Karanlığı Taramak (Scanner Darkly) aslında benim
üniversitenin ikinci yılında izlediğim bir filmdi. Kitaptan, Philip K. Dick
kitabından uyarlama olduğunu biliyordum ancak uzun zaman – nedense – gidip
kitabı da okuyayım demedim. Ancak bu yıl okuma şansım oldum. İyi ki de oldu,
çünkü filmin büyük kısmını unutmuşum. Öyle ki finali benim için sürpriz oldu.
Böyle de süper bir hafızam vardır işte. Yaşlanıyorum. (Kitabı okuyup, üzerine
filmi izleyin derim. Film, özel bir teknikle çekilmiş ve Robert Downey Jr., Barris
karakterini mükemmel canlandırmıştı.)
Karanlığı Taramak, D maddesi adlı bir uyuşturucunun
tüm Amerika’yı sardığı ve önlenemez bir sorun halini aldığı bir dönemde
geçiyor. Bağımlılığın yok edilmesi için açılan tedavi merkezleri haricinde
mücadelenin içinde asıl olarak devletin kendisi yer alıyor. Bunun için kurulan
özel ekipler var ve bu ekiplerin en büyük özelliği (ya da aslında polisin en
büyük özelliği) özel bir kıyafet giymeleri; bu kıyafet sayesinde giyen kişi
sesten tutun da görünüşe kadar zerre ipucu vermiyor karşı tarafa. Böylece Fred
adlı görevli, işinin başında, elbisesinin içinde ve Bob Arctor adlı bir D
maddesi kullanıcısının, satıcı olduğundan şüphelenilen adamın peşinde
çalışıyor. Her şey yerinde, takip ilerliyor. Burada garip bir şey yok, bir
kaçan bir kovalayan var derseniz; Bob ve Fred aynı kişi der ve çekilirim.
Uyuşturucuya gömülü bir halde yaşayan, aynı evi
paylaşan arkadaşlar Fred ve ekibinin böylece gözetimi altına giriyor. Barris
adlı bence kitaptaki Bob’dan sonra en ilginç olan karakter de dahil olmak üzere
kendileri dahil etraflarındaki tüm insanlar uyuşturucuya batmış durumda.
Kurtulmaya yönelik en ufak bir çaba olmaması, kurtulma için yönlendirilecekleri
ya yollanmak zorunda kalacakları merkezlerin kötü şöhretleri ve kimliği yok
ederek yeni bir “siz” yaratmaya yönelik, bir şekilde bence insanları adeta
“patatese” çevieren yöntemleri de bu bataktan kurtulmaya pek de hevesli
olmamalarının bir sebebi.
Hikayenin kabaca hatlarını çizdiğimi düşünüyorum;
uyuşturucu mücadelesindeki devletin kendi kendisini takip etmek zorunda kalan
bir müptelası/görevlisi. Üstelik bunun bilen elbette yalnız kendisi. Üstelik
kendi çevresinden birinin ya da birilerinin sürekli kendisini “öldürmeye
çalışmasına” ya da “zarar vermeye” çalışmasına maruz kalıyor fakat bunun kim
olduğu belirsiz.
Zamanla iş çığrından çıkıyor ve Bob’da bariz bir
dissosiyatif bozukluk belirtileri görmeye başlıyoruz. Kendi kendisinden
haberdar olabilmek için evine yerleştirilen gizli kameralardan kendisini izleme
ihtiyacı duymaya, Bob’un ne yaptığına dair kendisini sorgulamaya başlayan bir
Fred görüyoruz. Öyle ki karakter neredeyse gerçekten bir ikiye bölünme yaşıyor
ve Philip K. Dick’in muhtemelen kendi hayatından – çevresinden de gözlemleyerek
kağıda döktüğü üzere uyuşturucunun etkisi altındayken ortaya çıkan, gerçekliğin
ve kurgunun bir araya gelip karman çorman olduğu zamanlarda neredeyse Fred
olarak, olan biteni “bu adam ne yapıyor” şeklinde izler buluyoruz
kahramanımızı.
Özellikle dissosiyatif bozukluk muzdariplerinin
okumasını, kendilerinde gördükleri benzer durumları görmelerini isterdim. Bu
bazen aslında bir şeyleri “daha normal kılabilmek” için işe yarayabiliyor. En
azından benim fikrim bu. Anormal bir insansanız kendiniz haricinde bir örnek
daha görebilmek, bir şekilde gerçek hayattan da pay taşıyan bir hayatın
yansıdığı bir kitaba göz atmak buna yardımcı olabiliyor; demek ki ben o kadar
anormal değilim, çıkarımıyla aslında “normal” içinde yer aldığınızı
görebiliyorsunuz. (Normal ve anormal kavramlarını kullanışım üzerine uzun uzun
konuşmak isterseniz bir mail atmanız ve kendi fikirlerinizi öne sürmeniz
yeterli.)
Gerçek kurguya, kurgu gerçeğe, gerçek belirsizliğe,
belirsizlik gerçeğe dönüşüyor; korkular sanrıları sanrılar gerçekleri
doğuruyor, uyku gerçeği örtüyor, yaşam karman çorman oluyor, Bob kendi
gerçeğini yitiriyor, Fred Bob’un gerçeğini arıyor…
Yazarın şizofreni hastası olduğunu, uyuşturucu
deneyiminin var olduğunu da hesaba katarsak, anlatımda neden bu denli güçlü bir
dil olduğunu da biraz daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.
Diyeceğim şu ki
Philip K. Dick’i çok seviyorum; çünkü onu anlayabiliyorum. Çünkü o da beni
anlayabilirdi ve işte bu yüzden tüm sevdiklerim ölüler diyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder