27 Ekim 2014 Pazartesi

Philp K. Dick "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?"

Delirmek, bazen gerçekliğe verilebilecek en uygun tepkidir.
Philp K. Dick

GELECEĞE UMUTLA BAKMAK İÇİN ARTIK ÇOK GEÇ

Geleceğin karanlığı ve umutsuzluğu bilim kurgu romanlarının vazgeçilmezleri arasında. Nedense dünyanın ulaştığı mutlu bir düzen, her türlü kötülükten ve zorluktan arınmış bir dünya karşımıza bu tür kurgularda pek çıkmıyor. İnsan ırkının gelecekte içinde olacağı tüm gerçeklik, karanlığın ardında bekleyen, korkunç bir sona işaret etmeye fazlasıyla meyilli. Bunu da yazarlar gözünden değerlendirmeye çalıştığımızda, yazdıkları kurguların neden bu şekilde olduğunu anlamak aslında zor değil. Yazarken çevreden etkilenmemeye imkan yok; kendinizi bir odaya kapatıp günlerce, haftalarca yalıtılmış bir ortamda yazmaya çalışsanız, bunu başarsanız bile maalesef ait olduğunu gerçeklik hala aynı gerçeklik. Bir psikozun içinde bile olsanız, bağlarınızı kopardığınız asıl yerden yine ayrılamıyorsunuz. Hücrelerimize işleyen bu dünyadan gerçekten aslında hiçbir zaman kurtulamayacağınız için, yazacağınız her satır, psikozunuzu içinde barındırsa bile geleceğe dair tek bir umut vermeyen bu gerçekliğin bir parçası olduğunu inkar edemeyecektir.

Gittikçe yapaylaşan bir gezegenimiz var. Gittikçe boğulan bir gezegenimiz var. Elbette bu kaygıların yer almadığı değil bir edebiyat eseri, ikili bir sohbet bile olduğunu sanmıyorum. Elimizden yitmek üzere olan doğayla beraber, kaybedeceğimiz asıl şeyin kendi yaşam ortamından koparılan insanoğlunun doğal davranışları ve haliyle tüm gerçekliğinin de yitimi olacaktır. Hızla kendimizi bulamayacağımız bir hayatın içine doğru sürüklenirken, geleceğin getireceği her şeyden adeta korkuyor ve kendimize sığınaklar inşa etmeye çalışıyoruz.

Küresel bir psikozun, küçük parçaları olarak, hepimiz kendi sığınaklarımızda güvenli gerçeklikler yaratmaya çalışıyoruz. Doğaya, normale ve bilindik olana kendimizi bağlayabilmek adına her anı diğerinden daha kötüye giden acı gerçekten kaçınıyoruz ve... kayboluyoruz.

GERÇEK BİR HAYATA YAKLAŞMAK İÇİN, ANDROİDLERİN PEŞİNDE

 Philip K. Dick'in kişisel sorunlarından beslenen ve eşsiz olduğunu düşündüğüm tarzı, bilim kurgu okurları içinde de ayrı bir yere sahip. Altıkırkbeş Yayınları'nca Ocak 2014'te ikinci baskısı yapılan "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?", karşımıza yine yapay bir gerçekliğin içinde hayatta kalmaya çalışan bir adamın dramını anlatıyor demek, kabaca da olsa durumu özetler.

Bir android avcısı olan Rick Deckard ekseninde gelişen olayları okumaya başladığımız romanda, Üçüncü Dünya Savaşı sonrasındaki dünya ile karşılaşıyoruz. Savaş sonrasında Dünya radyoaktif serpintiler - yağışlar ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu serpintiler, canlılar üzerinde yok edici ve yıkıcı etkilere neden olmuştur. Hayvan türlerinin ortadan birer birer yok olduğu Dünya'da insanlık kendisine Mars'ta koloniler kurmuş ve artık yaşanmaz hale gelen bu gezegeni terk etmiştir.  Serpintiden etkilenen insanlar ise "özel" olarak tanımlanmaya, üreme ve göç etme haklarından men edilmeye başlanmıştır. Dünya'da "özel" insanların haricinde, göç etmek istemeyen insanlar da kalmıştır. Bu insanlardan biri de android avcısı Deckard'dır. Kolonilerdeki yaşam için üretilen androidlerin bir kısmının Dünya'da olduğunun fark edilmesiyle beraber, avlanmaları ihtiyacı da ortaya çıkmıştır ve kendisinden önceki avcının yaralanması sonucu geri kalan androidlerin bulunması ve yok edilmesi görevi Deckard'a kalmıştır. Evinde elektronik bir koyunu olan fakat en büyük arzusu, canlı çeşitliliğinin neredeyse yok olduğu bu gezegende, yüksek fiyatlara satılan gerçek bir hayvan sahibi olmak olan Deckard, öldürdüğü androidler karşılığında alacağı para ve ona "gerçek bir hayvan" sahibi olma şansını verecek avlarının peşine düşer.

Philip K. Dick'in romanlarında sıklıkla işlediği gerçekliğin yitimi bu romanda da karşımıza çıkıyor. Bunu gerçek bir insandan neredeyse farklı olmayan andoridler'de görebileceğimiz gibi, artık bir harabeye dönmüş Dünya'da insanların yaşamlarını devam ettirebilmek adına katlandıkları yaptıkları her şeyde de bunu görmek mümkün.  Mercerizm adı altındaki bir duygusal aldatmacaya, aralıksız yayın yapan televizyon şovuna ve onun sunucusuna bağlı bir hayat süren, "duygudaşlık" adı altında insanlara bir tür afyon niyetine sunulan, duygu aktarımı yapan araçlarla tamamen yapay bir dünyaya sıkışmış bir android avcısının düşüncelerini okurken bir yandan da yazarın kendisini o satırlarda görmemek mümkün değil.

Sadece bilim kurgu türünde değil, tüm türler içinde kanaatimce gelmiş geçmiş en iyi yazarlardan biri olan Philip K. Dick'le henüz tanışmamış olan okurlar aslında biraz da şanslı sayılır. Zira yazarın her bir romanı ardından, artık o romanı bir daha "ilk defa okuyamacağım" gerçeğiyle yüzleşmek, dünyayı terk etmiş bir yazarın ardından duyabileceğiniz o acı veren özlemi yaşatıyor bana.

İyi okumalar. 

Jonathan Tropper "Burada Ayrılıyoruz"

KAYBETMEK ASLA SON BULMAZ

Bir insan hayatta ne kadar kaybedebilir? Kaybetmenin sınırı var mıdır?

Yoksa hayat öyle acımasızdır ki her şeyi kaybettiğinizde bile kaybına üzülebilmeniz için size yeni "sahiplikler" mi yükler; acı ve kederin sınırsız olduğu bir dünyanın içinde son kez kaybetmek ve son kez üzülmek diye bir şey yok mudur?

Tüm ayrılıkların ardından dibe vuran insanlar, işini kaybeden insanlar, eşini ölüm çalan insanlar, eşinin terk ettiği insanlar, eşini terk eden insanlar, çocuğunu yitiren insanlar, evini kaybeden insanlar, hayatını kaybeden insanlar... Nedense ne kadar acı olursa olsun, insan "üzülme ve kaybetme kotamı doldurdum, bundan sonra artık hiçbir şekilde üzülmem ve kaybetmem gerekmeyecek" gibi bir şey diyemiyor. Her kara günün ardından parlak güneşin gözümüzü alacağını sanarak yaşamak için ise fazla geç kaldık. Fazla akıllandık ve fazlasıyla yaşadık. Bu yüzden, biliyoruz ki insanın başına ne gelirse gelsin, daha kötüsü her zaman bir yerlerde hazır bekliyor olabilir. Son, "kaybetmenin" bildiği bir kavram değil maalesef.

Yaşanılan her an, alınan her nefesle bir şey kazandırdığı gibi, bıraktığınız her soluk gibi her an sizden bir şeyler götürmeye pek hazır.

YEDİ GÜN BOYUNCA BİR AİLE OLARAK KALABİLMEK

"New York Times Bestseller" ifadesi, April Yayınları'ndan Eylül 2014 tarihiyle dilimize kazandırılan Jonathan Tropper'ın "Burada Ayrılıyoruz" adlı kitabının kapağında, en tepede yer alıyor.  Gerçekten de çok satmış olmasına şaşırmayacağınız bir kitap. Kitabın başkahramanı Judd Foxman'ın birinci ağızdan anlattığı bir hikaye; hüzünlü bir komedinin eşlik ettiği, karakterin başına gelen ve etrafında olan biten her şeyin katlanmanın ve gerçekliğin sınırlarını zorladığı bir dram "Burada Ayrılıyoruz". Olan bitenlerin sürekli "yok artık" dedirttiği, karakterlerin her birinin sayfalar ilerledikçe adeta daha da uçarı, saçma, komik olduğu, aynı zamanda devasa bir keder içine hapsolduğu, sürükleyici bir hikaye.

Otuzlu yaşlarının başındaki Judd Foxman, karısının kendi patronu ile olan ilişkisini çok acı biçimde öğrenir ve ardından dünyadan adeta elini ayağını çekerek, yalnızlığının ve kederinin duvarlarına sindiği bir bodrum katı kiralayarak orada yaşamaya başlar. Bizim hikayemiz ise bu ayrılışın ardındaki günlerde gelen bir ölüm ile başlıyor: Judd Foxman, vefat eden babasının son isteğini gerçekleştirmek üzere çocukluğunun geçtiği eve, aile evine gitmek zorundadır. Din konusunda kendince bir anlayışa sahip olan baba Foxman'ın son isteği, tüm aile bireylerini şaşırtacak bir dilektir: Şiva istemiştir. Musevi bir ailenin bireyi olan Mort Foxman, ölümün ardından tüm ailesinin yedi gün boyunca yasa girmesini istemiştir ve bu istek, çocuklarının yoğun çaba, fedakarlık ve en zoru da diğer aile bireylerine katlanma/sabretme çabaları içinde gerçekleştirilmeye başlar.

Her biri kendi başına birer öykünün kahramanı olacak denli renkli, yer yer sinir bozucu, acımasızlıkları ve dengesizlikleriyle bazen sınırları zorlayan ve atacakları her bir adımda Foxman ailesini tanıdıkça görebileceğiniz bazı özellikleri barındıran tüm kardeşler ve klasik "anne" modelinden oldukça uzak anneleri eşliğinde Şiva başlar. Roman, Şiva boyunca süren günleri içeriyor ve her bir bölüm, bir güne denk geliyor.

Bir ailenin yaşadıkları onlarca trajedi içinde bir araya gelme çabası ve bir kaç günlüğüne de olsa yeniden aile olabilme ihtiyacı/çabası, başkahraman ve sürekli olarak bir "kaybeden" konumunda gördüğümüz Judd'ın trajik hayatının dahi önüne geçiyor. Aralarında aşılamayacak dağların oluştuğu kardeşler arasında, çocukluktan kalan ve aile evine dönme ile yeniden şekillenen dostluk, birlik zaman zaman okuyucunun gözünü bile yaşartabiliyor.

Her bir kardeşin birbirinin zıddı olması ve yaşadıkları hayatlar arasındaki uçurumun, her birini diğerine uzaklaştırdığı ölçüde aslında yakın kılması, zıtlıkların bir araya getirdiği, ölümün tutkal misali yeniden birleştirdiği Foxman ailesine dair yapabileceğimiz çıkarımlardan biri.


Akıcı bir anlatım, günlük hayatta bir arkadaşına dert anlatıyormuş gibi gelecek size yazar. Ya da kendi kendisine konuşuyor, kendisi ve etrafı hakkında fikir yürütüyor gibi gelecek. Yazarın samimi anlatımı, çeviri bir kitap okuduğunuz halde hissedilmeyecek gibi değil. Bir kaç sayfa göz atmakla başlasa bile elinizden bırakmadan bitirebileceğiniz kadar akıcı, bu akıcılıkta payı olan güzel bir çeviri ve insanı kendisini okumaktan alıkoyamayacak denli hareketli, garip, sürprizlerle dolu, "ağlarken güldüren" bir roman "Burada Ayrılıyoruz".

Erich Fromm "İtaatsizlik Üzerine"

"Sosyalizm radikal olmalıdır. Radikal olmak, köklerine inmektir ve kök İnsan'dır".
Erich Fromm

OTORİTENİN ÖZGÜRLÜĞÜ GASPI

İnsan doğduğu andan itibaren "söz dinlemeye" ve "uymaya" zorunlu hisseder kendini. Uyumsuzluk ya da farklı olmak, toplum içinde dışa itilmeye sebep olacaktır. Anaokulundan tutun da kurumsal kimlikleriyle övünmeye doymayan büyük şirketlere kadar hiçbir yerde, hangi yaşta ve hangi eğitime sahip olursa olsun insanlar arasında nefes alıyor, çalışıyor ya da okuyorsanız farklı olduğunuz her nokta aleyhinize kullanılacak göz alıcı bir hazine değerindedir diğerleri için.
Bu yüzden evde ailenin, sokakta toplumun, iş yerinde üstteki tüm yöneticilerin sözünü dinlemeye, onların istediği gibi davranıp onların istediği gibi giyinmeye başladığınızın farkına bile varmadan bir "boyun eğme" yani bir "itaat" hali içine girersiniz. Ve işin acı yanı, bundan aslında sizin de haberiniz yoktur. İşten çıkınca sistem içerisinde size sunulan "özgürleşme seçenekleri" (!) arasından birini seçerek biraz nefes almaya çalışırsınız ve geçen yıl reklamlarından büyülenerek edindiğiniz arabanıza binerek bu seçeneklerden birini değerlendirmeye gidersiniz.
Kapana kısıldığının kimse farkında değildir.

İTAATSİZLİK ÜZERİNE

Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine "Özgürlük Neden Otoriteye "Hayır" Demektir? adlı eserinde itaatsizlik eylemini ilk olarak Adem ile Havva'nın yasak olanı elde etmesiyle beraber başlattıkları süreç itibariyle ele alıyor. Böylece insan tarihinin de aslında bir "itaatsizlik eylemi" ile başladığına değiniyor. İtaat üzerinde vicdanı etkin bir konumda gören Fromm, "otoriter vicdan" tanımını kullanırken sıklıkla Freud'un Süper Ego kavramını da sorguluyor, içselleştirilen bir itaatin farkında olmadan bireyi zayıflatacak bir durum olduğuna değiniyor. "Akılcı itaat" olarak tanımladığı itaati ise bir öğrenci ve öğretmen arasındaki otorite ilişkisi üzerinden mantıklı bir çerçeveye oturtuyor.

İtaatin, inanılan gücün parçası olma hissi yaratarak kişisel bir tatmine sebep olması ve bireyi "güçlü" hissetmeye sevk etmesi olarak değerlendiren yazar, itaatsizlik eyleminin ise kesinlikle tembellikle bir tutulmaması gerektiğini savunuyor. Yükümlülüklerden kaçarak ve sorumsuzca yaşamayı teşvik edici herhangi bir görüşü savunmadığı metinde, bireyin özgürleşmesi üzerinde otoritenin olumsuz etkilerinin sürekli altını çizerek, kapitalizm ve sosyalizm gibi iki farklı yönetim şeklinin bile birey üzerinde aslında aynı yıkıma sebep olacağını savunuyor. Nesnelerin insan hayatında sahip olma güdüsünü tetikleyerek, varlığını ve devamlılığını sahip oldukları ve sahip olmayı planladıkları üzerinden gerçekleştireceğine dair bir fantezi sunan sistemler içinde otoriteye boyun eğdiğinin bile farkında olmayan insanların varlığını sorguluyor yazar: Kendisini temsil etmesi için bir avuç siyasiye güvenmesi, sorumluluğu onlara yüklemesi, neden çalıştığını ve neden tatil yaptığını bilmemesi, sakinleştiricilerle ve bolca reklam sloganıyla çevrelenmiş bir dünyada aslında "ne için" yaşadığını bilmemesi de bu sistemlerin sonuçları arasında okuyucuya sunuluyor.


Yazar, ele aldığı sistemler içinde itaatsizliği bir ihtiyaç olarak görürken, savunduğu sistemin ve aslında bu bireyi köreltici düzenin yerini alabilecek akılcı, bireyin mutluluğu ve gelişimi temelli bir başka düzeni de kitabın sonunda okuyucuya anlatıyor. Hümanist sosyalizmi yalnızca bir şeyden kurtulmak değil, bir şeye erişmek ve bir şey olmak şeklinde yorumlayan Fromm, vatandaşları ilgilendire tüm kararların alınmasında mümkün olan en yüksek katılımın sağlanması, sanat ve eğitimin devletçe desteklenmesi gibi bir çok farklı konuda da fikirlerini okuyucu ile paylaşıyor.  Hümanist sosyalizmi özgürleşme yolunda atılacak en büyük adım olarak gören yazar, son sayfalarında ise maddeler halinde genel hatlarıyla bir gidiş planı çizere, hümanist sosyalizme doğru satırlar yoluyla bir adım atıyor. 

18 Ekim 2014 Cumartesi

Terry Eagleton "Edebiyat Kuramı"

Uzun zamandır yazısını yazmam için gözümün içine bakıyordu Terry Eagleton'ın Edebiyat Kuramı adlı kitabı. Şu satırları yazdığım sıralardan hala devam eden taşınma - ev taşıma - evi taşımaya hazırlama süreci içinde fırsat buldukça yazısını hazırlamaya çalıştığım kitaplar arasında daha fazla bekletmeyim dedim.

Terry Eagleton'ın kimi zaman espirili - iğneleyici bir dille kaleme aldığı Edebiyat Kuramı, okurken sıklıkla altını çizip notlar alacağınız satırlarla dolu. Haliyle ustalardan birinin kaleminden çıkma, edebiyat üzerine neredeyse ders kitabı olabilecek (Belki de öyledir) bir eser; satırları çizmekten, bir kaç sayfada bir, bazen her bir sayfada post-it'i yapıştırmaktan bıkmayacağınız bir eser.

Konuyla ilgilenme derecenize göre üzerinde uzman olabileceğiniz ya da sadece kulak aşinalığınız olabileceği fenomenoloji, yorumbilgisi, alımlama kuramı, yapısalcılık, göstergebilim, postyapısalcılık, psikanaliz gibi konu başlıklarından oluşan Edebiyat Kuramı, bahsi geçen konuları yalnızca bilgi verip geçecek şekilde değil, kimi zaman eleştirerek ya da destekleyerek, kendi içinde tartışmalara ve sizi de konuya daha çok bağlayacak örnekler üzerinden konuyu ele alıyor.

"Yoksulların klasik edebiyatı" damgası vurulan ve uzun zaman boyunca bu tanımlamanın üzerine yapıştığı İngiliz Edebiyatı'nın ciddiye alınmama safhasının ardından sonunda üniversitelerde kendisine bir yer edinmesi, ancak edindiği bu yerin neredeyse "kadınların oyalanabileceği bir alan" haricinde hiçbir şekilde akademik çevrelerce dikkate alınmamış olmasının ele alındığı giriş bölümü hayli ilginç. Şu an İngiliz Edebiyatı üzerine çalışmış, çalışan ya da çalışacak olan çoğu kişi için bir binanın temellerini oluşturan onlarca yazar ve eserin vakti zamanında maruz kaldığı muamele hayli ilgi çekici.

Kitapta "ideolojik bir proje" olarak doğduğu savı ortaya konulan ve toplumun özellikle yoksul kesimi için bir "millyetçilik aşılama", "ortak değerleri aktarma", "genel kültürü yansıtma" "ahlaki değerleri benimsetme" gibi amaçlarla tamamen "ahlaki" bir temel üzerinde şekillenen İngiliz Edebiyatı'nın günümüze dek süregelen evrimine tanık olmak, toplumsal yapıların ulusların edebiyatı üzerinde nasıl şekillendiğini Eagleton'ın anlatımıyla görmek mümkün.

Yaygın toplumsal ideolojilerin her daim yansıdığı edebiyatın, çözümlenmesi sürecinde geliştirilen farklı kuramlar üzerinden Derrida, Heidegger, Saussure, Freud gibi ilk aklıma gelen önemli düşünür ve kuramcıların gözünden irdeleyerek, bazen karşınızda konuşuyormuş gibi Edebiyat Kuramı'nı sizlere anlatan Terry Eagleton ile zormuş gibi görünen bir konunun aslında ne kadar zevkli ve anlaşılır biçimde okuyucuya aktarılabileceğine de tanık oluyoruz.


Siyasi eleştiriye, aynı adlı bir bölümle yer veren ve kitabın kapanışını yapan Eagleton'ın Edebiyat Kuramı ile okuduğunuz metinlerin farklı bakış açılarından nasıl çözümlenebileceği ve asıl dertlerinin ne olduğunu merak ediyorsanız, bu merakınızı yenebilirsiniz.

10 Ekim 2014 Cuma

Başka Diyarların Felsefeleri

Say Yayınları "Herkes İçin Felsefe" diyerek "Başka Diyarların Felsefeleri - Hint, Çin ve Tibet Düşünceleri" adlı kitabı geçtiğimiz aylarda dilimize kazandırdı. Roger Pol Droit yönetiminde, farklı isimlerin adı geçen coğrafyalar/kültürler/felsefeler üzerine yazdıkları yazılardan oluşan kitap, konuya benim gibi yabancı olan birisinin dahi biraz dikkatini yoğunlaştırırsa okuyabileceği bir dilde yazılmış.

Yer yer aynı satırı ya da paragrafı bir kaç kere okumam gerekti, dediğim gibi konuya yabancı birisi olarak okumaya başlamıştım.

Hint felsefine dair okumaya başladığınız satırlarda karşınıza ilk olarak "veda" metinleri çıkıyor. Hint dilinin en eski şiirleri olarak kabul edilen ve Tanrı'yla bağlantı kurmak amacını taşıyan veda metinleri üzerine kapsamlı bir bilgilenme sunan bölümde ayrıca Sankristçe metinlere ve yorumlarına da yer veriliyor.

Çin felsefesini ele almadan önce ise Çin'in genel olarak kurucu ideolojisine, toplumsal, siyasi ve askeri yapılanma içinde bu ideolojinin etkilerine değiniliyor. Günümüze dek uzanan bazı değerleri görebileceğimiz bu eski kültürün temel taşlarına, Çin'in yazınında ve kültüründe önemli yer tutan yapıtlar - metinler üzerinden yer veriliyor.

Son olarak Tibet düşüncesinin ele alındığı kitapta, Tibet ve Budist düşünce üzerine kapsamlı bir anlatım yer alıyor. Konfüçyüs ile sıklıkla karşılaşılan bu bölümde, önde gelen Tibet düşünürlerinin fikirlerini okuyabilirsiniz.

Var olma, iyilik, kötülük, Tanrı, ahlak, yaşam gibi konularda onlarca detayla beraber ufkunuzu açabilecek olan farklı görüşleri okurken eliniz sık sık satırların altını çizmek için kaleminize gidebilir.

Bölüm sonlarına eklenen sözlüklerin ve makaleler ya da metinlerin başına eklenen açıklamaların da oldukça faydasını gördüm, belirtmek isterim. Zira duymaya alışık olmadığımız belki de hiç duymadığımız bir çok kavramla karşılaşıyoruz kitabı okurken.

Günlük hayatımızda o kadar fazla şeye uyarlayarak pratikte de kendimizce yorumlayabileceğimiz bir çok düşüncenin derli toplu biçimde, bir kaynak kitapçasına elinizin altında durmasını istiyorsanız, felsefeye ve Hint, Tibet ve Çin düşüncelerine özel bir ilginiz varsa ya da bu felsefelerle tanışmak istiyorsanız tavsiye edebileceğim bir kitap. Öte yandan serisinin devamında "hangi başka diyarların felsefelerinin de" yayınlanacağını merakla beklemekteyim.

Halldor Laxness "Salka Valka"

Bir süredir blog'a pek sık yazı ekleyemiyorum. Okumaya ara verdiğimden değil, yine hayatımda yeni bir taşınma - şehir değiştirme süreci başladığından.

Eylül ayının son günlerinde okuduğum Salka Valka'nın yazısını blog'a da ancak bu gün, sabahın 07:16'sında ekleme fırsatım oluyor gördüğünüz gibi.

Halldor Laxness'in 1955 yılında Nobel Ödülü kazanan etkileyici romanı Salka Valka, aynı zamanda dilimize İzlanda dilinden çevrilen ilk roman olma özelliğini de taşıyor (yanlışım varsa düzeltin lütfen).

Birinci Dünya Savaşı sırasında İzlanda'nın olabilecek en yoksul bölgelerinden birinde, bir köyde, bir anne ve kızın hayata tutunma çabasını anlatıyor Salka Valka. Kitaba adını veren başkarakter Salka Valka'nın annesi ile beraber kuzeyden güneye gitmek için yola çıkmaları, parasızlık yüzünden yarıda kalır ve güneye gitmek (kurtuluş olarak sembolize edilen "güney", roman boyunca yine aynı anlamı ifade edecek şekilde farklı karakterler üzerinden bile olsa sık sık karşımıza çıkıyor) için yeterli parayı biriktirmek amacıyla yoksulluktan resmen can çekişen bir köyde bir süre durmaya karar verirler. Aslında bu karar annesine aittir zira romanın başında Salka henüz 5-6 yaşında küçük bir kız çocuğu.

Bir iş bulma umuduyla yoksulluğun kol gezdiği, balıkçılıktan başka bir geçimi olmayan bu köyde iş aramaya başlayan Salka ve annesi Sigurlina, en sonunda kendilerini koruyacak bir çatı bulurlar ve Salka'nın hayatını roman boyunca etkileyecek olan, hayatının ve iç dünyasının sınırlarını/yolunu çizecek olan yeni hayatları başlar.

Sigurlina'nın hayatında gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm felaketlerden kurtulmak amacıyla kendisini köyde dine adaması ve roman boyunca sürecek olan sürekli felaketler zinciri içinde sürekli olarak dudaklarından duaların dökülüyor olması romanda, özellikle okudukça daha kolay tanıyacağınız bu karakter için öne çıkan en ilginç noktalardan biri. Kendisini dine neredeyse dakikalar içinde adamaya karar veren Sigurlina'nın aksine, Salka'nın çizdiği portre ise romanın içinde okuru sorgulamaya iten ve farklı cephelerden olayları değerlendirmesini sağlayacak şekilde yansıtılıyor.

Kapitalizm ve sosyalizm üzerinde sıkça taraf değiştiren köy ahalisinin ve ilginç bir karakter olan Salka'nın gözünden bu iki uç ideolojinin çekişmesine tanık oluyoruz. Köylünün bir nevi "efendisi" haline gelmiş olan karakterin zaman içinde sosyalizm için çabalayan bir başka tarafça gücünün azaltılması - ve bazen de inatla köylü tarafından tekrar yükseltilmesi romanın siyasi yönden yarattığı hareket olarak özetlenebilir.

Amerika ve Rusya korkusunun eşit derecede insanlarda gerginlik yaratması sanırım Kuzey Avrupa ülkelerine sinmiş bir durum. Salka Valka'da Amerika'dan daha baskın ve daha korkutucu olarak gösterilen (karakterler gözünde) Rusya/sosyalizm vurgusu ise dikkatlerden kaçacak gibi değil.

Bir kız çocuğunun bir kadına dönüşmesi, fakirliğin kemirdiği bir hayatın zamanla izlediği yol, küçük ve kapalı bir toplumun değişimden ve bilinmeyen tüm ideolojilerden korktuğu için bildik (zorba da olsa, çalsa da, çırpsa da, yalancı da olsa) ideolojisine - kişilerine sıkı sıkıya bağlı kalmakta diretmesi, okumadığınıza pişman olacağınız mükemmel bir dram olan Salka Valka'da bir araya geliyor.

Kesinlikle tavsiye edebileceğim bu eserle tanışmadıysanız, tanışmak için daha fazla beklemeyin.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Erich Fromm "Rüyalar, Masallar, Mitler"

Say Yayınları'nın Erich Fromm kitaplığına bu yıl katılan kitaplardan biri de "Rüyalar, Masallar, Mitler - Sembol Dilinin Çözümlenmesi" adlı kitap oldu. Yazar 1951 yılında kaleme aldığı ve Aydın Arıtan ile Kaan H. Ökten'in özenli çevirisiyle bizlerle buluşturduğu kitabında ilk olarak "rüya" kavramını ele alıyor. "Gerçeklik" ve sıklıkla alışageldiğimiz gerçekliğin sınırları dışında yorumlanmaya yatkın olan rüyanın kesişim noktaları üzerinden gerçekliğin sorgusunu yapıyor. "Gerçek nedir?" sorusunu dahi olura yönlendiren Fromm, farklı coğrafya ve kültürlerde rüyanın yorumlanışına değiniyor. Modern çağ/aydınlanma ile beraber rüyanın ele alınışındaki olumsuzlukları, geçmiş kültürlerde rüyanın yorumlanışıyla karşılaştıran yazar, rüya yorumculuğunun yalnız nevrotik hastalara psikiyatrlarca uygulanan bir yöntemden ibaret görülmesini de kısmen eleştiriyor diyebiliriz.
 
Rüyalar ve sembol dilinin çözümlenmesinin "insanlığın doğaya hükmedemediği çağlardan bize aktarılan önemli bilgileri kavramanın" yolu olarak okuyucuya sunuyor.
 
Sembollerin türlerinin (Evrensel, rastlantısal ve geleneksel) oluşum yönleriyle kitabında inceleyen yazar, ortak semboller üzerinden mitlerin oluşum, aktarım ve yorumlanmasına değiniyor. Kutsal kitaplarda sıklıkla kullanılan sembollere yer vererek, bunların yorumlanmasını yaparak daha kolay bir okuma sunuyor.
 
Rüya yorumculuğunda hemen herkesin aklına ilk gelen isimler olan Freud ve Jung'un yorumculuğu ise ayrı bir bölümde, detaylarıyla ele alınıyor. Ayrıştıkları noktaları ve ortak noktalarıyla irdelenen bu iki ismin yer yer okuyucuya ve bazen de yazara dahi mantıksız gelen iddiaları da okuyucu için sorgulamalar başlatabiliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi "bilinç" ve "bilinçdışı" kavramları da sıklıkla bu bölümde karşımıza çıkıyor.
 
Üç farklı rüya yorumlama yöntemini ele alan yazar, ardından rüya yorumlama tarihçesini işliyor.
 
Psikolojik olmayan rüya yorumu, psikolojik rüya yorumu olarak iki farklı stil üzerinden ve kült yazınlar üzerinden ele aldığı bu bölüm oldukça detaylı. Roma, Yunan filozoflarının eserleri ya da  - yine - kutsal kitaplardan alıntılanan metinler üzerinden titizlikle çözümlendiği bu bölümler konuyu kavramada oldukça yardımcı oluyor.
 
İnsanlığı ortak sembol ve bu sembollerin "ortak anlamları" sayesinde çözümlenebilmesi sonucunda neredeyse insanlığın genlerine, bilinçlerine işlemiş mitlerini/masallarını/rüyalarını irdelerken Yaradılış Miti, Kırmızı Başlıklı Kız, Şabat Merasimi, Ödipus Miti'ni örnekleme amacıyla kullanan ve çözümleyen Erich Fromm, yaptığı çözümlemelerle mitlerin ve sembollerin ortak kültür/ortak bilinç hazinemizde var olduğunu değiniyor. Okuyucu için bu çözümlemeler çok ilginç olabilir. Daha önceden Kırmızı Başlıklı Kız ya da Ödipus Miti'ni bu şekilde "hiç düşünmemiş" olduğunuzu fark edebilirsiniz.
 
Başarılı bir çeviri sonucunda rahat bir okuma sunan bu değerli kitabı kaynak kitap olarak sürekli el altında tutmak isteyebilirsiniz. Edebiyat eleştirisinden tutun da psikiyatri-psikoloji ya da rüya yorumculuğu ilginizi çekiyorsa, Erich Fromm'un bu eseriyle kesinlikle tanışmalısınız.