduğu gibi küçük insanların karmaşık ruhsal yapısını, hırslarını bir ustalıkla anlatıyor Gül Ve Porsukağacı. Sınıflar arası farkın yarattığı nefretin nelere engel ve nelere sebep olabileceğini, paralel giden bir hikayede yıkılmaya çalışılan bir soylu sınıf algısını (bunu yıkmaya çalışan yine soylu sınıfa ait olmayan biri şeklinde) ustaca anlatıyor Agatha Christie. Aynı zamanda parlak, beklenen, berrak ve sorunsuz bir geleceğin, sebepleri asla kolayca anlaşılamayacak kadar apaçık olan bir sevgi yüzünden nasıl parçalanıp atıldığını, kimsenin anlam veremediği kaçışları ve vazgeçişleri görüyoruz.

Üstadın her zamanki gibi her satırı dolu bu romanı, derler ya, bir solukta okunacak bir kitap. İnsan psikolojisi için Agatha Christie’nin varlığının yine bir mucize olduğunu görmek de bu kitabın bir diğer yönü.

13 Kasım 2012 Salı

The Raven (2012)

Edgar Allan Poe hayranı bir seri katilin cinayetlerine son vermek amacıyla, şehre yeni dönen Poe ve polisin ortak bir faaliyete girişmesiyle başlıyor film. Sebepsiz yere ve aynı Poe öykülerinde olduğu gibi (ki aslında sebebi de bu oluyor), ve o öykülerdeki detayları barındıran cinayetler karşısında katili en yakın tanıyabilecek kişi olan Poe ile polisin ortaklığı mecburi hale geliyor.

Katil Poe’dan bir istekte de bulunuyor; bunun sonucunda ise Poe’nun en değer verdiği insanın hayatının devam etmesi ya da sona ermesi bulunuyor. İpleri film boyunca aslında bir Poe’nun bir katilin elinde görüyoruz.

Filmin açılış sahnesinde, Sherlock Holmes’un neredeyse çıkış sebebi olan, Poe’nun birbirinden güzel olan Auguste Dupin öykülerinden akıllara gelebilecek bir cinayet sahnesi var. İzlerken bu sahneyi görüp yanılgıya düşmüş, tüm filmin bu cinayeti işleyen “kişi”(!)yi bulmaya yönelik olduğunu sanmıştım. Ancak hikayeye dahil olan katilin yorulmadan işleyeceği daha çok “Poe öyküsü” bulunmaktaydı.

Mükemmel, aman aman bir film değil. Ancak izlerken sıkmıyor. Genelde bu tip hikayelerin anlatıldığı filmlerden kaçarım; seri katilin peşinde olan ve eninde sonunda iş kendine de bulaşacak olan başkahraman hikayelerinden. Ancak The Raven bunu yaratmadı bende. Gayet akıcı, sürükleyici geldi. Ama genel olarak imdb puanın üzerine daha fazla çıkabileceğini de sanmıyorum, öyle özetleyim.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Safety Not Guaranteed (2012)

“Aranıyor: Benimle zamanda geriye gidecek biri. Şaka değil. Geri döndüğümüzde ödemenizi alacaksınız. Kendi silahınızı getirmelisiniz. Bunu daha önce bir kere yaptım. Güvenlik garantisi yok.” Yerel bir gazetedeki bu sıra dışı ilan, konu sıkıntısı çeken bir derginin o ayki kurtarıcı olacaktır; bu ilanın ardındakileri hikayeleştirmek için Jeff ve iki stajer yola çıkar; Dairus ve Arnau. İlanı veren Kenneth, bir marketteki işinden arta kalan tüm zamanını zamanda yolculuk üzerine düşünerek ve bu planını gerçekleştirebilmek için çalışmakla geçirmektedir. İş arkadaşları arasında bu yüzden adeta “zararsız bir deli” konumundadır. Kenneth’in yolculuk sırasında yanından olacak kişi olarak Dairus seçilir; Kenneth ona güvenmeye başlar. Ancak Dairus’un dergiden geldiğinden bihaberdir. Seçimin ardından yolculuk için eğitimlere tam gaz başlanır; artık geriye kalan tek şey haraket edilecek günü beklemektir. Hikayenin başında paranoyak bir şizofren belirtileri gösteren Kenneth’in zamanla iç yüzünü tanıdıkça Dairus’un kafasında da Kenneth’e olan inancı arttıkça, zaman yolculuğuna çıkma ihtiyacı da alttan alta belirmeye başlar. Tıpkı Kenneth gibi aslında onun da içten içe buna ihtiyacı olduğunu anlamaya başlarız. Öte yandan Jeff’in hayatındaki eksikliğin ne olduğunu fark etmesi ve içinde olduğu durumdan aslında kurtulmak istiyor oluşunu da görürüz. Safety Not Guaranteed resmen çok sevimli bir film. Zaman yolculuğunu bu kadar gerçekçi ve sade karakterlerle anlatmayı başarmak başarısını ve tüm alkışları baştan sona hakediyor

Sinema Müdavimi (Walker Percy)

“Hepsi her an intihar edebileceğimi düşünüyorlar. Ne acayip. Gerçek bunun tam tersi elbette: İntihar beni hayatta tutan yegane şeydir. Ne zaman her şey düş kırıklığı yaratsa, tek yapmam gereken intiharı düşünmek ve iki saniye içinde bir ahmak gibi neşeli oluveriyorum” Askerden döndükten sonra kendi işinin başına geçen Binx düzen ve sükunet içindeki hayatında, otuzuncu yaşına girmeye hazırlanırken bir arayışa girer; o ana kadar çalışmak, para, para kazanmak ve sekreteri olan kızlarla gezip eğlenmek ve sinemaya giderek başkalarının hayatlarının yansıdığı beyaz perdeyi izlemek Binx’in hayatını oluşturmaktadır. Ancak arayış onun yolunu değiştirmeye başlar; aile yaşamı, halasının üvey kızı olan Kate’in içinde bulunduğu ruhsal durum Binx’in hayatını başka bir yöne sürükleyecektir. Bu yolda ise asıl olan artık sekreter kızlarla çıktığı araba gezintilerinin ötesinde bir hayatı sunacaktır.
Walker Percy’nin Amerika’da varoluşsal bir roman olarak çığır açtığı Sinema Müdavimi, okurken kaşlarınızı çatmanıza, hatta yeri gelecek okuma hızınızın düşmesine sebep olacak. Düşüncelerin derinleşmeye başladığı hemen her satırda tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz satırlar karşısında eliniz kolunuz bağlı kalacaksınız. Zira Binx’in hayatıyla paralellik kurmaya başladığınız her anda, sizi de kendi arayışınız içine çekebilecek, günlük rutininiz içinde kendinizi sorgulatmaya, ve eğer şanssızsanız gördükleriniz yüzünden moralinizin bozulmasına sebep olacaktır. Sinema Müdavimi’ni okurken mutsuzluğu ve umutsuzluğu sürekli ensenizde bir azrail gibi beklerken hissedebilmek mümkün. İlk satırda olduğu gibi, son verirken de kitaptan bir alıntıyla sizi gölgelerin arasına atayım; “Bir anda altı ya da sekiz kapsül yuttum. Bunun beni öldürmeyeceğini biliyordum. Tanrım ölmek istemiyordum – o anda değil. Tek istediğim – sabit noktadan tüymek ya da ayrılmaktı.” İşte bu yüzden Sinema Müdavimi’ni okurken eliniz çokça sigaraya ya da sert bir içkiye gidebilir.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ara Dünya (Neil Gaiman/Michael Reaves)

Kendi evinin içinde bile kaybolan birinin, dünyalar arası bir yürüyüşçü olması? Evet, bu kadar net ve belki de o kadar karışık. Lise öğrencisi olan Joey Harker, sosyal bilimler dersi için şehrin bir noktasına iki arkadaşı ile bırakılır ve hedefleri olan yeri bulmaya çalışır. Ancak bu yolculuk Joey için sadece ders notunu düşünmek ve gideceği yerin neresi olduğunu bulmaktan daha fazlası olacaktır. Joey dünyalar arası bir geçiş yaşar; çünkü o bir “Yürüyüşçü”dür. Ve “dünyaların” kaderini belirleyebilecek bir güce sahiptir.

Ara dünyalar, çoklu evren, zaman, paralel evrenler… Tanımsız yerlerin tasvirinde o kadar gerçekçi bir anlatım var ki okuduğunu kitabın bir bilim kurgu olduğuna inanmanız güç. Ya siz de benim gibi “olmadığını nereden biliyoruz ki” diyorsanız ne ala, o zaman belki de hep görmek istediğiniz bir “yerlerin” tasviri sayfalar arasında size sunuluyor. Haberleri izlerken gerçeğin sunumu kanaldan kanala nasıl değişiyorsa, o da bir kurgu olmaya nasıl başlıyorsa, gerçekten ne kadar uzaklaşıyorsa; merak etmeyin, Ara Dünya hepsinden daha gerçek. Umarım alakasız bir örnekleme olarak kafanızdan bana küfürler yükselmiyordur.

 Neil Gaiman ve Michael Reaves’in beraber yazdığı Ara Dünya belki gençlere yönelik bir kitap, ama kitabın hedef kitlesi olan yaş aralığından çıkalı uzun zaman olmuş benim için bile çabucak okunup bitirmek istenen bir kitap oldu. Öyle ki sırada “Kıyamet Göstersi” var.

Jeff, Who Lives At Home (2011)

Hala annesiyle beraber yaşayan Jeff, telefonu açtığında aslında yanlış numara olan durumun aslında “doğru” olabileceğini düşünür; arayan kişi Kevin’ı aramaktadır ama Jeff ve annesinin yaşadığı bu evde elbette Kevin yoktur. Acaba? Film böyle başlıyor. Ve Jeff şehirde bir şekilde kendisini Kevin’ı ararken bulur, Kevin her yerde kendisine görünmektedir ve her bir işaret, Kevin’a dair her bir şey yine başka bir Kevin durumuna bağlanmaktadır. Olaylar tek bir gün içinde geçiyor. Jeff’in Kevin’ın peşinden koşusu sırasında evliliğinde sorun yaşayan abisi Pat ve sıkıcı işinde bir süprizle karşılaşan annesi Sharon’un da hikayesini paralel olarak izliyoruz. Filmde izleyeceğiniz üzere bu üç kişinin de yollarını yine bir araya getiren o yanlış numara oluyor.
Bir evliliğin çöküş yolculuğu, koca bir adamın hala annesiyle yaşayacak kadar “loser” oluşu, bir adamın karısını mutlu etmeye çalışırken çuvallaması, bir kadının ilerleyen yaşına bakarak artık her şey için çok geç olduğunu düşünmesi, bir kadının da arkadaşına bakarak onun bir hayalini gerçekleştirmeye çalışması… Jay Duplasas ve Mark Duplasas’ın yönettiği Jeff, Who Lives At Home çok sevimli bir film. Gülümsemek ve sonunda göz yaşlarınızı tutamamak serbest. Az karakterler, sürükleyici bir olay, sakin ama hızlı bir film.

6 Kasım 2012 Salı

Headhunters (2011)

Çok sevdiğim bir Norveçli polisiye yazarı olan Jo Nesbo’nun kitabından uyarlanan film son zamanlar izlediğim en yüksek tempolu film oldu. Bir şirkette insan kaynakları bölümde çalışan Roger Brown’un hayatında çocuk yapmak istemediği ama aşık olduğu bir eşi, iyi bir işi ve bir sırrı vardır. Roger yasa dışı bir işi ortağı Ove ile yürütmektedir; sanat eserlerini çalmakta ve bunları karaborsada satmaktadır. İşinden elde ettiği parayla yetinmemesinin bir sebebi vardır ancak; Roger'ın boyu 1.68'dir, karısı ise uzun bir Norveç güzelidir. Roger karısının çocuk istediğine rağmen çocuk yapmak istememektedir; bu yüzden bir yerden diğer tarafı kendince telafi etmeye çalışmaktadır; karısına pahalı hediyeler. En azından cebinde para varken boyu daha uzundur, daha az eksiği vardır kendince. Ve sevdiği kadını elinde tutmaya yine kendince çalışmaktadır. Her şey, karısının sergisinin açılışında tanıştığı Clas Greve’nin evindeki bir tabloya göz dikmesiyle başlar. Ardından gelen süreçte Clas, karısı ve Ove kendisi için bir tehdit haline dönüşecektir ve tahmin bile edemeyeceği bir çok olayın içine sürükleyecektir. Norveç’in soğuğunda hızıyla ve içinde aksiyonla sizi izlerken bile terletecek, sonunu merak etmeden tek bir saniye geçirmeyeceğiniz bir film. Açıkçası imdb’deki 7.5 notunun çok çok ötesinde bir film, eğer Jo Nesbo’yu hiç okumadıysanız diğer eserlerini de merak etmenize kesinlikle yardımcı olacak bir film. Morten Tyldum’un yönettiği 2011 yapımı Headhunters (Hodejegerne) kaçırılmaz, izlenir, izlettirilir.

4 Kasım 2012 Pazar

Dark Shadows (2012)

Umut Sarıkaya’nın bir karikatürü vardı; karakter Tim Burton’a milleti bu filmleri izlete izlete kendi evini baştan yaptığını, mutfak fayanslarını falan yenilettiğini söylüyordu. Sanırım artık Burton’ların malikanesinde değişmesi gereken bir şey kalmadı. Yoksa çıkan film Dark Shadows olmazdı. En azılı Burton hayranının bile bu filmi ne kadar beğenebileceğini merak ediyorum. Sıradanlıktan uzaklaşamayan bir gölgeler yığını arasında kalmış bir film Dark Shadows. İngiltere’den Amerika’ya göçen ve Collinwood kasabasına hem adlarını veren hem de şehirde balıkçılıkla yükselen ailenin yakışıklı oğlu, hayatında gördüğü en çirkin kadın Alice Cooper olan Barnabas, kalbini kırdığı kadın yüzünden vampire çevrilip, demir tabuta hapsedildikten 196 yıl sonra yanlışlıkla 1972’nin Amerika’sına çıkar. Ailenin hala hayatta olan bireylerini bulmak ve yeniden şehirdeki balıkçılığını tekellerine almak için kolları sıvar.
Ancak karşısına yine yıllar önce kendisini vampire çeviren Angelique çıkar; şehirdeki balıkçılığı artık kendi tekeline alan intikam yüklü kadın. Filmde tüm karakterler sönük kalmış. Öne çıkan bir karakter yok. Buna Deep’in canlandırdığı başkahraman Barnabas da dahil. 1972’ye uyanan bir vampirden bile bir espiri çıkaramadılarsa vay bu yazarın da yönetmenin de haline. Bir de o nasıl bir vampirdir ki herhangi bir şekilde güneşe çıkabiliyor? Çıkamaması lazım. Şemsiyeyle gözlükle olmaz o, vampirsen güneşe çık-ma-ya-cak-sın, çıkamazsın. Aynen bu kadar düz bence. Oyuncu kadrosuna rağmen nasıl bu kadar cılız bir film çıkmış, tebrikler doğrusu. Filmde gerçekten gülebileceğiniz bir şey bulmanız zor. Ama pazar sabahı kahvenizi içerken izlerseniz kapatmak istemeyebilirsiniz, o ayrı. Tim Burton’a dair delicesine bir sevgim yok, iyi ki de yok yoksa bu filmden sonra nefret ederdim. Hele ki Beterböcek’i çekmiş bir adamdan bu filmin geldiğini düşünürsek.