21 Ağustos 2013 Çarşamba

Harry Bingham "Ölülerle Konuşmak"


İthaki Yayınları’ndan çıkmış olmasına güvenerek aldığım bir polisiye romanı olan Ölülerle Konuşmak, ne yalan söyleyeyim beklentilerimin üzerinde çıktı.

Sorununun ne olduğunu hikayenin sonunda öğreneceğimiz, yer yer toplumla uyum sağlamakta zorlanan ama asıl sorunu duygularıyla (onları tanımlama, var olduklarının farkına varma) olan genç dedektif Fiona Griffits’in gözünden olayların içine dalıyoruz.

Öldürülen bir anne – kız cinayeti ile başlayan ve kadın ticareti, uyuşturucu ticareti üzerine derinleşen bir cinayet soruşturmasında, 4 yıllık dedektifimiz bir hayli azimli ve başarılı bir şekilde ilerlerken, hikayede neredeyse –aslında- başından beri belli olan katili arıyoruz. Yani “katil kim” sorusundan çok “katil nerede?” sorusunun hakim olduğu bir polisiye. Bu yüzden, belki katili bulmaya ya da tahmin etmeye yönelik bir kitap bekleyen polisiye okuyucusunun aradığını bulamamasına sebep olacaktır. Yine de bariz olan katilin ya da çetenin içinde kimin ne şekilde yer aldığı vey an tarafta işlenen, arka planda kalan suçlarla asıl cinayet konusu arasındaki bağın ortaya nasıl çıkacağı konusu okuyucu için ihtiyacı duyulan gizemi yaratmakta başarılı kalıyor.

Kitabın arka kapağında, her ne kadar beni rahatsız etse de Lisbeth Salander benzetmesi yapılmış Fiona Griffits için. Bu beni şu açıdan rahatsız etti; birincisi Salander’ı çok seviyor olmam ve bir kitabın arka kapağında başka bir kitap karakterini referans göstermeyi doğru bulmuyor olmam. Belki de Salander yani Stieg fanları için bu Ölülerle Konuşmak’ı itici kılıyor bile olabilir. Bu küçük detayı da belirtmek istedim.

Salander gibi olmasa da farklı sorunlar içinde olan başkahramanın sorununa dair satır aralarında verilen ipuçları “Acaba bu kızın nesi var?” gizemi ile beraber okuyucuda sona dair güçlü bir merak uyandırıyor.

En azından bende bu merakı uyandırdı. Zihinsel rahatsızlıklara karşı olan ilgimin de bunda payı olması elbette mümkün.

Kendi başına, kendine has özellikler taşıyarak hem işinde başarılı olan hem de topluma uyum sağlama ve kendisini düzeltme (düzeltme ya da iyileştirme) yolunda olan bir hastanın da hayattaki amaçları, içinde olduğu durum darken konu yer yer hasta insanların neler çektiğine dair düşüncelere dalmama da sebep olmadı değil.

İlk kez okuduğum bir yazar olarak Harry Bingham’ın dilini ise oldukça beğendim. Yer yer karşılaştığım anlatım bozuklukları ve imla hataları ise ufaktan rahatsız etti. Umarım kitabın diğer baskılarında düzeltme şansları olur.

Kitabın başında belirtildiğine göre Fiona Griffits seri olarak devam edecekmiş. Olsun, iyi de olur çünkü.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Kitap Önerileri (Ağustos 2013)


Geç de olsa, yine ayın önerileri...

Bu ay değişiklik var, öneriler benden değil, bana okumayı sevdiren iki kişiden biri olan annemden.

Umarım sizler de beğenirsiniz.
  1. Mihail Şolohov "Don Kıyısında Hasat"
  2. Mihail Şolohov "Uyandırılmış Toprak"
  3. Panait İstirati "Baraganın Dikenleri"
  4. Maksim Gorki "Ana"
  5. Rıfat Ilgaz "Hababam Sınıfı"
  6. Turgut Özakman "Şu Çılgın Türkler"

2 Ağustos 2013 Cuma

Camilla Lackberg "Buz Prenses"


Buz Prenses, Camilla Lackberg’in okuduğum ikinci romanı. Okuduğum ilk romanı ise Vaiz’di ve ona da blog’da yer vermiştim.

Yazarın, bir yaratıcı yazarlık eğitimi ardından yazdığı ilk kitabı olan Buz Prenses’i Vaiz’e göre daha çok beğendim nedense. Israrla tüm polisiye yazarları (İskandinav olanları en azından) Henning Mankell ve Jo Nesbo ile kıyaslamak benim için neredeyse bir imza olsa da, bu yazıda bu yolu izlemeyeceğim zira yazarın tarzına dair bu kıyaslamamı Vaiz hakkındaki yazımda yaptım diye anımsıyorum.

Yine de belirtebileceğim bir kaç nokta var elbette; yazar hikayenin içine bolca karakter ve mümkün mertebe hareket katıyor. İskandinavlar’ın bir durağan ya da soğuk anlatımı olduğu önyargısında iseniz bence Lackberg’in romanlarında bu durağanlıktan bence uzaklaşacaksınız zira her an bir hareket, yeni bir şey ya da en azından iletişimleri canlı halde olan insanlar karşınıza çıkıyor.

Küçük bir kasabada işlenen bir cinayet, geçmişin sırları, sırları ile öldürülen bir kadın ve ardında kalan her bir insanın sakladıkları; bir çocukluk arkadaşı, çocukluğa sıkışıp kalmış sırlar… Etrafında koca bir bilinmezlikle beraber ölümün soğukluğuna giden bir kadının ardından gelen süreç; katil kim ve maktulün kimlerle ne gibi bir ilişkisi vardır?
Sorular çoğalıyor, cevaplar ise yerinde sayıyor. Roman kahramanlarımız Patrik ve Erica (kendileri Vaiz adlı kitapta evil bir çiftken, bu kitapta henüz yeni tanıştıkları dönemi ve ilişkilerinin başlangıcını görüyoruz) cinayetin etrafındaki perdeyi aralamaya çalışıyor.

Aynı zamanda Erica'nın bir yazar olarak kendisini yeni bir tür, bir roman yazmaya güdülemesi ve etrafında olan biten, çocukluk arkadaşının katledilmesi ardından onun hikayesini yazmaya başlamasıyla yeni bir türe yönlenmesini de görüyoruz. Sanki yazar kitap içinde kendi hikayesini, kendi yazmaya karar verme sürecini yansıtıyor gibi. Elbette kendi başına böyle bir olay gelmiştir demiyorum ancak bir yazarın, biyografi türünde yazan bir yazarın kendi yazarlığını başka bir boyuta taşıma ihtiyacındaki samimiyet de satırlara ayrıca yansımış.

Vaiz’i kışın okumuştum ve kitap sıcak günlerini, insanların sıcaktan resmen eridikleri günleri anlatıyordu. Buz Prenses’I ise gördüğünüz gibi sıcak havanın insanı esir aldığı şu günlerde okudum ve olayın geçtiği dönem buz gibi soğuk etkisi altındaydı. Hava durumu bakımından zıt günleri yaşamayı bilemeden seçmişim gibi oldu ama iyi de oldu, arada ben de kitaba dalıp biraz üşümeyi başarabildim sanırım.

Katil tahminimi tutturamadım ancak gizemin bir kısmını kitabın daha ortalarına gelirken çözeyi başardım.
Sıkılmadan okunacak bir kitap, almak isterseniz alın bence.