14 Haziran 2018 Perşembe

Terry Eagleton "Tanrı'nın Ölümü ve Kültür"

Aydınlanmanın, idealistlerin ve romantiklerin gözünden Tanrı'yı irdeleyen Eagleton, sonrasında modern dönem ve postmodern dönemdeki Tanrı ve kültür üzerinden devam ediyor. 

Aydınlanmanın karakterinde din karşıtlığı olmadığını, inanca yönelik eleştirilerle din karşıtlığının bir olmadığını vurgulayan Eagleton'ın bu vurgusu, aydınlanmanın din ile olan meselesini siyasal zeminde incelemek gerektiğini öne çıkarıyor. Mesela toplumsal yaşamdaki din kurumunun, Aydınlanma'nın siyasi kültürü içinde ele alınan bir kurum olduğunu böyle görmek mümkün.

Dinin, toplumsal alanda kültürün işlevine en yakın rolde olduğunu belirten Eagleton, Aydınlanma'nın da dini reddetmeyişinin altında Aydınlanma'nın dini yok etmemesinin, amaçları için dinin yokluğunun olumsuz olacağını çerçevesinde ele alıyor. Dinin rolünün ve sembolik gücünün tarih boyunca aşılamayacak bir noktada olmasının, Aydınlanma'nın dine karşı olmayışı ile beraber değerlendiriyor.

Dinin gündelik pratiklere aktardığı gerçeklerini, anlatılar ve mitle güçlendirdiğini ifade ederek, kültürü Tanrı'nın seküler hali diye tanımlıyor Eagleton. 

Eagleton, Aydınlanma sonrasında kültürün derinliğine ulaşmasında milliyetçiliğin rolüne değiniyor. Milliyetçiliğin seküler bir yapıda olduğunu vurgulayarak, yirminci yüzyıl ortalarından itibaren milliyetçiliğin yükselişe geçmesinin, milletin devlet olarak yüce bir konuma konmasıyla beraber halkın gündelik yaşamının da artık tanımlı bir statüye kavuşmasıyla eş zamanlı gerçekleştiğini belirtiyor. Gündelik yaşam pratikleri, halkın kültürünü yansıttığından, milliyetçilikle beraber gündelik yaşam, halkın değerleri de eskisinden farklı olarak onaylanmaya başlamasının bu dönemde gerçekleştiğini ifade ediyor. Yaşam tarzı olarak kültür, milliyetçiliğin kaynaklarından biri olarak ele alındığında da milliyetçilik ve kültür arasındaki ilişki görülebildiğinden, milliyetçilik kültür konusunda neden taraflıdır, bu anlaşılıyor. Yani; "millet" olarak soyutlanan kültür, safını alırken de kültür birliğinden aldığı güçle, milliyetçi bir damarla bu yüzden taraflıdır. Çatışma cephesinde, kimliğin yansıdığı bir gösterge olan kültür, bu yüzden taraf tutarak savunulur; böylece siyaset alanında da milliyetçilik, kültürün değerini yükseltir. 

Nietzsche'de, Tanrı'nın ölümünden sonra toplumsal alanda soyut kalan imgelemlerin somutlaştırılabilmesi için mitin, Tanrı'nın yerine geçerek, Tanrı'dan kalan boşluğun mitolojisi ile doldurulduğunu belirtiyor. Burada, kültürün Tanrı'nın olduğu zeminde bir ihtiyaç içinde olduğunun da itirafı gibi oluyor aslında. Nietzsche'nin kültürün toplumsal alandaki ortak anlamları oluşturma, bireyleri bir arada tutma, bağlama işlevini reddetmesine karşılık toplumsal alanda sanatın yeniden varolabilmesi için mitolojinin o boşluğun yerine geçmesi gerektiğini belirtiyor Eagleton; böylece sanat yeniden doğabilecektir.

Bu açık kapamaya benzer biçimde, kapitalizmde, Eagleton, orta sınıfların sembolik açığını kapamak için mitin kullanıldığını belirtiyor; Aydınlanma'nın sıradan vatandaşta dine karşı bir şüphe yaratmasına karşılık, oluşan yeni boşluğa da bir cevap sunması ihtiyacı bunun sebebi oluyor. 

Eagleton, Tanrı'nın ölümü sonrasında adeta bilinçdışında gelişen, diğer ikame formların oluşturulmasına değiniyor. Sekülerliğin aslında Tanrı'nın ölümü olmadığını belirterek, sahte din formlarıyla hala varlığının izini gösterdiğini söylüyor. Örneğin, modern tarihin Tanrı'nın yerine bir vekil arıyor oluşuna verdiği spor örneği gibi. Sporu dinin çağdaş versiyonu olarak değerlendirirken, sporun ikonlarına, geleneklerine duyulan saygıya, sembolik olarak yarattığı ve ürettiği bağa, dayanışmaya, kahramanlarına dikkat çekiyor. 

Tanrı'nın ölümünün modernizmde yarattığı etkiye (kutlama, travma, hakaret ya da acı gibi) karşılık postmodernizmin bu ölümden etkilenmediğini anlatıyor. Meta anlatılar karşısındaki postmodernizmin aslında Tanrı ölümü sonrasındaki bir kültüre denk geldiğini ifade ediyor. Postmodernizm, kendisinden önce Tanrı cevabını veren sorular yerine kültürü koymuştur. Burada kültürün bir aşkınlık barındırması gibi bir iddia da söz konusu değildir; Tanrı'nın evrenselliği, postmodernizmde reddedilmiş ve olduğu dönem itibariyle de "ölü" kabul ediliyorsa, kültür üzerinden verdiği cevaplarla Tanrı'nın toplumsal alandaki yerine cevap sunuyorsa, evrensellik iddiasından kopmuş bir kültürden postmodernizm artık söz edebilir. Postmodernizmin kültürü meta bir anlatı olarak almadığı, kültürlerden bahsettiğini düşünürsek, postmodernizm öncesindeki kimliklerin sabit halinin yitmiş olduğu gibi, akışkanlık kimliklerin olduğu yeni bir dönemi temsil ettiğini varsayarsak, kültürü de Tanrı yerine koyduğu sabit ve tek olmayan bir "kültür" olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada, yokluğunu umursamadığı Tanrı ile, hiçbir şeye inanmayanlar için her şeye inanabilecek olanlar için kültürler/kültür olarak sunulmaktadır. (Eagleton'ın ifadesi tam olarak şöyle; "hiçbir şeye inanmayan bir pişkin, her şeye inanmaya hazır bir fantezici olur çıkar"). Buna verdiği örnekleri aktarayım; scientology, Hollywood ünlülerinin Hinduizm, Kabala merakı, ultra zenginlerin meditasyon, sufizm merakı... Eagleton bunları, postmodernizme mal ediyor; kültür/kültürler, Tanrı'dan boş kalan yerde böyle bir sonucu yaratıyor diye.

Hiç yorum yok: