31 Aralık 2015 Perşembe

İyi Seneler (Ya Tutarsa?)

Sizin için nasıl bir yıl oldu bilmiyorum.

Benim için güzelliklerine gülemediğim, olan birkaç şeye bile sevinemediğim, azabın ve kasvetin içinde bir şeyler olsun diye çırpınıp durduğum bir yıl oldu.

Bireysel ya da toplumsal, dünyadaki tüm acıların bir gün geçeceğine olan inancımın iyice zayıfladığı, kaybettiğim her şeyin asla geri gelmeyeceğine olan inancımın ise iyice güçlendiği, yer yer uçurumun kenarından dönüp durduğum bir yıl oldu.

Ama yine de, sevdikleriniz, sevenleriniz varsa, bir şeylerin güzel gideceğine olan inancınıza sahip çıkın, onu kaybettiğinizde asıl son gelir.

Aklınıza sahip çıkın, aklınızın ve sağlığınızın değerini bilin. Bunların kaybının telafisi asla olmaz.

Tüm umutları geride bırak yazısının altından geçmeyin.

Okuyun, güzele, iyiye ve doğruya ulaşmak için çabalayın.

Bir sebep bulun, bir şey bulun.

2016, herkes için güzel olsun, dileğim bu.

Diyorum ya, YA TUTARSA?

Sevgiler.


14 Aralık 2015 Pazartesi

Ne Okuyorum?


Evden çıkana kadar bu kitap, bu kahveyle, bu iki kediyle ve bu ölü bitkilerleyim bugün.

Siz ne okuyorsunuz? 



12 Aralık 2015 Cumartesi

Alıntı: John Burnside "Kutup Dairesinde Bir Ev"

Image link: http://40.media.tumblr.com/983a517f55f904463210b4bbded7a866/tumblr_nwxm9n1UuM1uffvh4o3_1280.jpg

"İç içe olmaktan hoşlanmam. Dokunulmamayı severim. Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimize bağımlı olduğumuz dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur. Ama biz aynı zamanda aradaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar. Haritaları da bu yüzden severim ben, çünkü haritalar bir şey ile diğeri arasındaki boşluğu gösterir."

(sayfa:62)

20 Kasım 2015 Cuma

Bertrand Russell "The Practice and Theory of Bolshevism"

Grip gibi bir hastalığın ilk günlerini yaşarken bir yandan da ders çalışırken yine kendi rutinimi bozmadım ve nefes almak, yani mola vermek için bi kitap yazısını daha blog'a ekleyim dedim.

1920'de kalem aldığı kitabında Bertrand Russell, SSCB'de bizzat gözlemlediklerini aktarıyor. Bolşevizm'in yeni bir inanç, parlak bir gelecek, refah, ekonomik sıkıntıların sonlanacağı ve elbette savaşın duracağı yeni bir inanç olarak sunulduğunu ifade ediyor. Çöküşüne dek dünya tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak incelenen ve incelenmeye devam edecek olan dönemin  Russell'ın yer yer kendi fikirleriyle, önerileriyle ve öngörüleriyle devam ediyor kitap. İlginç olan noktalardan biri de Russell'ın Bolşevikler'e yönelttiği öneriler, hatta tedbirler, aslında çöküşün önlenmesinin ihtimallerini ve neredeyse zorunluluklarını Russell'ın gördüğünü ispatlıyor. Her durum için bunu benim söylemem mümkün değil ancak özellikle gıdaya erişim ve kıtlık konusundaki sıkıntıyı dillendirmesi ve bunun çözümüne ve gelecekte yaratabileceği sıkıntıya yönelik Russell'ın öngörüleri bana en azından birkaç durum için bunu ifade ediyor.

Dışa kapalı yönetimin, özellikle teknoloji konusunda dış desteğe olan sıkı tavrının, ülkenin geleceği için büyük bir tehdit olduğuna değiniyor Russell. Ekonomik kalkınma için yurtdışından takviye, yani ekonomik teknik destek alınmasının reddedilmesini yadırgıyor Russell. Yol gösterici olarak ekonomi konusunda danışmanlara acilen ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bunu öyle şiddetli ifade ediyor ki, düzenin yıkımının bu ihtiyacın giderilmemesi ve görülmemesi yüzünden olabileceğini söylüyor. Ancak burada getirdiği önerilerden birinin, günümüzde olduğu gibi o anda da kabul görme ihtimali pek düşük, hatta yok: Russell, SSCB'nin ABD ile ticati ilişkilere girmesini tavsiye ediyor.

Bizzat olayın yerinde gözlemlerini aktaran yazar, kaynaklara erişim, seyahat, uzun çalışma saatleri gibi konulara rağmen halkın çoğu başkentten farklı olarak yasadışı durumlardan uzak olduğunu, hatta neredeyse hiç olmadığını ve güvenlik konusunda bir açığın Moskova sokaklarında olmadığını belirtiyor. Ek olarak, Londra ile kıyasladığında Moskova'yı hayli kasvetli ve sıkıcı buluyor ki bunun genel-geçer bir bilgi olmayışından ziyade cidden sıkıcı dahi olsa geçirilen zor zamanlar ardından bir karnaval havasında olunmasının da beklenmemesi gerektiği aşikar.

Toplumun farklı kurum ve yapılarına dair gözlemlerini aktaran yazar, devlet okullarındaki Bolşevik propagandaya, kültürel hayatın öne çıkan unsurları tiyatro ve operada bu propagandanın durumunu yine kendi şahitliği ile kaleme alıyor.

Russell'ın Moskova ziyaretini "ilginç bir deneyim" olarak yorumluyor ancak gezisinde "yenilikçi bir devlet anlayışını göremediğini" de ifade ediyor.

Konuyla ilgilenen olursa diye kitabın yazısını eklemek istedim. Benim kısa yorumumdan hayli fazlasını içeren, kolay okunan bir kitap. 

12 Kasım 2015 Perşembe

Tom Bottomore "Classes in Modern Society"

Arada bir İngilizce kitaplara da blog'da yer vermeye karar verdim. Ağırlıklı olarak bir süredir belirli bir alana yoğunlaştığım için, okuduğum kitapların çoğu da bu alana ait olmaya başladı. Bu demek değil ki kurgu okumaktan vazgeçtim; şu an dört kitabı aynı anda okuyorum ve birisi polisiye bir kurgu, yakında yazısı gelecek hatta. Neyse konuya dönelim.

Masanın üzerinden bana bakan kitaplardan birinin üzerinde şu sıralar kesin bir "Bottomore" yazısı oluyor, kendisi İngiliz bir sosyolog, aynı zamanda Marksist. Sınıf kavramı gibi bir türlü uzlaşıya varılamayan konulardan biri hakkında yazarken de, ağırlıklı olarak Marksist kuram üzerinden konuya yaklaşan ve kitabı kaleme aldığı dönemin kutuplaşan dünyasındaki sınıf kavramı ve rejimler arasındaki ilişkiden sık sık örnekleme yapıyor.

Sınıf kavramının sanayileşme sonrasında ve zamanla modernleşen dünyada daha büyük bir anlaşmazlık içinde tanımlanması sorunun sebeplerini sıralarken bir yandan da sınıf olma ve sınıf bilinci gibi konuları ele alıyor Bottomore. Amerika ve dönemin SSCB'si üzerinden kıyaslamaların da yer aldığı kitapta Bottomore, kapitalist ve sosyalist rejimler içinde sınıflar arası farklara değinirken, ayrıştırıcı olan noktanın sınıflar arası uçurumun büyüklüğü olarak yorumluyor; Sovyetler'in "üst sınıfı" ile kapitalistlerin "üst sınıfı" arasında, bulundukları toplumda kendilerinden farklı olan sınıflarla aralarındaki uçurumun daha az olduğunu belirtiyor. Yine de tam bir homojenliğin ya da heterojenliğin sağlamadığı analizini tüm toplumlar genelinde vurguluyor.

Egemen sınıfın egemen ideolojiyi yaratacağı iddiasındaki Marx'ın, her bir sınıfın aslında kendi ideolojisine de sahip olacağı şeklinde bir ekleme yapan Bottomore, Marx'ın işçi sınıfının toplumsal değişmedeki rolünün lokomotif görevi göreceği konusundaki düşüncelerine de yer veriyor ve içinde yaşadığı dönemin toplumları ile beraber analize tabi tutuyor.

Tam ve net bir tanımın, herkes için geçerli ve tek bir doğruda ilerleyen bir sınıf tanımının aslında olmadığı, farklı kuramlar içindeki tanımların zaman zaman farklı kuramların tanımlarını doğurduğu ya da beslediği bu konuda aslında hala net olan bir şey var ki sınıf ve sınıfa aidiyet duygusu, gerçek bir olgu ve konu. 

İnce bir kitap, denk gelir de okumak isterseniz, pek tartışmalı olan sınıf konusunda faydalı olacağından emin olduğum bir kaynak.

Not: Görsel bana aittir, kullanmadığınız için teşekkür ederim.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Cemil Meriç "Saint - Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist"

Yorgunluktan gözlerim kapanmak üzereyken ve masamın üzerinden bana bakan günlük çalışma planında henüz hiçbir işin üzeri çizilmemişken benim kitap yazısı yazmak için blog'a gelmemin sebebi ne?

Biraz buraya yazayım, biraz uykum açılsın ve biraz da üzerimdeki yorgunluk kalksın istiyorum. O arada da daha fazla zaman kaybetmeden bir kaç kitap yazısı eklemek istiyorum; zaman bulamadığımdan şu an yazısını yazmadığım iki kitap daha var, umarım önümüzdeki 48 saat içinde kendilerini blog'da okuyabilirsiniz.

Saint - Simon hakkında okunabilecek en güzel kaynaklardan birini yazan Cemil Meriç'e buradan teşekkürlerimizi sunarak başlamak istiyorum. 

Henri de Saint - Simon genelde neredeyse elinde büyüyen Auguste Comte'un ardında gözardı edilerek, sosyolojinin kurucusu olarak pek ilk akla gelen isim olmaz. Zaten "kurucu" tanımının bir kişiyi öne çıkarmak için kullanıldığını düşünürsek, yakın zamanlarda yaşamış olsun ya da olmasın, kimin sosyolojinin asıl kurucusu olduğu konusunda pek kesin yargılarla konuşmak istemem. Zira bu konuda birkaç farklı ismin sürekli birinci sıraya inip çıktığını ve sürekli farklı insanlarca "ilk" sayıldığına çok tanık oldum.

Saint - Simon soylu bir ailede doğan ancak bu soyluluğu elinin tersiyle iten ve yoksulluğa, sefalete düşen ve kimilerince "ütopyacı sosyalist" olarak anılmasına sebep olacak olan çalışmalarına kendini adayan bir toplumbilimci. 

İlk sosyalist olarak anılmasında, kendinden sonra gelecek olan Karl Marx'ın düşüncelerine büyük ölçüde yön verecek olan düşüncesi, daha doğrusu analizi yer alan Saint - Simon, bu analizinde üretimin toplumu yarattığını ve üretimin devamlılığının, insanlığa barış, huzur, refah ve devamlılık getireceği yöndeki görüşü. Marx'la ortak noktasının aslında "üretim" ve "üretim araçlarına" ve "üretim araçlarının denetime" olan vurgusu olarak düşünebilirsiniz. Aynı şekilde Saint - Simon kendinden sonra gelen Pierre Joseph Proudhon'un da düşüncelerinin gelişmesinde büyük pay sahibidir. Zaten ilham verdiği düşüncelere bakarsanız, Saint - Simon'a neden "ilk sosyalist" denildiğini de görebilirsiniz.

İlginç biçimde, yer yer fazla ve mantık dışı bir biçimde de olsa Saint - Simon, tüm ülkenin üretim sürecine devlet planlaması ile katılması ve bu noktada sermayedarların ve bankacıların büyük rol oynaması ile refaha ulaşılabileceğini söylüyor. Fakat, Saint - Simon'a getirilen en büyük eleştirilerden biri olan sistemsiz, düzensiz, yöntem olarak zayıf ve aslında analizin sonunu bir eylemliliğe bağlayamıyor oluşu düşüncelerini bazen "harcıyor" diyebiliriz ki bunu zaten diyorlar, bana has bir yorum değil. 

İktisadın, ahlakın, eğitimin devlet eliyle refaha yönlendirilmesi ve bu yönlenmenin süreci boyunca ve sonunda barışın egemen olması Saint - Simon'un ideali olarak karşımıza çıkıyor. Son sözü "birbirinizi seviniz" olan Saint - Simon'daki insan sevgisi, insanların ideal davranışlar içinde sistemin sürekliliği için ve yalnız refah uğruna çalışacakları dünya tasviri, cidden insanın kalbini burkacak denli iyimser ve maalesef gerçekleşmekten uzak.

Buna rağmen, Marksist kuram ile örtüşen noktalarının ya da ele aldığı bir çok durumun analizinin başarısı, Saint - Simon'un eleştirilmesine rağmen neden bazı büyük kuramların doğuşunda temel olduğuna da bir işaret. Örneğin yabancılaşma teorisinin Saint - Simon'da nasıl filizlendiğini görmek ya da tıpkı Marx'ın ileride vurgulamış olduğu gibi sosyal gerçekliği bir üretim olgusu olarak işlemesi.

Endüstrilizasyon, ifadesi ile endüstrileşmenin mükemmel toplum yaratmadaki önemine dikkat çeken Saint - Simon, bir yandan özel mülkiyeti korurken bir yandan da haksız ve üretim dışından gelen mülkiyeti, örneğin mirası, tamamen reddetmektedir. Zira miras, emeksiz bir kazançtır. Bunun yanında dediğim gibi özel mülkiyete karşı durmaması, yalnız özel mülkiyet anlayışını toplumsal refah için kullanılan bir özel mülkiyet olarak ele alması onu Marx'tan ayıran noktalardan biri.

Kısa bir kitap, kısa ama dolu dolu bir kitap ve Cemil Meriç sayesinde Saint - Simon hakkında okuma yapmak isteyenler için hazine değerinde bir kitap. Ben eski bir basımını okudum, ancak yeni basımı farklı bir yayınevi tarafından yapılmış ve piyasada da mevcut.

Not: Görsel bana aittir, lütfen kullanmayınız.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Mihail Lermontov "Zamanımızın Bir Kahramanı"

Bir süredir devam eden, herhangi bir isim koymadığım ve bu yüzden sürekli "Rus edebiyatının klasikleri içinde yer alan ve benim okumadığım romanları okuma" şeklinde ifade etmeye mecbur kaldığım okuma "maratonu"nda bu hafta Mihail Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı adlı kitabı var.

Kitabı geçtiğimiz hafta bitirdim ancak yazısını eklemeye bir türlü zamanım olmadı; çünkü nasıl oluyor bilmiyorum ama ders çalışırken sıklıkla psikoza girmiş de psikozu ders çalışmak olan bir insana dönüştüğümden zamanım olmadı.

1814 Moskova Mihail Lermontov'un hayatı benim yaşımdayken bitmiş; o da 27'sinde, bir düello sonucu hayatını kaybetmiş. Trajik bir durum; Zamanımızın Bir Kahramanı'nda geçen düello bölümlerinde yazarın hayat hikayesini kitabın girişinde kısaca da olsa okuduğum için, roman içinde geçen bu bölümlerde bir efkar bastı. 

Zamanımızın Bir Kahramanı, ilk başta bir yol hikayesi gibi başlıyor; şu an Gürcistan olan bölgeden dönmekte olan bir anlatıcının, yolda karşılaştığı ve sıklıkla coğrafyanın farklı halkları hakkında önyargısı bol ifadelerle geçmişinden anları onunla paylaşan bir başka karakterle yolu kesişiyor. Böylece Zamanımızın Bir Kahramanı'ndaki asıl kahraman da yavaş yavaş okura tanıtılmaya başlanıyor; anlatıcımıza aktarılan bu anıların içindeki bir karakter, Peçorin karakteri, sayfalar ilerledikçe hikayenin merkezine yerleşiveriyor.

Anlatıcı bir süre sonra değişiyor; zira roman, Peçorin'in kendi günlüğünden bölümler ile devam etmeye başlıyor.

Peçorin ilginç bir karakter; içinde bir kötülüğün yeşerdiğini gördüğünüz sayfalarda bile aslında kötü olmadığını hissedebilirsiniz: Neyi neden yaptığına anlam veremediğiniz her seferde, bir sonraki sayfada karşınıza çıkacak maziden bir karenin ya da mazinin doğurduğu bir ruh halinin sizi hem hüzünlendireceğini, hem de Peçorin'in davranışlarını anlamak için gerekli sebebi verdiğini göreceksiniz.

İnsan ilişkilerinde fazla sıcaklığı olmayan, kadınlar konusunda bir hırsın, bir hayalkırıklığının hırsının esiri olan, özgürlüğüne düşkün ve aslında tüm umutlarını geride bıraktığı pek ala da anlaşılabilen bir karakter Peçorin. Ne kadar mutlu ya da mutsuz bir hayatınız oldu bilmiyorum ancak Peçorin'in karakterini yansıtan ifadelerdeki umutsuzluk ve hüzün, sizi en az birkaç kere kendisine çekecek bir ortak nokta yaratacaktır diye düşünüyorum.

Kendi ağzından, kendi ifadeleriyle içini döktüğü, ancak sadece günlüğüne içini döktüğü bölümlerde, çevresi için çoğu zaman kibirli ve umarsız görünen Peçorin'in aslında nasıl bir acının pençesinde olduğu, yitmiş bir hayatın yasını aslında nasıl geleceği ve şimdiyi neredeyse silip atarak, onu yaşamayı reddederek devam ettiğini görmek mümkün.

"Bütün dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için en iyi duygularımı yüreğimin derinliklerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğruyu söyledim, inanılmadım. O zaman kandırmaya başladım." (syf:127)

Philip Zimbardo "Şeytan Etkisi"

ŞEYTANIN ETKİSİ NASIL OLUŞUYOR?

Topluma kazandırma amacıyla rehabilitasyon işlevi olduğu atfedilen hapishanelerdeki tutukluların ve gardiyanların psikolojisini gözlemlemek amacıyla 1971 yılında sosyal psikolog Philip Zimbardo önderliğinde yapılan, bir hapishane simülasyonu olan Standford Hapishane Deneyi aradan geçen zamandan bağımsız biçimde hala akademik ya da akademi dışı biçimde sıkça konuşulan, filmlere konu olan bir deney.

Say Yayınları'nın Psikoloji Dizisi kapsamında Canan Coşkan'ın çevirisiyle kısa zaman önce okurlarla buluşan Şeytan Etkisi (The Lucifer Effect), deneyin mimarı Philip Zimbardo'nun kaleminden çıkan, yazarın deney öncesinden sonrasına dek gözlemlerini içeren, deneyin günlük gidişatının kayıtlarının deneye katılanların ve gözlemcilerin ifadeleri ile aktaran uzun bir bölüm içeren, bunun haricinde son yıllarda Ebu Gureyb'deki durumu gözler önüne seren bölümler gibi bir çok yönden insan ve insan psikolojisinin ne hale, nasıl getirildiğini/geldiğini anlatan bir kitap.

Tamamen gönüllü, birbirini tanımayan öğrencilerin katılımı ile gardiyan ve tutuklu olarak bölünen deney grubunun, oluşturulan hapishane ortamında iki hafta sürmesi planlanan deneyin başlaması ile beraber geçirdiği inanılmaz psikolojik evrim, Zimbardo'nun ve deneyin diğer gözlemcilerinin bile beklemediği tepkilerin ve değişimlerin yaşanmasına sebep oluyor. 

Deneklerin kendilerine verilen rollere adapte olmalarının da ötesinde bir durumun zamanla daha da oluşmaya başladığı Standford  Hapishane Deneyi'nde otoriteye sahip olan ve idareci konumunda yer alan gardiyan rolündeki deneklerle ve pasifleşmeyle gelen kabul edilmiş çaresizliğin içine neredeyse her saat daha da fazla hapsolan tutuklu rolündeki deneklerle deney, Zimbardo ve ekibi için de beklenmedik durumlar ve sonuçları ortaya çıkarıyor. 

Beklentilerin ve öngörülerin deney süreci içinde ulaştığı beklenmedik noktalara örnek olarak ise katılımcıların kendilerine verilen roller karşısındaki hızlı uyumu ile beraber gelen, psikoza varabilecek kadar güçlü travmatik sonuçlar ve otoriteyi ele geçiren deneklerin rollerine sağladıkları hızlı uyumla beraber ortaya çıkan zorbalık denilebilir.

Tutuklu olan grup üzerinde deneyin ve gardiyan rolündeki grubun yarattığı travmatik ve yıkıcı etkinin ruhsal boyutta hasar yaratmaya başlaması, isyankar ya da yıkıcı davranışların oluşması, zorbalığa meyil ve özellikle gardiyan olan grup içinde gittikçe artan otorite kaygısına dayalı psikolojik şiddet uygulama eğilimi, Zimbardo'nun gözleminden ve kaleminden okurken dahi rahatsız edebilecek seviyeye ulaşıyor.

İnsan psikolojisini anlamak için yakın tarihte adı hiçbir dönem eskimeyen bir deneyin ağırlıklı anlatıldığı Şeytan Etkisi, bir yandan da yakın zamanda tanık olunan ve çoğu insan için bunu sadece bilmenin bile rahatsızlık yaratabileceği insanlık dışı uygulamalara da yer veriyor.

Orta Çağ'ın "cadı" diye yaftaladığı kadınları katletmesinden, Ruanda'da yaşanan akıl almaz katliamlara kadar bir çok "kötülüğü" aktarıyor Zimbardo. Özellikle kitlesel kıyım ve yıkımlarda kitlenin yönlendirilmesi konusunda yönlendirenin söylemini yaratmasındaki öneme vurgu yapıyor. Ruanda'da komşunu komşusuna katlettiren güdülenmenin hangi psikolojik noktalara temas ederek oluşturulduğu örneğinde olduğu gibi, küçük ya da büyük çaptaki tüm şiddet eylemlerinde insanı güdüleyenin neler olduğunu, neler olabileceğini ve bu ihtimallerin nasıl amaçlarla kullanılabileceğini/istismar edilebileceğini anlatıyor.

Kötülüğün simgeleşmiş isimler üzerinden, bireyin güvenli ve konforlu yaşam alanından uzakta ve ona asla yaklaşmayacak noktada bir tasvir olarak bireye tanımlı kılınmasına da aslında bir eleştiri getiriyor. Zira Ruanda'da komşusunu katleden insandan tutun da Standford Hapishanesi Deneyi'nde gardiyan rolüyle hakaret boyutuna varan bir tarzda, kötülüğün gittikçe arttığı dozlarda aslında tıpkı kendisi gibi sadece bir katılımcı olan tutuklu rolündeki yaşıtlarına psikolojik baskı uygulayarak şiddetten zevk alan öğrencinin de aslında bir zamanlar "kötü olmayan"lar arasında olduğunu söylüyor. Uygun zemin ve güdülenmeyi tetikleyecek bir kıvılcım bulduğunda bahsettiği şeytanın etkisinin nasıl ortaya çıkabileceğine değiniyor.

Sadece bir sosyal psikoloji çalışması değil, günlük hayatın her yerinde hemen her şekilde karşımıza çıkan şiddetin birey ve kitle üzerindeki etkisi hakkında okunabilecek bir kitap. New York Times'ın çok satanlar listesinde de yer alan Şeytan Etkisi, insanı anlamak için, şiddetin boyutlarının ve şiddete yönelimin keşfedilebilmesi açısından da önemli bir kaynak.

Not: Bu yazı daha önce Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

24 Ekim 2015 Cumartesi

John Burnside "Şeytanın Ayak İzinde"

Bu sefer Rus edebiyatından bir roman değil, İskoçya'dan bir roman yazısı. Bir süredir devam eden, ama bu romanla ara verdiğim Rus klasiklerine de bugün yeni bir kitapla devam edeceğim. Onun yazısı da artık hafta içine kalır.
Hayatımın özetini geçtiğime göre kitaba dönebilirim.

Şeytanın Ayak İzleri'ni okumaya karar vermemiştim, kütüphaneden yine başka kitaplar almak için gittiğimde gözüme çarptı. Arka kapak yazısı da merak uyandırdı açıkçası. 

Nihayetinde kasvetli denebilecek bir günde kitabı okumaya başladım. Böylece kasvetin sardığı ruh ve mekan ile kitabın kederi birleşince sanırım kitabın tadı daha güzel çıktı. Mazoşistik okuma sevgisi.

Michael Gardiner adlı başkarakter, aynı zamanda hikayenin anlatıcısı. Bizzat ağzından aktarılan hikayesinde ise sık sık geri dönüşler var. Bunun sebebini geçmişten kopamayan ve geçmişin gölgesinde, o gölgelerin sindiği, ancak gölgede kaldığı için pek göremediği, fakat aslında orada olduklarını hep bildiği kendi günahları saklı. Tüm bu günahların yükü altında hayatı boyunca nasıl da ezildiğini göremeyen Michael için tüm geçmişin faturasını ödeme ve yüzleşme günü de yaşadığı kasabadaki bir olayla karşısına çıkıyor.

Michael'in ilk gençlik döneminde, okul yıllarında bir süre birlikte olduğu insanın, çocuklarından ikisini ve kendisini akıl almaz biçimde arabada yakarak öldürmesinin ardından olaylar başlıyor. Ancak Moira, bahsi geçen kadın, üçüncü çocuğunu, yani kızı Hazel ya da kocasına bir zarar vermeden sadece diğer iki çocuğu, iki küçük oğlu ile gidiyor ölüme. Bu ilginç detay, Moira'nın arabayı ateşe vermeden önce Hazel'i yol kenarında indirmesi de Michael için daha fazla gizemli bir durum yaratıyor.

Sebebini tahmin edebilirsiniz. Edemiyorsanız da kitabı okurken zaten hemen karşınıza çıkacak o sebep.

Moira'nın abisinin küçük yaşta bir kaza sonucu ölmesi ve bu olayın Michael'in geçmişinde kapladığı yer ve önem, tüm olan bitenin arından Michael'in neredeyse durağan ötesi yaşamında yeni bir dönemi açıyor.

Karısı Amanda ile olan evliliğinin dokunsanız elinizde kalacak bir halde olması, Michael'in toplumun kendisine yüklediği neredeyse tüm rolleri reddetmesi, ailesiyle olan geçmişi, küçük bir kasabanın kendisine ve ailesine karşı olan tutumu, hayatın gerçeklikleri.... Sırayla geçmişin her anısı yeniden canlandıkça, olaylar zinciri çocukluğundan bugüne dek gittikçe artan bir gerilimle Michael'i sıkıştırdıkça elbette sonunda hikayede de bir patlama yaşanıyor, Michael'in bir nevi dönüşümüne tanıdık oluyorsunuz.

Yapayalnız bir insan. Yapayalnız kalmayı seçmiş bir ailenin yapayalnız büyümüş, toplumsallaşmanın hayli dışında kalmış, pasifliği içinde ve yaşadığı kapalı evrenin içinde şeytanın sadece dışarıda, toplumda değil, aslında kendi içinde de varolduğunu öğrenme sürecini okuyoruz Michael'in. Şeytanın ayak izlerini yolun başına dönüp takip etmeye başladığında, son adımın nerede olduğunu görmesinin ardından ise hikaye sonlanıyor ve sanırım karakter gibi okur da ilginç, suçluluk duygusunun boyut değiştirmiş bir haliyle gelen ilginç bir rahatlama duyuyor. 

Bence karakter güzel kurgulanmış, hikaye boyunca da tutarlılığından bir şey kaybetmeyen bir kurguya sahip. Haliyle hikaye de öyle.

Not: Paylaştığım görsel bana aittir. Kullanmadığınız için teşekkürler.

20 Ekim 2015 Salı

Françoise Sagan "Brahms'ı Sever Misiniz?"

Yine kütüphanede alacağım kitapları aldıktan sonra bir kitaplık daha ödünç alma hakkım olduğu için aceleyle daha çok romanların olduğu rafların oraya kendi atmam sonucu aldım bu kitabı dün.

Kitap pek uzun değil, hatta kısa. O yüzden gece ders çalışmayı bitirince okumaya başladım, uyumadan önce de bitti. Sabaha okumam gerekmesin diye gözümden uyku aksa da bitirip öyle yattım daha doğrusu.

Paule adındaki kadın kahraman, uzun süredir beraber olduğu Roger ile aslında yalnız olduğu bir ilişkinin içinde ve beklentilerini manevi anlamda karşılayamadığı bir süreci yaşıyor. Bunu nereden anlıyorsun, derseniz, anlamak oldukça kolay. Uzun süreli bir ilişkisi olmasına rağmen yalnız yaşlanacağından, yalnız kalacağından aslında, bu bağlamda doğal olarak aslında şu an yalnız olduğunu düşünüyor. Otuz dokuz yaşında oluşu, artık genç olmayışı ve "bu hayatın nereye gideceği" konularında bir buhran yaşıyor da diyebilirim.

Bu süreç, hikayenin hemen başınd Paule'nin işi sebebiyle tanıştığı bir kadının oğlunun, yirmi beş yaşındaki genç Philip'in hayatına girmesi ile değişiyor. Paule istese de istemese de yolları sürekli kesişen bu gençle, Roger'nin özgürlüğüne düşkünlüğünün özgürlük boyutunda aldatma boyutuna geçmesi gibi alakasız bir evrim geçirmesi sonucunda zaman geçirmeye, Philip'in kendisine olan ilgisine ilgi göstermeye başlıyor.

Bir ilişkinin zor zamanlarında beliriveren üçüncü kişi hikayelerinde sıklıkla görebileceğiniz bir süreç başlıyor böylece de.

Kitap 1961 yılında sinemaya da uyarlanmış, zira pek satan bir kitap olmuş zamanında ve ses getirmiş. Ingrid Bergmand'ın da kadrosunda olduğu film de başarılı olmuş zaten.

Kitabı beğenmedim demiyorum ancak pek bu tarz hikayeler okumayı sevmediğimden tavsiye edip etmeme konusunda kararsızım. Böyle sancılı durumların hikayelerini duymayı, dinlemeyi ya da izlemeyi hiç sevmem, bu bir film olsaydı kapatırdım ancak kitap olduğu için yarım bırakmayı kendime yediremedim, kitabı bitirme sebebim o. Filmi yarım bırakmak benim için normal ama kitabı yarım bırakmak, asla.

Ya bir de okurken bir anlığına yine pek sevmediğim bir yönetmen olan Michael Haneke'nin çok sevdiğim filmi La Pianiste geldi. (Onun yazısı da blog'da var, sanırım 2011 ya da 2012 yılında yazmıştım.) Genç erkek karakterler birbirlerini çağrıştırdı açıkçası. Ama tabi alakası yok. Ama bana çağrıştırdı.

Sonuç olarak, Brahms'ı severim, çocukluğumdan beri severim. Ama böyle hikayeleri sevemiyorum. 

18 Ekim 2015 Pazar

Katherine Mansfield "Ölü Albayın Kızları"

Katherine Mansfield'i ilk kez okuyorum.

Abartmıyorum ama 2011'den beri sürekli alınacak kitaplar listesine dahil ettiğim ve bir türlü hiçbir eserini almadığım bir yazardı. Bunu bir günah çıkarma gibi düşünün. Bu cümleyi öyle yorumlayın.

Sonunda sonsuz döngü kırıldı ve Derrida almak için girilen yerden elimde Ölü Albayın Kızları ile çıktım.

Tam adı Kathleen Mansfield Murry olan 1888 Yeni Zelanda doğumlu, modernizm geleneğine dahil edilen bir yazar Mansfield. 19 yaşında İngiltere'ye taşınan Mansfield'in aslında kendi hikayesi de tıpkı kaleminden çıkanlar gibi acıklı; 34 yaşında tüberkülozdan vefat etmiş çünkü.

Ölü Albayın Kızları'na adını veren öykü de dahil, o acıklı hava kitapta her bir öyküye kazınmış halde. Yalın kurgusu içinde bahsettiği sade karakterlerinin derin kederleri, umutsuzlukları, kayıpları ve pişmanlıkları okurken içe pek bir dokunuyor. Ben nasıl bir şey bekliyordum, bilmiyorum. Ancak beklediğim böylesine etkileyici hikayeler değildi. Birkaç sayfadaki satırları kaplayan hüznü okuyup hissetmeniz lazım; ne demek istediğimi o zaman anlarsınız. Yoksul insanların, geride kalmış insanların, kimsenin hikayelerini duymak için zaman ayırmadığı insanların iç sesleri, bakışları kelimelerle Mansfield'in aracılığıyla okura öyle bir gidiyor ki, oturup ağlamak isterseniz şaşırmayın.

Beni en çok etkileyen bir kaç öyküden kısaca bahsetmek isterim. Bunların başında Resimler geliyor. Eski bir şarkıcının yoksulluğa düştükten sonra oyunculuk yapmak için kapı kapı dolaşıp ajanslarda kendisine bir iş aradığı ve sonunda içindeki çaresizliğe bir çözüm bulmak için çok üzücü bir şeye yönlendiği bir hikaye; kısacık, kısacık ve öyküde anlatılan zaman dilimi neredeyse sadece birkaç saat. Ancak Mansfield için bir insanın sızısını anlatmaya hayli yeten bir süre.

Kitaba adını veren Ölü Albayın Kızları ise babalarının vefatı ardından neredeyse travma sonrası stres bozukluğu ile baş edemeyen ve baş etmesi pek olası görünmeyen iki kız kardeşin hikayesi. Travma sonrasından kastım ise babaların ölümü değil, babalarının ölümü ile doruğa ulaşan ve babalarıyla geçen hayatlarının tamamını kapsayan süreç. Güçlü bir otoritenin altında kendileri olmaktansa sadece "babalarına rahatsızlık vermemeye çalışmak" üzerin kurulu, ev dışına geçmeyen bir hayatta adeta yok olmuş iki kardeşin hikayesi. Ölü olan toprağa verilen midir yoksa hiç yaşamamış olduğunu fark eden midir, diye kendi kendinize sormanızı bekliyor hikaye....

Öykülerde yer yer parayla mutluluğun gelmeyeceği, yoksulların kimsenin umursamadığı hayatlarında yaşadıkları acıların yine hiç kimse fark etmeden nasıl devam ettiği ya da sonlandığı, eğlence ve şatafata düşkünlük ile nasıl körleşileceği ve sıklıkla ölüm - yaşam temalarını işliyor Mansfield. Ortak nokta ise, sıklıkla vurguladığım gibi; acı, keder, üzüntü, hüzün...

Yazarı geç okumuş olmayı bir kayıp sayıyorum. Siz de daha önce Mansfield okumadıysanız umarım bu yazı sizi yazara doğru yönlendirebilmiştir.

Not: Görseldeki fotoğraf bana ait, daha önce de paylaşmıştım. Gözünüze ilk önce çarpan kitap değil, onun üzerindeki kitap Ölü Albayın Kızları. Elimde kitabın başka fotoğrafı yok ve internette bu cilti baskıyı bulamadım/aramaya üşendim. 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Lev Tolstoy "İvan İlyiç'in Ölümü"

"Bunun gerektiği gibi yaşamanın sonucu olduğu aklına geldikçe de bu garip düşünceden kurtulmak istiyordu." 

İvan İlyiç'in Ölümü, Lev Tolstoy.

Son yazılarda sürekli söylediğim gibi, okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimime devam ediyorum. Ders yoğunluğundan biraz dağıldığım için, elime ders dışı bir kitap aldığımda vicdan azabı duyup elimden bıraktığım, dönüp ders çalışmaya devam ettiğim anlar yaşıyorum ara ara. O yüzden aksadı biraz. 

Şu an masamda duran 21 kitap arasında bu satırları yazmaya çalışıyorum, o kitapların yarısından fazlası benim hafta sonum olacaklar çünkü, öyle anlatayım.

Neyse.

İvan İlyiç'in Ölümü'nü bir gecede okudum diyebilirim. İnce bir kitap. Ancak İvan İlyiç'in ölümünü anlatışı ile Tolstoy, kitabı kalbinize ağırlık yapacak biçimde yazmış. İnsanın varlığına, yaşama uğraşına dair çabasının yıkım mı zafer mi getireceğinin çözümsüzlüğü, mahkeme üyesi İvan İlyiç'in dertli hikayesiyle zamanla değişmeyecek bir sıkıntı olarak her zaman okunacak, her zaman kendisine iç çektirecek okurlar bulacak şekilde hikayeye yansımış.

İç organlarındaki bir sorunun ortaya çıkmasından sonra ölüm korkusu ve hastalığın gerginliğiyle bunalıma giren, ancak sonunda "neden yaşadım", "neden böyle yaşadım", "bu şekilde yaşamak için çabalamam bana ne getirdi"yi sorgulamaya dönüşen bir süreç içinde, günümüz insanının da gayet kendine dönüp sorması gereken sorularla dolu bir hikayesi var İvan İlyiç'in.

Hayatında yükselmek, iyi bir konuma gelmek, zenginlerin evleriyle yarışır ancak onlarla yarışmak için yapıldığı belli olan çabalarla, maddi şeylerle, süslü bir salonla, güzel bir evle hayatın yaşanması gereken haline sahip olduğunu, bunlar için yaşaması ve çalışması gerektiğini düşünen İvan İlyiç'in, hayatında zamanla istediği ve "öyle olması gerektiği için" öyleleştirmeye çalıştığı şeylerin sonu değiştiremediğini okura sunuyor Tolstoy. Manevi kazançlarının yetersizliğini ölüm döşeğinde düşünmeye ve fark etmeye çalışan İvan İlyiç ne sahip olduğu ailenin; ne karısının, ne kızının, ne oğlunun, ne de sahip olduğu ev ve içindeki şatafatın onun için asla bir sebep ve tatmin sebebi olamayacağını ancak son zamanlarında anlıyor. Öyle olması uygun olan bir evlilikle, öyle yaşaması sunulan hayatın parçası olmaya çalıştığı ömrü boyunca, gerçeğin üstünü kapatan ve mutsuzluğunu hissetmesini alıkoyan kurgu içinde İvan İlyiç, ölümüne yaklaştıkça boşa yaşadığını idrak ederken daha da kahroluyor. Bir yandan hastalığının ıstırabı, diğer yandan aslında boşa geçen hayatının boşluğunu yeni fark etmesi....

Cilalı bir hayatın altında kalanın, ciladan zerre etkilenmeden varlığını sürdürmeye devam etmesini görmek için cilalı tabakanın değersizleşmesini bekleyen İvan İlyiç'in hikayesi, ölümüyle idrake ve anlama ulaşıyor diyebilirim.

Etkileyici bir hikaye olduğunu yazsam da yazmasam da bir zira Tolstoy'u olumlu ya da olumsuz anlamda eleştirmenin aslında haddim olmadığını düşünüyorum. Aynı şekilde yaklaştığım dolu yazar var elbette, ama genelde bunu belirtmiyorum. 

Klasiklerin neden klasikleştiğini, hikayelerin neden ölmediğini, zamanın neden hangi yazarı ya da hangi kitabı eskitemediğini kendi kendinize sorun.

Çünkü İvan İlyiç, ölümü beklerken çok şey soruyor. İşte o sorular, insanın varlığının başından sonuna dek insanla bir olacak sorular. O sorulara cevap bulamayan herkesin İvan İlyiç'in Ölümü'nü aslında yaşadığı ya da yaşamakta olduğunu ispatlayacak sorular.

"Kamuya göre yukarı çıkmaktayım. Yükseldiğim ölçüde hayattan uzaklaşıyordum.... Şimdi de tamamıyla öl bakalım." (syf:74)

9 Ekim 2015 Cuma

Lev Tolstoy "İnsan Ne İle Yaşar"

Rus edebiyatının akla ilk gelen yazarlarını okumaya devam ediyorum. Yani en azından benim aklıma ilk gelen yazarlarını.

Lev Tolstoy'un Oda Yayınları'ndan çıkan "İnsan Ne İle Yaşar" adlı kitabı, bu okuma planım dahilinden en son okuduğum kitaptı. İçinde bence birbirinden etkileyici, insanın içini gören üç öykünün bulunduğu bu kitabı baştan belirteyim, okumadıysanız atlamayın. Farklı dönem ve ülkelerde aynı bu öykülerin gözüyle, hissiyle yazılmış, farklı yazarların imzasını taşıyan başka hikayeler de okudum, ancak Tolstoy'un bu eserini (okuduysam da hatırlamıyorum zira büyük ihtimalle 20 yıl falan öncedir) geç okumak yine benim bir kaybım diyebilirim.

İlk öykü, kitaba da adını veren İnsan Ne İle Yaşar adlı öykü. İnsanın zenginliğinin ve ihtiyaçlarının ne olduğu üzerine, yaşadığı toplumun gerçeklerini gerek ekonomik gerekse siyasi olarak gözlemleyip yansıttığı, hatta kendi ekonomik zorluklarla geçen hayatında yaşadıklarının bir şekilde biçimlendirdiği kanısında olduğum bu öyküde, fakir bir ailenin, fakir bir adamın kalbini iyiliğe ve güzelliğe açmasıyla hayatında yaşadığı değişimi anlatıyor.

İyiyi de kötüyü de beslemenin, iyiye ya da kötüye sahip olmanın açgözlülüğe son vermek ve paylaşmakla ortadan kalkacağının bir örneği de diyebiliriz.

Bir sonraki hikaye İnsanın Ne Kadar Toprağa İhtiyacı Vardır adını taşıyor. Ufak bir şans kapısı bulduktan sonra azla yetinmeyip, çoğun da çoğuna göz dikip, toprak sahibi olmak için oradan oraya sürüklenen bir yoksulun, kazandıkça kazanmak için açgözlülükle giriştiği işleri anlatıyor.
Son hikaye olan Bey İle Uşağı'nda ise Tolstoy, fedakarlık, günahkarlık, affedilme, kibir gibi konuları gerçekçi ve yalın bir kurgu içinde okura aktarıyor. Zor bir yolculuğa çıkan efendi ve uşağının geçmişleri ve tavırlarıyla tıpkı "konumları" arasında da büyük fark olmasına rağmen, tüm insanlar için eşit olan tek gerçeğin, onlar için de fark yaratmadığını anlatıyor.

Tolstoy hakkında daha önce de blog'da bir yazı yazmıştım, sanırım 1 yıl kadar önce, Sergei Baba adlı hikayesine de orada değinmiştim. Tolstoy bildiğim kadarıyla hayatının son döneminde dine yönelen, buna ek olarak Marksist felsefeye de kendisini yakın hisseden bir yazar. Bunu da eserlerinde sık görmek mümkün. İnsan Ne İle Yaşar adlı kitabında da öne çıkan noktalar, açgözlülüğün nasıl yıkıcı bir şey olduğunu vurgulayan, meta fetişizmi ve sermaye biriktirmenin insanın sonunu nasıl hazırladığı, hikayelerine bakınca ilk aklıma gelenler oluyor. Maddi zenginliğin maneviyatı katlettiği yönünde bir çıkarım yapmak, ya da daha doğru tabirle maddi zenginlik uğruna maneviyatı katletmenin insanın ölümü olduğunu söylemek mümkün sanırım. Haliyle bu durumda da insanın ne ile yaşadığını bulmak gibi, aslında ne ile öldüğünü, ne ile insan olma halinden uzaklaştığını yani sonuçta yine öldüğünü de anlamak mümkün diye düşünüyorum.

Not: Gönderide kullandığım görsel bana aittir, izin kullanmanızı bu yüzden istemiyorum. Teşekkürler.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Nikolay Gogol "Bir Delinin Güncesi"

Aşırı derecede yorgunum ama bu kitabın yazısını atlamak istemedim. Çünkü yazmadıkça birikecek, daha fena.

Bugün sabah 10:00'da girdiğim kütüphaneden bir dersi de aynı binada işlediğimizden akşam 17:00'de çıktığım, tüm süre boyunca ya kitap okuma ya ders dinleme ya da 600 tonluk ağırlığa ulaşan omuz çantamın omzumu yere yapıştıracak kadar beni ezmesine aldırmadan kütüphanede kitap arama halindeydim. Şu an boynumdan kütür kütür sesler çıkıyor, sabaha da baş ağrısıyla uyanırım. Neyse, sızlanmalarıma ara verip, yakınmamı kısa kesip, kitaba dönersem daha iyi olacak?

Bir Delinin Güncesi, blog'daki son birkaç yazıda bahsettiğim üzere okumadığım Rus klasiklerini okuma girişimim sonucu kütüphaneden aldığım kitaplardan biri. Kitabı dün gece okumaya başlamıştım sanırım ama uyku bastırınca kitabı bitirmem sabahı buldu.

Nikolay Gogol (tam bunu yazarken Twitter'da TT'lere gözüm takıldı ve Henning Mankell'in öldüğünü öğrendim. Şu andan itibaren bir kaç gözyaşıyla yazıyorum yazıyı) Bir Delinin Güncesi'nden bir insanın deliliğinin farkında olmadan nasıl deliliğin zirvesine çıktığını gösteriyor. Hayatı sıradan, göze batmayan, umursanmayan, yaşadığı farkına bile varılmayan başkarakterin kendisini çıldırışa götüren süreci kaleme almasıyla oluşan kurguda Gogol, hem dönemin alt ve orta sınıfının küçük detaylarla ve fazla yoğunlaşmadan bir portresini çiziyor, hem de bir insanın nasıl kaybolduğunu anlatıyor. Komik detaylarıyla espirili bir hikaye gibi görünse de içinizi burkacak bir dram diyebilirim.

Oda Yayınları'ndan çıkan baskısını okudum; diğer baskılarında içerik nasıl bilmiyorum ancak bu kitapta, kitaba adını veren Bir Delinin Güncesi hariç iki öykü daha yer alıyor. Onlardan da kısaca bahsetmek istiyorum.

İvan İvanoviç ve İvan Nikiforoviç Nasıl Bozuştu?adlı öyküde ise karşımıza aynı ismi paylaşan iki yakın arkadaşın nasıl birbirlerine düşman hale geldiği espirili bir dille anlatıyor Gogol. Bir İvan'ın diğerine "kaz" demesiyle başlayan ve ileriki aşamalarda yargıya taşınan ve yargıya taşıma aracı olan evrakın İvan'lardan birinin domuzunun evrakı yemesi gibi detaylarla hareketli biçimde ilerliyor. Soylu ailelere mensup iki arkadaşın arasındaki dargınlığı çözmek için yapılan tüm girişimlerin sonuçsuz kaldığı yıllar boyunca bir yandan Gogol'un her iki karakterin de ortak paylaştıkları inatçılık gibi farklı özelliklerine vurgu yaparken bir yandan da dönemin Rusya'sının politik - idari ve günlük yaşamına dair küçük kesitler de sunuyor.

Son öykü olan Portre'de ise Gogol, öykünün baş kahramanı genç ressam Çartkov'un hayatının gerçekmişçesine bakan gözler taşıyan bir portreyi son parasını harcayarak edinmesi sonrasında yaşadığı değişimi gösteriyor. Hayallerini sanatına yansıtmak ve kendisini metalaştırmaktan, sanatı para için icra etmekten kaçınan ve bu doğrultudaki öğütleri kendisine sürekli veren profesörünün yardımlarıyla gelecek vaat eden bir ressam iken Çartkov'un nasıl sosyetenin ve paranın kölesi olduğunu anlatıyor. Gogol karakterinin yaşadığı değişimin çıkış noktası olarak satın aldığı portreyi çıkış noktası yaparken, aslında portre üzerinden insanın açgözlülüğü ve doyumsuzluğu yüzünden yaşamak için çırpındığı hayat ve fırsat eline geçtiğinde, hırs ve doyumsuzlukla giriştiği işlerden nasıl hüsran ile yenik ve mutsuz çıkacağının örneğini veriyor. Şeytanın, birey içindeki açgözlülük, kibir, kıskançlık, paragözlük gibi huylarla beslendiğini ve asıl korkulması gerekenin bu ruh olduğunun vurgusunu yapan öykü ile kitabın son öyküsünü de okumuş oluyor.

Gogol'un yalın anlatımı, hareketli kurgusu ve insanı "gören" kaleminden çıkma hikayeler.

O yüzden, iyi okumalar.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski "Tatsız Bir Olay"

Son iki günde blog'a üçüncü yazıyı ekliyorum, takip eden, okuyan ya da bekleyen var mı bilmiyorum ama bu durum en azından bence iyi.

(Görselde de dünkü kullandığım görseli kullanıyorum, kitabın kapağının üzerinde değil, yanında yazıyor bilgileri ve ben bunu atlamak istemiyorum, bu görsele biraz dikkatli bakarsanız okuyabilirsiniz siz de =))

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin Tatsız Bir Olay adlı kitabı da hem okunacaklar listemdeydi, hem de Rus klasiklerinden okumadıklarımı tamamlama listemin bir parçasıydı. Tabi haliyle klasikler listesinde yer alınca zaten okunmamışlar listesinde de oluyor diyebilirsiniz, haklısınız, ama ben öncelik sırasına göre liste yapıyorum. Ders kitapları haricinde okumayı planladığım ilk kitaplar, daha doğrusu romanlar diyeyim, okumadığım Rus edebiyat eserleri. Bu gereksiz görme ihtimaliniz yüksek olan açıklamadan sonra sizin ve kitabın yorumu arasından çekiliyorum.

Sahne, dün gece okuduğum Tatsız Bir Olay'ındır artık.

Uzun bir öykü olarak da elebileceğiniz eser, Dostoyevski'nin romanlarından haliyle epey bir kısa. Benim okuduğum baskısı 1990, MEB Yayınları baskısı ve sadece 91 sayfa.

Dostoyevski'nin değerini dünya biliyor ancak bir kere de, bir kere daha ben yazmak isterim ki insan ruhunu böylesine çözümlemiş ve yazıya aktarabilmiş kaç yazar var bilmiyorum. Kendi dönemi içindeki diğer yazarlar bir yana, Dostoyevski'nin yalın anlatımından insan ruhuna dair yaptığı çıkarımları aktardığı kurgu, yazın yeteneğini besleyen ruh çözümle gücünün de ne kadar kusursuz olduğunu gösteriyor - bence tabi.

Tatsız Bir Olay, farklı rütbe ve karakterdeki memurların bir akşam sohbetinden ayrıldıktan sonra, İvan İlyiç'in yaptığı seri rezilliklerin kaydı diyebilirim. Biraz kaba bir tabir olsa da, emin olun fazlasıyla hak ediyor bu tabiri.

Arkadaşlarıyla oturduğu süre içinde sürekli olarak insan sevgisini, hümanizmi, içinde yaşadığı dönemde değişmekte olan toplumsal, siyasi ve ekonomik yapıya açıkça değinerek serbest piyasa ekonomisini bile savunduğunu söyleyebileceğim (yanlış bir çıkarımda bulunduysam düzeltin, cidden) İvan İlyiç, rütbesinin verdiği özgüven ile akşam ziyaretinin ardından, içtiği bir kaç kadehin damarlarında yarattığı ve pek alışık olmadığı bir rahatlıkla sokaklarda ilerlemeye başlar. Arabacısının gelmemesi yüzünden yürümeye mecbur kalan İvan İlyiç, bir gece içinde seri rezaletlere imza atacağı durum içine de işte bu mecburu yürüyüş yüzünden düşer: Alt rütbeden bir memurun, başka bir memurun kızıyla evlerinde yaptığı düğünün sokağa gelen sesini duyar ve meraklanarak düğünün kimin olduğunu bir şekilde öğrenir.

Hümanizm savunan, insan sevgisinin kalpten eksik olmamasını vurgulaması üzerinden henüz bir saat geçmemiş olan kırk üç yaşındaki İvan İlyiç, davet edilmediği düğüne, kendi bürosunda çalışmakta olan düşük rütbeli bu memurun düğününe giderek onları "şereflendirmeyi", onlara "lütufta bulunmayı" planlar. Bir yandan ne kadar egoist ve içten pazarlıklı olduğunu gördüğümüz İvan İlyiç, planlarını yaparken bir yandan da "acaba?" sorusu aklındadır. Ancak galip gelen, pohpohlanmayı seven, rütbesinin vurgulanması ve kendisine "lütfettiği bu ziyaret için kimbilir ne hale girecek olan düşük rütbeli memur ailesinin tavırlarını" hayalinde candırmasıyla İvan İlyiç, davetsiz bir misafir olarak düğünün en eğlenceli kısmında içeriye dalar.

Sonrası, bir insanın konumu itibariyle geldiği noktadaki hazımsızlığının, düşük rütbeli ve fakir bir memurun bu ziyaret karşısında girdiği zor durum, tüm konukların içinden çıkamayacağı bir kasvete ve gerginliğe bürünen düğünün ve gecenin devamının hikayesi.

İkram edilen alkolün ardından, planının da başarıyla uygulamaya geçemediğini görmesine rağmen yine de planladığı cümleleri kuran, kendisi ve diğerleri için bu girişimleriyle utançtan başka bir şey yaratmayan İvan İlyiç, düğün eğlencesini mahvetmesinin devamında ise düğün gecesini yeni evliler için okurken bile sinirinizi bozulacak derecede berbat ederek geceyi seri halde mahvetmeye devam eder.

İnsan ruhunu her zaman mükemmel çözümleyen Dostoyevski, İval İlyiç üzerinden hırslı, tepeden bakan, konumu gereği kendisi, aslında içinde hiçbir şey olmayan hayatını insanlarüstü görmeye pek yaklaşan, kendisini rezil edip, sonrasında yine Dostoyevski-vari bir utancın ve pişmanlığın içinde kaybolan bir ruhun incelemesini yapıyor. 

Bir insanın kendi edip kendi bulduğu rezalet içinde kendini sorgulaması, kendisini cidden tatsız bir olayın yaratıcısı ve mahkumu olarak bulması, Rusya'nın ekonomik durumun bir düğüne yansıması, yeni şekillenen düşünce akımlarının en azından ivan İlyiç örneğinde nasıl çuvallaması Tatsız Bir Olay'a yansıyanlardan birkaçı. 

Ne Okuyorum?

Fotoğraf bana aittir, instagram profilimde de paylaştım. İzinsiz kullanmazsanız sevinirim.

Bugün güne başka bir kitapla başladığım halde galiba bugünün "bitecek şanslı kitabı" bu kitap: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'den Tatsız Bir Olay.

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları'ndan çıkmış, 1990 basımı, ciltli bir kitap. Okul kütüphanesinden hafta sonu için seçtiklerimden biriydi. Bu gece biter, yazısını da yarın eklerim

Sizin cumartesi kitabınız ne, onu da sorayım, çünkü blog'da ya da Twitter'da yazdığınız/önerdiğiniz/okuduğunuzu gördüğüm hemen her kitaba "bu neymiş?" diye bakıyorum eğer bilmediğim bir kitapsa =)

İyi bi cumartesi akşamı dileyim.

Virginia Woolf "Orlando"

Sözümde duruyorum ve bugün ikinci bir yazıyı daha blog'a ekliyorum.

Virginia Woolf'un Orlando adlı romanını galiba üç haftadır elimde oradan oraya sürüklüyorum. Kitabın akıcı olması ya da olmamasıyla ilgisi yok; sadece araya o kadar çok başka okuma vs. girdi ki, Orlando'nun sıradışı ve hareketli yaşamını okurken sık sık duraklama dönemine girdim.

16. yüzyılın sonunda İngiltere'de başlıyor Orlando'nun hikayesi. Doğaya, edebiyata, şiire aşık soylu bir genç olarak, çekici bir erkek olarak, hayranlık uyandıran bir erkek olarak gençliğini fırtınalı ve hızlı bir şekilde yaşıyor. Oradan oraya sürükleniyor; içinde bitmek bilmeyen doğa hayranlığı, asla vazgeçmediği Meşe Ağacı adlı şiiri ile kıtalar arasında, yıllar arasında, yüzyıllar arasında geçiyor ömrü.

Bir erkek olarak başladığı hayat, otuzlu yaşlarının başında kadına dönüşmesiyle devam ediyor. Bir anda kadın oluyor Orlando. Leydi Orlando olarak yaşamaya devam ediyor. Bu sefer erkek gözünden yaşadığı hayatı kadın gözünden değerlendiriyor; değişen arzularına, tepkilerine, verdiği anlamlara bakıyor. Bir yandan da, aslında Orlando hep Orlando olarak kalıyor.

Kitap boyunca karşınızdaki kişi aslında sadece Orlando. Onun gözünden İngiltere ve Avrupa'nın 1500'lü yılların ortasında 1928'e dek geçirdiği değişimi görüyoruz. Sanayileşmenin yarattığı şoku da, sarsılan siyasi iktidar biçimlerinin dönüşümlerini de, toplumsal hayatın yaşadığı hızlı değişimi, kadın erkek ilişkilerinin zamanla geçirdiği evrimi, kültürün, sanatın, edebiyatın yüzyıllar içindeki evrimini.... Her şeyi onun gözünden, hep Orlando'nun gözünden görüyoruz.

Ağırlıklı olarak İngiltere'de geçse de romanın bir bölümünde Orlando, İstanbul'a büyükelçi olarak atanıyor. Bir süre İstanbul'u, imparatorluk dönemini, dönemin diplomasisi içinde Orlando'nun yerini görüyoruz. Ardından Orlando, yeniden ülkesine, İngitere'ye dönüyor. Zaman ve mekanın, zamanın seyri içinde Orlando gözünden yaşadığı değişimin ana hatları, çarpıcı biçimde aktarılıyor.

İngiltere'nin Aydınlanma dönemi ile temelleri atılan sanayileşmenin ardından gelen kültürel, toplumsal, hatta şehir hayatında yaşanan mimari değişimlerin Orlando gözünden ne kadar anormal ve şoke edici olduğunu düşünün. Özellikle Orlando'nun bir yazar olarak da ele alınabileceği roman içinde Orlando, kendi yazın uğraşı haricinde takip ettiği, her dönem, hangi dönemde olursa olsun karşısına çıktığı anda ilgisini çeken yeni edebi akım, yazar ve eserlere büyük ilgi gösteriyor. Ancak burada da sıklıkla görülüyor ki Orlando için İngiliz edebiyatının gidişatı sıkıntılı bir süreç; değişen ekonomik ve toplumsal yapının yeni değerlerinin yansıdığı bu sanat alanı, Orlando için değişen toplumsal yapının en uç örnekleri.

Elektriğin evlerde kullanılmaya başlanması, elde yazılan kopyalar yerine makineleşeme sonrasında ucuz, kolay erişilir kitapların basılmaya başlanması ancak bir yandan da ticarileşen, basımı ve erişimi kolaylaşan edebiyatın amacının ne olduğu sorununun doğması, tıpkı kadın ve erkeklerin sokaklarda flörtleşebilmesini gördüğünde yaşadığı şokun benzerini yansıtıyor Orlando'ya.

Kadın gözünden ve erkek gözünden ilişkilerin, aşkın gözlemlenmesi, toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı beklentilere uygun hareketler içinde olmaya zorlanılan bireyin iç dünyası Orlando'nun gözünden romana muazzam biçimde aktarılıyor. Bir kadın olduktan sonra evlilik yüzüğü takmıyor olmanın üzerinde yarattığı gerilimi, toplumun parçası olmaktan men edilmek gibi bir yansımayla kendisinde bulan Orlando, aslında her dönem için cinsiyet rollerinin sorgusunu bu ve bunun gibi bir çok örnekle yapıyor.

Virginia Woolf'un kendine has anlatım tarzı bence en çok Orlando'da okumayı kolay kılıyor. Elbette çevirmen İlknur Özdemir'in başarısını da buna eklemeden geçemeyiz, ancak Woolf, zor alışılan bir tarza sahip ve ya alışkanlıktan ya da hem alışkanlıktan hem de Orlando'nun akışı/anlatımı içinde, bu roman, daha kolay okunan bir Woolf romanı benim gözümde.

2 Ekim 2015 Cuma

Ivan Turgenyev "İlk Aşk"

"İnsanın kendini kurban etmesi mutluluğun doruğudur; en azından kimileri için".
İlk Aşk

Blog eski yazı düzenine kavuşuyor gibi mi ne? Bugün ve yarın bu yazı haricinde iki yazı daha eklemeyi planlıyorum da. Koşturmaca içindeyim, planlar planlar üzerine eklendiğinden bakarsız eklenemeyebilir, ama inancım tam. Çünkü bir şekilde zaman yaratılabiliyor; bugünün yazısı, hafta içinde ders çalışmaya biraz mola vermek için isyan bayrağı çeken beynim sayesinde oldu. Buradan kendisine ve tüm sinir sistemime teşekkür ediyorum.

Perşembe günü kütüphaneye ders çalışmak için gitmiştim ama çalışmam gereken konuya odaklanamadığım için çalışamadım. Odaklanamama sebebim de baya baya "ben roman okumak istiyorum"du. Ben de ne zamandır aklımda olan, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy ve Gorki'nin okumadığım kitaplarını da okuma planımı uygulamaya koydum. Evde okuma yazmayı Rus klasiklerinin büyük yardımıyla öğrenmiş biri olarak Turgenyev'in (ve diğer Rus romancıların) şu yaşıma kadar okumadığım kitaplarının hala kalmış olmasını kendim için bir utanç meselesi de yaptığımdan, sorumluluğum haline getirdiğim bu "okunmamış Rus klasikleri" konusuna resmi olarak girişim böyle oldu.  Tabi kitap bölünmesin, derse kadar olan 2 saat içinde bitirebileyim diye ince de bir kitap seçemem gerekiyordu; o yüzden Turgenyev'in İlk Aşk adlı kitabını seçtim. Bunun yanında açgözlü gibi hafta sonu okurum diye dört kitap daha aldım ödünç. Şu an masada kütüphaneden aldığım dokuz kitap bana bakıyor ve blog'da yazılarıyla yer almak için adeta yarışıyorlar =)

Kitaba dönersek.
İvan Sergeyeviç Turgenyev,  1818 - 1883 tarihleri arasında yaşamış, Rus edebiyatı denilince aklıma gelen ilk isimlerden biri. Anlatım yolunda  gerçekçilik yöntemini kullandığı belirtilen Turgenyev'i okurken siz de zaten bunu fark edebilirsiniz.

İlk Aşk adlı romanı ise, ilk bir kaç sayfası hariç, ilk aşklarını anlatan bir kaç arkadaşın bir akşamki buluşmalarında, romanın baş kahramanı Vladimir Petroviç'in ilk aşkını kaleme alıp arkadaşlarına aktardığı bölümden oluşuyor.

Sürekli gergin, ilgisiz bir anne ve oldukça farklı, çocuğu ya da ailesiyle ilişkisi fazlasıyla mesafeli ve hayranı olduğu babası ile birlikte yaşayan Vladimir'in hayatı  bir yaz, evlerinin yakınlarındaki bir başka eve taşınan, ekonomik darboğaz içindeki prenses ve kızı ile değişir. On altı yaşındaki Vladimir'den beş yaş büyük olan Zinaida, annesinin maddi sıkıntılarının da etkisiyle iyi bir evlilik amacıyla, ancak bir yandan da sebebini roman ilerledikçe göreceğimiz bir hırs ve yer yer vicdansızlıkla çevresindeki erkekleri sürekli olarak kukla gibi oynatır.

Vladimir'in komşu evdeki genç kıza olan duyguları gittikçe şiddetlenirken, aynı kendisi gibi, farklı yaşlarda da olsa genç kız için rezil rüsva olmaya dahi razı gelen, etrafında fır döndükçe ve genç kız tarafından aşağılandıkça ona daha da yaklaşan erkeklerin de duyguları aynı oranda artar.

Sakin hayatında bir yaşam belirtisi olarak Zinaida'nın belirmesi, babası ile olan mesafeli ilişkilerindeki bilinmezlikler, annesinin dışa yansımaması mümkün olmayan hayata karşı kırgınlığı içinde Vladimir kendisini adeta tüm renklerin içinde olduğu bir çiçek tarlasında bulur. İşin garip yanı ise Zinaida'nın kişiliğindedir. Zinaida'nın renkleri, cezbedici olduğu kadar katledicidir de.

Kişinin kendisini ailesi için feda etmesi, zorlukların üstesinden maddi olarak gelebilmek için annesi için feda etmesi - sevmediği de olsa kendisine uygun erkekler içinden birini eş olarak seçebilecek gözle bakması ve etrafında dönen bu erkekleri adeta kuklaya çevirerek ilgilerini kendinde sabitlemesi, sevdiği kadın için bir çok erkekle birlikte gurur ya da onur dinlemeden aşağılanmaya, yerin dibine sokulmaya razı gelmesi, üniversiteye hazırlanarak ailesinin beklentilerini karşılaması, sevdiği kadından sevdiği bir başka insan için vazgeçmesi, sevdiği insan için hayatını mahvetmesi ve ölmesi... İlk Aşk'ta bireyin kendini kurban etmesinin bir çok farklı yönü yer alıyor.

Beklenmeyen sonu ile romanı okuyanların da göreceği üzere "bir aşk çokgeni" içinde ilerleyen İlk Aşk, son sayfalarında en baştan beri Zinaida'nın iniş çıkışlar, bazen tutarsızlıklar içindeki davranışlarının asıl sebebini okur için bir süre sonra tahmin edilebilir kılsa bile, yine de süpriz ile kapatıyor.

Kısa bir kitap, okumaya başlayın, bir saat sonra siz de Zinaida'nın Vladimir'in hayatında, ilk kez aşık olan bir genç için nasıl bir deprem yarattığını düşünüyor olursunuz.