Çoğu insanın
mevcut işleyiş içinde hemen hemen kendisini tatmin eden, hayalini kuran çoğu
şeyi hala yapamadığı ama şansı varsa bir şeylerin yoluna girer gibi göründüğü
bir yaşta, 1855'te otuz sekiz yaşında iken ardında günümüze dek okunan,
gelecekte de okunacak olan sayılı eser bırakan bir yazar Charlotte Bronte.
Kadın olmak,
kadın bir yazar olmak ve tüm bunları uzun yıllar kadını resmi olarak aslında
tanımayan bir coğrafyanın ataerkil, ataerkillikle güçlenen feodal düzeni içinde
yapmış olmak ve bunları on dokuzuncu yüzyılın başında yapmış olmak, takdir
edersiniz ki takdir edilemeyecek bir şey değil. Üzerine de, İngiliz
edebiyatının öne çıkan isimleri arasına girebilmek; gerçekten değerli bir eseri
ortaya koymak...
Bronte
kardeşlerin benim gözümdeki yeri, buradan, 2015 yılından bakıldığında belki
çoğu insan için normal ya da yeterli görünse de aslında mümkün mertebeyi pek
çok kez açmış, yeri geldiğinde erkek egemen topluma doğrudan, yeri geldiğinde
dünyada egemen ekonomik ve politik adımları hikaye içinde kimi zaman bir kaç
vurucu cümle ile değiniyor olmaları. Charlotte Bronte de özellikle Profesör'de
bir öğretmenin hikayesini anlatırken, sıklıkla sanayileşme sonrası
İngiltere'nin durumunu, Avrupa'daki hakim fikirleri sıkça karşımıza çıkarıyor.
Currer Bell
takma adı ile yazdığı ve vefatının ardından yayınlanan romanı Profesör, Bronte
kardeşlerin genelinin bende yarattığı hisleri yaratan, okurken sizi içine
çeken, (metni orijinalinden çeviren Gamze Varım'ında da değerli katkısıyla) bir
hikaye.
Yirmi iki
yaşındaki William Crimsworth'ün eğitimi bittikten sonra hayat tutunma çabasını Profesör'ün
hikayesi. Ailesiyle ile arasında
neredeyse yok denilebilecek bir bağ olan Crimsworth'ün sanayileşme sonrası
İngiltere'de burjuva - kapitalist sınıfa bir örnek olarak karşımıza çıkan abisinin
yanında bir süre çalışmasıyla başlayan çalışma hayatı, kapitalist daha çok
kazanırken işçinin nasıl sabit bir gelirle, sabit harcama ve sabit ihtiyaçlarla
kendisini doğasında ilerlemeye değil de "sabit ve güvenli" kalmaya
odakladığını görüyoruz. Kendisini yalnız ve ancak "efendisi"
kapitalistin daha çok kazanması için görevine itaat ile ifade etmek zorunda
kalan Crimsworth'ün işçi olarak geçirdiği belirli bir zaman ardından bariz
biçimde içine düştüğü buhran, yabancılaşma kavramını okura düşündürtecektir
diye düşünüyorum.
Kitapta,
sürekli X...shire olarak geçen bölgedeki deyim yerindeyse hapis hayatına daha
fazla dayanamayan Crimsworth'ün karşına çıkan, yörenin soylularından biri olan
ancak hikaye boyunca fikirleri ile her zaman aykırı bir duruş sergileyecek olan
Mr. Hundsen'in de yardımlarıyla, aldığı eğitimin verdiği güvenle başka bir
ülkeye doğru yola çıkışı ile beraber de Profesör'ün asıl hikayesi başlamış
oluyor. Belçika'da öğretmen, yani "profesör" olarak dil eğitimi
vermek üzere bir erkek okulunda işe başlayan Crimsworth'ün yalnızlık ve
öğrencilerini eğitmekle geçen günleri arasında okur olarak sürekli bir
karamsarlık, bir yapayalnız ve umutsuzluk hissetmemek mümkün değil. Buna
rağmen, yazarın sıklıkla kitapta ele aldığı bir kavram var ki, her durumda, her
şeye rağmen karakterin içinde sıkı sıkıya tutunduğu, hüzünlü bir tutkuyla
içinde yer alan bir şey; umut. Yazar, sıklıkla umut kavramını, bireyin hayattan
uzaklaşmaması için tutunacağı yegane dalı işaret ediyor. (Adım Umut,
biliyorsunuz =) )
Fransızlar'a
da göndermeler içeren Profesör'de Büyük Britanya'da zaman zaman bir kaç küçük
eleştiriye uğruyor. Ancak asıl ağırlık,
başkarakterin Flamanlar'a kısmen ırkçı biçimde yüklenişi.
Öte yandan, özellikle öne çıkan kadın
karakterlerin güçlü ve sorumluluk, mevki sahibi, çalışkan insanlar (ve
ilginçtir ki yazar öne çıkan bu iki kadın karakteri de Flaman yapmamış) olarak
hikayede yer alıyor. Kadın karakterlerin, azim ve zeka birleşimi olan tavırları
içinde kimi zaman da kadın - erkek rolleri üzerinden eleştiriler yapıyor yazar.
Evlenip eve
hapsolmayı reddeden ve başarısının durağan değil, artarak ilerleyen bir kadın
karakteri hikayenin can alıcı isimlerinden biri haline getiren Bronte, bir
kadın olarak dönem içinde kadınlara zar zor tanınan fırsatlar içinde, kadınlara
biçilen ve kafeste bir süs kuşu gibi kalmalarını amaçlayan düzenlemeler içinde
Profesör ile elbette öncü bir yazar olmuş diyebiliriz - diyoruz da.
"Yazmanın
kadınlara göre bir şey olmadığı" gibi saçma sapan fikirlerin kurbanı olmuş
erkek egemen düzen içindeki insanlar (bakın cinsiyet ayırımı yapmıyorum),
kadınların ilerleyişini her zaman "yuva"dan uzaklaşmak olarak gören
zihniyetler o zamandan bu zamana kadar saklansa da, törpülense de hala yok
olmadı, bu kesin. Ancak, Bronte'lere ve daha bir çok öne çıkan, bence ilk
feminist kadın yazarlara bakın, o zaman bir santimetrelik ilerlemeye bile önem
vermenin gerekliliği ve yolları size ışık olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder