Arnaldur Indridason etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arnaldur Indridason etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "The Shadow Killer"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu yine Arnaldur Indridason ile devam ediyor. Erlendur serisinin ardından devam ettiğim Reykjavik Wartime Mystery serisinin ikinci kitabı, The Shadow Killer. 

İlk kitabın, shadow district'in yazısı da blog'da var, hemen merak edip bakarsanız ilk sayfada bulursunuz. Yok sonra okurum meh derseniz yapacak bir şey yok, medial temporal lobunuz iyi çalışıyor olmasını dilemekten başka bir şey gelmez elimden.

Bu serinin kahramanları Flovent ve Thorson, bu kitapta da ikili olarak çalışıyor. Vakaların sürekli İzlanda'yı aslında işgal etmekte olan Atlantik güçleriyle de bağlantılı oluşu nedeniyle askeri polis de İzlanda polisiyle birlikte çalışma ihtiyacı duyuyor. Bunu da Thorson'u görevlendirerek yapıyor, kendisi Kanada'ya göç etmiş İzlandalı bir anne ve babanın çocuğu olarak dil sorununun olmamasıyla Flovent'in yanına gönderilecek olan en doğru kişi oluyor. Sonraki romanda ne olacak ben de merak ediyorum muhtemelen yine ikili beraberdir, anladığım kadarıyla seride iki ismi birbirinden pek ayırmıyor da Indridason. Hem karakterleri öne çıkarma konusunda hem de karakterleri okuyucuya yakınlaştırmak konusunda oldukça eşit davranıyor. 

The Shadow Killer'da bir adam vurulmuş ve kafasına kendi kanıyla swastika çizilmiş halde bir dairede ölü bulunuyor. Dairede oturan kişinin bu adam olmadığının anlaşılmasıyla da ölü adamın ve ortadan kaybolan dairenin sahibinin peşine düşüyor ikili. Kaçan katil midi, bir başka kurban mıdır, cinayetle bir alakası var mıdır, varsa bu nedir ve bu adam kimdir sorularıyla başlıyor roman. İsimsiz kurbanı vuran silahın da Amerikan ordusuna ait olduğunun anlaşılmasıyla Thorson ve Flovent'in yolu da bu roman dahilinde böylece yeniden kesişmiş oluyor. Hikayenin İkinci Dünya Savaşı sırasında geçtiğini de hatırlatmak isterim. Böyle olunca ikili bir ajan kurban ya da ajan katil çıkma ihtimalini de düşünmeye başlıyor. 

Ari ırk saplantısına sahip naziler, İzlanda'nın naziler için anlamı, Almanya ve İzlanda arasında konuşlanmış Amerikan askerleri üzerinden yaşanan gerilim derken hikayenin içinde tarih daha da karşımıza çıkar hale geliyor. Her zamanki gibi Indridason'un İzlanda'nın kapalı bir tarım toplumundan İkinci Dünya Savaşı ve Amerikan, İngiliz askerlerinin ülkeye gelmesiyle bir tüketim toplumuna, kültürel yapısının bozulmasına dair düşünceleri de sıklıkla karakterler üzerinden okura yansıyor. Ancak bu romanda casus romanlarının havası biraz hissediliyor, okurun kafasında da cinayete dair sorular şekillenirken ihtimaller bu havayı artırıyor. Öte yandan olaylar tek boyutlu olmadığı için, yalnızca casus romanı gibi okunmuyor. Indridason bilinmezin ve farklı duyguların çok olduğu bir roman sunuyor.

Soğuk diyar polisiyesi turu için seçtiğim kitapları ancak tüm işlerim bittikten sonra yani gece yarısından sonra okuma imkanım oluyor. Okunacak çok fazla şey olduğu için gözlerimin ve frontal korteksimin son çabaları gün içinde bunları okumak oluyor. Ona rağmen birkaç günde bitecek kadar akıcı, kendisini okutan, uykumu açan kitaplar. Daha önce de dediğim gibi, Indridason'un bu serisini de sevdim. Bulursam üçüncü kitabı da okurum ve paylaşırım. Şimdi Erlendur'un 28 yaşına denk gelen bir romanı okuyorum, onu da haftaya eklerim herhalde.

21 Mart 2021 Pazar

Arnaldur Indridason "Strange Shores"

2021'de Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu, Arnaldur Indridason özel turuna dönüştü şu ana dek. İstikrarlı bir durum. Bundan bir yıl önce de sanırım Ragnar Jonasson özel turuydu. Benden başka kimsenin umursamadığı bu tur için azimle yola devam ediyorum; o yolda Strange Shores'dayız şimdi de. Arnaldur Indridason'un Erlendur serisinin on birinci kitabı. Bundan sonra yazılmış bir Erlendur kitabı daha yok bildiğim kadarıyla, yazar ne yapacak ne edecek onu da bilmiyorum. O yüzden son roman olduğunu kabul ederek yazmaya devam edeyim.

Strange Shores'un zamanlamasını spoiler olmasın diye özellikle belirtmeyeceğim ama spoiler olur mu olmaz mı bunu belirtmek ondan da tam emin olamadım. Bu roman, başka romanlarla da çakışıyor çünkü. Okuyunca anlarsınız. Okursanız tabi, bu satırları da okuyan varsa. 

Erlendur serisinin tamamı, geçmişteki bir kaybıyla ilerliyor. Dedektif Erlendur'un hangi kitabından bahsetsem bunun için de bir paragraf olmuştur muhakkak. Küçük yaştayken, babası ve kardeşi ile birlikteyken tipide kardeşini kaybetmesi, hayatının tamamını etkileyen tek olay sanırım. Evliliğinin bitişinden çocuklarıyla olan ilişkisinin sınırlılığına, çalışma hayatında araştırdığı vakalara dek gördüğümüz şey, Erlendur'un yanı başında duran şey işte bu kaybın yarattığı his, durum. Araştırdığı vakaların yanında bir cold case'in de her zaman hikayelerde bize eşlik etmesi, bu vakaların peşine düşmedeki hırsının geride kalanlarla kurduğu empatinin şiddeti her romanda vardı. Erlendur'u takip eden, bulunamayan kardeşin yarattığı boşluk, polisiye bir romandaki katil kim sorusu kadar okurun da yakından takip ettiği bir şey oldu hep. 

Serideki roman, Strange Shores'da da, nihayet Erlendur olayın gerçekleştiği yerde, ailesinin yaşadıkları acı olaydan sonra terk ettiği, artık harabeye dönüşmüş olan o evde. Peşinde olduğu yeni bir vaka olmamakla birlikte, Erlendur yeniden bir bilinmezin peşine düşüyor. Yıllar önce, Erlendur'un çocukluğuna denk gelen dönemde, fiyortlarda kaybolan genç bir kadının hikayesinin peşine düşüyor. Öte yandan, İzlanda'nın ve Erlendur romanlarına sinen kendine has yaşam tarzı ve onu yaratan doğanın da peşine düşüyor. Bunun nedeni ise, kardeşine ne olduğunu hala bilmek istemesi. Evinden çıkıp ailesine gitmek isteyen genç kadının ortadan yok olmasına bir cevap bulmak için o günlerde hayatta olanlarla, ailenin yakınlarıyla, konuya en ufak teması olanlarla konuşarak geçmişin gölgesine ışık tutmak istiyor. Erlendur, kardeşiyle ilgili ulaşamadığı gerçekler gibi, başkalarının da aynı gerçeklerin yokluğu ile "geride kalmasına" aslında dayanamıyor; geride kalanlar için çırpınması, artık unutulmaya yüz tutmuş bir kaybolma hikayesinin peşine düşmesi de her zamanki gibi aynı nedenden.

Odalarının çökmeye başladığı o eski harap evde yatıp, soğuğa rağmen geceler boyunca düşünürken Erlendur adım adım ilerlemeye başlıyor. Hem kayıp kadın Matthildur'a yaklaşıyor, hem de kendi geçmişine...Ve kardeşinin ardında bıraktığı bilinmeze dair ufacık da olsa cevaplara.

Serideki en yavaş ilerleyen roman gibi geldi başlarda, bir de yeni bir vakayla ilerlemiyor oluşunu da hesaba kattığımda diğerlerinden tek farkı da bu olmadı. Zaten okursanız, romanın serideki konumun da benzersiz olduğunu görürsünüz. Sonunda her şeyin başladığı yerdeki bir Erlendur, hayatında ilk kez nefes almak ister gibi aslında. 

18 Mart 2021 Perşembe

Arnaldur Indridason "The Shadow District"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu tüm hızıyla devam ederken siz bu turu yavaş ya da hareketsiz sanmış olabilirsiniz ama elbette yanıldınız. Bir başka Arnaldur Indridason romanı görmek sizi kesinlikle yeni bir şey ile karşılaşmadan ilerlediğimi düşündürtmüş olabilir ama hayır, oldukça yenilikçi bir adım attım ve... Bu seri Erlendur serisi değil. İşte yenilikçilik. Yazılım öğrenin. İnovasyon inovasyon inovasyon. Arnaldur Indridason'un Reykjavik Wartime Mystery serisinin ilk kitabı The Shadow District ile hızla devam ediyor kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu. 

Erlendur serisini bu hafta itibariyle bitirdim. Okuduğum son kitabı hakkında yazıyı da üşenmezsem bu hafta yazarım. The Shadow District'i daha önce okumuştum gerçi ama ancak şimdi hakkında yazabilecek zamanı buldum. İzlanda'daki Amerikan varlığının soğuk savaş dönemindeki bir tablosu Indridason'un hemen her romanında vardı. Erlendur serisinin kurgu itibariyle şimdiki zamandaki bir cinayet/kayıp vakasına ek olarak bir de çözümsüz kalmış eski bir dosyayı içererek ilerlemesi yüzünden bu durumu yazar hep aktarmıştı. Bu durum neydi; geleneksel karşısında Batı. Geçmişiyle olan ilişkisi nedeniyle İzlanda'nın kültüründen doğasına, aslında tüm İzlanda'nın kendisine has yapısıyla arasında sıkı bir bağ olan Erlendur'u okuduk hep. Eskiye özlemle karışmış eskiyle yaşama hali. Can acıtan hikayesiyle gördük bu durumu hep. O yüzden Amerika'nın İzlanda'daki varlığının karşısında duran, tüm kültürel yozlaşma noktalarında geçmişi (aslında İzlanda'yı) temsil eden dedektif Erlendur'u okuduk. Şimdi, Reykjavik Wartime Murder serisi ile anladığım kadarıyla şimdiki zamandan tamamen kopup, soğuk savaş dönemine dönüyoruz. Artık bahsedilecek bir geçmişin gölgesi varsa, tahmini 1900'lerin başına gelecek.

İzlandalı bir dedektif Flovent ve Amerikan askeri polisini temsil eden Thorson başkarakterler. Vakanın askeriye ile bağlantısı olduğundan, Thorson da temsilen var ancak galiba üç kitaplık serinin üç kitabında da iki karakter birlikte.

İkinci Dünya Savaşı'nın son zamanlarında Reykjavik'te genç bir kadının cesedi bulunuyor. Cesedi bulanlar ise toplumun ve ailesinin aslında onaylamadığı "amerikan askerlerinden biriyle" gizlice buluşan kız ve asker olan erkek arkadaşı. Yazarın ilk değindiği konu, amerikan varlığının geleneksel yapı karşısındaki yozlaştırıcı etkisi. İkili ilişkilerde, tüketim alışkanlıklarında değişimi yaratan bu "şey" ile tanışıyoruz. Dediğim gibi bu sık sık Erlendur serisinde de vardı ancak yazarın hikayenin geçtiği zaman dilimini değiştirmesi konuyu daha yakından işlemesine imkan vermiş. 

Indridason'un romanlarında sanırım sürekli göreceğim; bu romanda da geçmişin gölgesi var. Geçmişten bir mesele, bir gizem, bir vaka yine var. Bir bilinmez yine var. 

İzlanda ve Amerika arasında uyumlu bir çalışma diyebileceğimiz Flovent ve Thorson'un beraber çalışması da şaşırtıcı küçük detaylarla hikayede var. Ben bu ikiliyi çok sevdim bu arada Erlendur'un hüznünü ikiye bölüp iki ayrı karaktere yedirdiğini düşünün, işte bu ikisi o iki karakter olur. Hüznün her birinde başka bir noktaya ağırlığını verdiğini düşünüyorum bir de. Yazarı gerçekten gittikçe daha çok seviyorum. 

Ama hala bir Wallander değil kimse, çünkü bu imkansızdır. 

Devam edeyim. Soğuk diyar polisiyesi dediğim his bu romanda var aslında çünkü Flovent ve Thorson'daki hüzün kadar dönemin savaşılan bir dönem, cinayetin ardındaki hikayelerin peşinde ilerlediklerinde sürekli yeni bir çatışma var. 

Cinayeti kimin işlediğinin peşinde, yıllara yayılmış bir hikayenin yavaş yavaş gün yüzüne çıkmasıyla, İzlanda'nın halk anlatılarıyla, hiçbir zaman değişmeyeceği belli olan vicdansızlıkla örülü, beni kendine çektiği için ikinci kitabına da başlamış bulunduğum bir soğuk diyar polisiyesi serisinin ilk kitabı. Tavsiyedir.

13 Mart 2021 Cumartesi

Arnaldur Indridason "Into Oblivion"

Arnaldur Indridason'un Erlendur'unu bu kadar benimseyeceğim aklıma gelmezdi ama aklıma gelmeyen her şey olduğu gibi bu da oldu. Keşke bu cümleden sonra biraz modernite ve mevcudiyet metafiziği sövsem ancak Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu beklemez. 

I drove all night çalıyor radyoda şu an, Trt Radyo 3. Daha önce de Black Velvet çaldı bu bilgiyi ne yapacağız acaba diye homurdanıyorsanız size ancak şunu söyleyebilirim; bu şarkılar nasıl geçmişe bir dönüş ruhuyla beraber kulağınıza geliyorsa her duyduğunuzda, Into Oblivion da öyle. Hadi bakalım. Bağladım değil mi? Bu arada kesinlikle iki şarkıyı radyoda duyunca benden başka pek kimse böyle geçmişe dönmüyordur. Mesela Bach dinlerken de geçmişe dönüş diyebilirdim ama hayır, çünkü o dönem yaşamıyordum. Ancak eserin icracısının döneminde yaşıyor olabilirim. Bu yüzden icracıyı bilmek gerek. Evet. İşte nörogelişimsel bozukluk mağdurlarından bir kuple.

Into Oblivion'a geçelim. Bu roman Erlendur serisine dahil ancak "Young Erlendur" serisi olarak dahil. Bu seride de üç roman var, henüz birini okudum o da bu. Bundan sonra birini daha okuyacağım böylece son ikisi bitmiş olacak ancak ilkini yine okumamış olacağım. Artık ben de bıktım bu sırasız okumadan Erlendur konusunda ama yapacak bir şey yok, onu sonlara doğru toparlamıştım. Neyse. Bu romanda Erlendur da benim gibi 33 yaşında. İnsan Erlendur'un da bir zamanlar genç olduğuna inanamıyor. Erlendur'un genç olduğuna mı inanamıyorum yoksa kendi yaşlılığıma mı bilmiyorum, tüm bunlar da seriyi neden her yeni romanla beraber daha çok sevmemle ilgili.

Anladığım kadarıyla Amerika, İzlanda'nın toplumsal hafızasında Soğuk Savaş'ın ötesine geçen bir yere sahip. Arnaldur Indridason'un Erlendur'unda İzlanda'nın kendi halinde yaşayan ve toprakla, doğayla uyum içinde çalışarak geçinen, bu yüzden aslında vahşi ve acımasız bir coğrafyaya sağladıkları uyumun Batılı bir darbe alışını okuduğumuzu düşünüyorum. Black Skies'da bu vardı mesela, diğer karakteri öne çıkararak Erlendur'un karşı olduğu her şeyi, kaçtığı her şeyi sunmuştu yazar. Into Oblivion ise 1979'da geçiyor. Reykjavik'teki Amerikan varlığının yazar ya da karakter için her anlamda işgal olduğunu okuyoruz. Bunu da, bir gölde bulunan kimliği belirsiz bir erkek cesedinin peşinden Erlendur ve o zamanlar hayatta olan, kendisine çok benzer yönü olan üstü Marion Briem ile yollarının Amerikan üssüne çıkmasıyla okuyoruz. 

Evet, o zamanlarda da Erlendur'un geçmişin gölgesinde yaşadığı açık; devam etmekte olan hikayenin gizemine bir de geçmişteki bir kayıp olayı eşlik ediyor. Erlendur her romanda olduğu gibi geçmişteki bir cold case'in de peşinde, bir kayıp. Kimliği bilinmez bir cesedin peşinden yollarının çıktığı Amerikan üssü Erlendur'un karşısına geçmişteki bu kayıp vakasının peşinden gittiğinde de yeniden çıkıyor. Genç bir kızın yıllar önce okula giderken kaybolduğu bu vakada, kızın yolunun geçtiği yer de aynı yerdir. 

Sembolik olarak yazarın Amerika'ya hiçbir olumlu şey yüklemediği açık ancak romanda düşmanca bir tavırdan kaçınmak için ben ırkçı değilim mesajını vermek için de The Office tarzı bir yola girmiş. Bu cümlelerim de ırkçı sayılmaz umarım.

Her zaman aynı şeyi söyleyip bir sonraki kitabını okumaya atlarcasına gittiğimi düşünürsek, şu yorumumum romanın iyi ya da kötü olmasıyla ilgili değil; bu romanda da katilin kim, cinayetin neden olduğu sorularını bulmak için okur inanılmaz çıkmazlara, diken üstünde toplanan ipuçlarına muhtaç değil. Hemen hemen geçerli cevapları bulmak okudukça okur için kolay. Ancak, soğuk diyar polisiyesi dediğim tanıma uyan romanlar çoğu. Into Oblivion'da da insanı şoke edecek sonu olan bir polisiye okumuyorsunuz ama bulmanın zor olduğu soğuk diyar polisiyelerinden birini okuyorsunuz ki ben de bunun peşindeyim.

22 Ocak 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "Black Skies"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu 2021'in ikinci olarak yine Arnaldur Indridason dedi. Bunu diyen benim yani. Yazıları maksimum üç kişi falan okuyor herhalde o yüzden yeni yazarlarla bu tur genişleyecek planımı sevdiğim yazarların kitaplarının hepsini bi okuyayım, tur sonra genişler olarak değiştirdim. Bu yüzden, Erlendur serisinin onuncu kitabı Black Skies ile devam edeyim. 

Hem seride hem blog'da bir önceki kitap olan Outrage'de olduğu gibi Black Skies da alışılageldik Erlendur romanlarından farklı. Bir öncekinde ekipten tanıdığımız Elinborg önplandaydı, şimdi de Sigurdur Oli. Sebebi süpriz. Hatta bir süpriz daha var ama söylemek korkunç bir spoiler olmayacaktır, Black Skies'daki olaylar aslında Outrage'deki olaylarla aynı dönemde geçiyor. 

Black Skies ne anlatıyor peki? Sigurdur Oli'ye bir arkadaşı gelip bir arkadaşının başının kötü durumda olduğundan, şantaja maruz kaldığından bahsediyor. İşin ucunda işini kaybetme riski ve rezil olma ihtimali olan insanlar var. Bu şantajın içeriğini de okuyunca öğrenirsiniz. Pek hoş karşılanmayacak bir şeyle şantaj yapılan arkadaşı için şantajcı ile gidip konuşması için Sigurdur Oli'ye ricada bulunuyor arkadaşı. Durumu yadırgıyor olsa da Sigurdur Oli de şantajcı ile görüşmeye, aslında şöyle bir uğrayıp bu yaptığının suç olduğunu söylemeye gidiyor ve... Gittiğinde şantajcının cinayetinin birkaç saniye sonrasına denk geliyor. 

Kız arkadaşı ile ayrılan ve ayrı yaşamaya başlamanın, hayatındaki büyük değişikliğin bunalımı içinde olan Sigurdur Oli bir de nasıl ve neden orada bulunduğunu açıklamakla ilgili zorluk yaşayacağı bir olayın içinde kalıyor. Çünkü kafasına göre bir iş yapmaktaydı. İşte bu kafasına göre daldığı için içinden en az zararla hem kendini çıkarmak, hem de katili bulmak zorunda olan Sigurdur Oli'yle beraber olaya dahil oluyoruz. 

Klasik Erlendur romanlarından Outrage de farklıydı ama bu daha farklı geldi. Konusu ve olay itibariyle ve karakterlerden bir başkasının gerçekten Erlendur olmadığının altını çizmesiyle. Başka biriyle arkadaş oluyoruz ve diğeri ile tanışıklığı dışında aslında gerek yöntemleri gerek kafa yapısıyla tamamen farklı. Eğitim aldığı abd'nin gündelik yaşamındaki bazı seçimlerinde etkisini çok fazla gördüğümüz Sigurdur Oli, muhafazakar İzlandalı Erlendur ile iki ayrı uç. Amerikn kahvaltısı, Amerikan sitcom'ları, amerikanın sporu.. Öte yandan evinde oturup İzlanda'nın halk hikayelerini okuyan Erlendur. Bence yazar hem Outrage ile hem de Black Skies ile bir riske girmiş ve iyi de yapmış. Erlendur serisine dahil olsa da serinin genelinden çok farklı iki kitabı seriye dahil olarak yayınlamış ve bu aslında sırıtmamış.

Dediğim gibi, konusu da Erlendur ve Sigurdur Oli kadar farklı ancak severek okudum.

1 Ocak 2021 Cuma

Arnaldur Indridason "Outrage"

2021'in ilk yazısı. Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunun azimli ilerleyişini gösteren bir yazı olarak, 2020'de en çok okuduğum yazarlardan biri olan Arnaldur Indridason'dan geldi: Erlendur serisinin dokuzuncu kitabı, Outrage. Yeni yılın ilk kitabı olarak da serinin onuncu kitabını okuyorum, birkaç güne onun yazısını da yazarım. Black Skies. 

Yazar hakkında, seri hakkında blog'da yazarın kitapları hakkındaki yazılarıma kısaca baksanız bir fikir edinirsiniz. Özetle, geçmişin hüznünü ve ağırlığını bir türlü üzerinden atamayan ve hayatı artık bu ağırlık ve hüzün ile geçen, yaptığı işe de bu sinen bir dedektif Erlendur. İzlanda'da, Reykjavik'te geçen serinin dokuzuncu kitabı da aynı yerde geçiyor. Ekip de aynı, Erlendur'un çalışma arkadaşları Sigurdur Oli ve Elinborg.

Bu kitap benim için sürprizler içeren bir kitap oldu. Sürprizi bozmadan anlatmak istiyorum konuyu. Reykjavik'te bir adam evinde boğazı kesilmiş halde bulunur. Buraya kadar üzücü olan tablo, detaylarıyla üzüntünün yerini nefrete bırakan bir biçimde genişler. Ölen kişini boğazına kadar bir ilaca da boğulmuştur. Bu hap, tecav*z hapı olarak da bilinen, aslında uyku bozuklukları için kullanılan ve reçetesiz elde edilmesi mümkün olmayan bir haptır. Ölen kişinin evindeki tablo ve otopsi ise adamın kısa bir süre önce ilişkiye girdiğini göstermektedir. İlaçların varlığı da gözönüne alındığında, ortada hem bir katil, hem de bir mağdur mu vardır?

Hikaye, bu sorunun peşine takılmakla başlıyor. Ölen adamın fazlasıyla kendi halindeki iş ve özel hayatı ortaya ipucu çıkarmak için yeterli imkanı sunmaz. Ancak hapın varlığı, önceden gerçekleşmiş bir tecav*z olayının mağduruna ulaşmak için kanıt da sunar. Ölen adam çok tanınmasa da, bir yerlerde elbette bir geçmişi vardır ve bu geçmiş bir şekilde yolunun Reykjavik'te tecav*z hapına boğulup boğazının kesilmesine dek giden yolu da yaratmıştır. 

Bu romanda diğer romanlardakinin aksine Elinborg'u biraz daha yakından tanıma imkanı veriyor yazar okura, ancak değişmeyen bir yön olarak alıştığım "geçmişin günümüzdeki etkisi, gücü" bu romanda da her romandakiyle aynı. 

Ülkenin kendisinde bir hüzün varmış gibi geliyor bana, İzlanda'dan okuduğum her yazarda bu böyle. Sadece polisiye türü için de söylemiyorum. Outrage'i okurken de romandaki mekanların tamamında, karakterlerin hemen hepsinde aynı hüzün varmış gibi. Bir yolda mı gidiyorlar, o yolda da hüzün var. O yolu gören gözde de hüzün var. O arabaya şöyle uzaktan baktığımız da hüzün var. Hiç de sırıtmıyor bu. Yapmacık değil, üzerinde zaten olan bir şey o coğrafyada, o ülkede, o neredeyse işte. Üzerinde olduğu için, içindekilerin hepsinde de görülüyor. Her hikayeye, her satıra siniyor. Onun olmadığı bir mürekkep, bir dijital iz olmuyor sanki.

9 Aralık 2020 Çarşamba

Arnaldur Indridason "Jar City"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu İzlanda'ya yapıştı kaldı, evet. Yine sevdiğim bir yazarın kitabından bahsedeceğim. Bu yazarı okudukça daha çok sevdiğimi fark ettim; Arnaldur Indridason. Seriyi sırasız okumaya başladığım ve öyle devam ettiğim için belki yazarın karakteri geliştirmesinden mahrum kalarak bir o dala bir o dala atlayarak ilerlemiş de olabilir. Ya da sadece ilk okuduğum kitaplarından ziyade devamında okuduklarım beni kendisine çekmiştir. Her şeyin en basit açıklamasını düşünürsek durum böyledir. 

Jar City, Arnaldur Indridason'un Dedektif Erlendur serisinin üçüncü kitabı. Ben de sürekli kontrol ediyorum yazarın hangi kitabını okuyacağımı ancak tamamen konuya göre seçip ilerlediğimi fark ettim artık. Çünkü yazarı da, Erlendur'u da kendime yakın hissetmeye başladım. Biraz neye benziyor biliyor musunuz, Erlendur'da minicik, küçücük bir Wallander (dünyanın gelmiş geçmiş en iyi soğuk diyar polisiyesi karakteri) hissediyorum galiba artık. Elbette hiçbir zaman bir Wallander'ım daha olmayacak, değerli dostum, meslektaşım, ruhen bana çekmiş değerli insan... Seni seviyorum Kurt Wallander seni hiç unutmayacağım.

Jar City'nin konusu nedir, kısaca bahsedeyim; evinde ölü bulunan bir adamla yeniden geçmişin bugüne nasıl dağıldığını okumaya başlıyoruz. Erlendur serisinde aklınızda olsun, her zaman geçmiş yanınızda olacaktır. Bu hem Erlendur'un hayatının gidişatı, meslek hayatına, baktığı her vakaya sızan/sinen geçmişin izi olarak hem de her bir olaydaki karakterlerin geçmişlerinin günümüze bağlanması olarak. Evet, her geçmiş bugünün yaratıcısıdır ancak geçmişin kapanmamış bir dosyanın yönetiminde bir gelecek, şimdiki zaman benim bahsettiğim. Her adıma, her olay sinen bir geçmiş yükü, anısı, acısı gibi. Jar City'de de işlenen bu cinayetin peşine düşüldüğünde, elbette göründüğü gibi olmayan bir hayatla karşılaşarak yola çıkıyor ekip - ve Erlendur. Sessiz, sakin, kendi halinde yaşamakta olan yaşlanmaya başlamış bir adamın ölümü, göründüğü gibi olmayan bir dünyayı içinde saklamaktadır. Bu dünya nedir, bu adam neden ölmüştür, yıllar önce ölen küçük bir kızın mezarının fotoğrafı geçmişine dair hiçbir iz bulunmayan bu adamın evinde neden vardır, bu kız kimdir... 

Sevdiğim bir roman oldu; hikaye de çekiyor insanı. Gerçekten ders çalışırken ara verip okumak, yemek yerken elimde bir roman olması için seçtiğim bir romandı ama iki günüm romanı okuma planı etrafında şekillendi. Muhteşem şaşırtmacalı bir sonu yok, ancak bir önceki yazıda, bazen de Erlendur serisindeki romanlar hakkında yazarken bahsettiğim gibi, sonunu tahmin etseniz de sizi kendisinden ayıramayan böyle polisiyeleri takdir etmek lazım. 

O yüzden gidin ve en yakın Erlendur romanı ile siz de seri ile tanışın, sırasınız okumanız çok büyük bir kayıp değil ama yine de beni örnek almayın, sıralı iyidir.

5 Ekim 2020 Pazartesi

Arnaldur Indridason "Hipotermi"

En sonda da söylenebilecek olanı en başta söylemek istiyorum; şu ana kadar okuduklarım arasında yazarın en sevdiğim romanı kesinlikle Hipotermi oldu. 

Yazarın Erlendur serisine sinmiş olan, daha önce de bahsettiğim bir kasvet ve ruhen ağırlık bu romanda da var. Ancak genelde temposu yavaş gibi görünse de aslında hızlı biçimde akıyor yazarın eserleri. Bunu en çok hissettiğim de kesinlikle Hipotermi oldu ama şu ana kadar en sevdiğim romanı olmasında bunun etkisi nedir bilmiyorum; olayın akışında okuru yani beni merakta bırakan ve çözerek ilerlenen daha fazla ipucu olması bunda bir etken olabilir, bazen de okurun yani benim bir sayfa önce kesinlikle emin olduğum bir şeyden bir sonraki sayfalarda şüpheye düşmem de olabilir. Yine de, okur için finali tahmin etmek imkansız değil, hatta son sayfalara gelmeden çok çok önce olayı çözebilmek mümkün. Bu yine de beni soğutmadı, finalini artık bildiğim, kimin ne olduğunu anladığım bir roman bir süre sonra sıkar, bunda onu yaşamadım. Yaşamadım ki en sevdiğim romanı olmuş işte.

Annesini kaybetmenin travmasını atlatamamış gibi görünen bir kadının intiharı ile başlıyor roman. Ancak kadının kendisini öldürmesine imkanı olmadığını anlatmak için elinden geleni yapan yakın arkadaşı, Erlendur'un içine bir kurt düşürecek kadar başarılı olduktan sonra Erlendur aslında intihar olarak kapatılmış bir dosyayı resmi olarak açmadan, tek başına, aslında biraz da çaktırmadan bu intiharı ve ardında kalanları incelemeye başlıyor. Kalabalık sahnelere alışkan değilsinizdir yazarın eserlerine aşinaysanız; burada da sahneye çok fazla insan çıkmıyor ama çok fazla bağlantının kesişimin kurguda yer almasına bu engel olmuyor. Kadının eşi, kadının annesinin ve ailesinin geçmişi, herkesin geçmişi derken nihayetinde Erlendur da yine kendi evliliğini ve kendi hayatını kardeşinin ölümünü bir türlü atlatamamasının travmasıyla bu olayların içinde oluyor. Doğrudan bir dahil olmadan bahsetmiyorum ama Erlendur'un daha önce de bahsettiğim kardeşini küçük yaşta tipide kaybetmesinin (kaybetmekten bahsettiğim aynı zamanda cesedin de asla bulunamaması) de benzer biçimdeki etki ve sonuçları da incelediği vakada karşısına çıkıyor. Birini kaybetmek, mesele bu. Birini kaybettikten sonra geride kalan olmak diyelim ya da biri kaybolduktan sonra geride kalan olmak. Bunun kederi ve hüznü, kasveti hiçbir Erlendur romanında eksik değil, yazarın da her bir romanda okura belki ilk kez okuyordur, seriye sırasız başlamıştır da Erlendur'un durumundan bihaberdir diye aktarmaktan hiç vazgeçememesinin açıklaması da bu.

Bir yandan bir intiharın peşinden gidip içine düşen merak ve şüpheyle olayı incelerken öte yandan kardeşinin ardından yaşadığına benzer bir durumun içinde olan başka bir aile de hikayede karşımıza çıkıyor. Asla bulunamamış, birbiriyle bir ilişkisi olmayan iki gencin cesedi. Kaybolmanın ardından yaşanan geri kalma halinin kapladığı insanlarla Erlendur'un kurduğu bağı da görüyoruz böylece. Erlendur "hiçkimsesinin kaybetmemiş eski karısı" ile belki de bu yüzden bu insanlarla arasında kurduğu, dışa pek yansımayan ve aslında kaybetmiş olmanın hissini fark etmenin ötesine gitmese de çok derin olan bu bağa hiç sahip olmadığı için ayrılmıştır belki. Çocukları da bu hissi anlayamayacağı için her şey hala berbat haldedir, olamamış bir ailenin artık ilişkilerini belki bu yüzden toparlayacak hiçbir şey yoktur. Erlendur'un kardeşinin kaybolma hikayesini kimsenin bilmemesine rağmen kendisinin kayıplarını arayan ve hala bekleyen bu insanlara hala bir cevap bulabilmek için devam etmesinin açıklaması da Erlendur'un bir bağ kurabilecek tek hattının bu kayıp olduğunu anlatıyordur belki yazar da. 

Kasvetli bir hikaye Hiporteminin hikayesi. İçinizden hüzün eksik olmuyor. Ama bu durum bir polisiyenin okuru ayık tutan yönünü de hiçbir zaman baskılamıyor. Bir Wallander değil, ama yakın bulabilecek okurlar çıkacaktır.

20 Eylül 2020 Pazar

Arnaldur Indridason "Sesler"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunda daha önce okuyup sevdiğim Arnaldur Indridason'un Dedektif Erlendur serisinin beşinci kitabı var. Heyecanla beklediğiniz, blog'a girip binlerce kez f5'e basmanıza sebep olan kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, siz soğuk diyar polisiyesi tutkunlarına daha fazla azap yaşatmadan İzlanda'dan bir eser ile devam ediyor yani.

Dedektif Erlendur ve geçmişinin yükünden daha önce bahsetmiş olabilirim; ancak bahsetmediysem bile zaten serideki her kitapta yazar bizzat bahsediyor bundan. Küçücük bir çocukken kar fırtınasının yuttuğu kardeşinin ve bu kaybın ailesinde yaşattığı acı, keder Erlendur'un hayatının her anına sinmiş biçimde ve bu aslında yazarın her bir kitapta bizlere gösterdiği farklı olayların içinde de kendisine yankı bulan bir durum. Her bir olayda, geçmişten gelen, hiç kapanmamış bu yaranın sızısını duyabilirsiniz. Erlendur'un kendisi kurtulurken kaybolan kardeşinin acısı, ölümden acı bir tablo çiziyor aslında. Zira ortada bir ceset yok, ama öldüğünü biliyorsunuz. Ama o acının dinmesi için belki de o cenazenin bulunması gerek. Bu da Erlendur'u hep dağlar, kardeşinin ve ailesiyle hayatlarının kaybolduğu o yerlere çeken şey. Erlendur her zama arıyor, her zaman suçluluk duygusu içinde ve bir kaybın ne demek olduğunu çok iyi biliyor.

"Sesler"de de bu böyle. Yıllar önce kopmuş aile bağları ve bunun yükü, pişmanlığı, acısı yine karşımızda. Aynı şekilde Erlendur'un kardeşinin kaybıyla içine düştüğü durumun aslında kendisine bir aile kurmasına ve bu aileyi ayakta tutmasına da nasıl engel olduğunu görüyoruz. Kendisine bir çıkış yolu bulamayan bir adamın iki çocuklu bir aileyi var edebilmek için elinden hiçbir şey gelmediğini, bunu neredeyse istemediğini görüyoruz, aslında onun tek istediği kardeşi - gibi. Sesler'de Erlendur ve kızı arasındaki ilişkinin gerilimi ve stresi de bunu anlatacaktır okurken. 

Ne diyordum, Sesler'de de bir ailenin kaybı var. Kalbinden bıçaklanarak öldürülen bir otel görevlisinin katilinin ve aslında geçmişinin peşine düşüyor Erlendur. Noel Baba kıyafeti içinde, farklı ülkelerden gelen turistlerle dolup taşan bir otelde, tam da kendi işinin başına geçmek üzereyken öldürüldüğü fark edilen bir adam. Bir hayatın nasıl başladığının, nasıl ilerlediğinin aslında nasıl sonlanacağı üzerinde çok da etkisi yokmuş gibi duran, belki de tam tersini ispatlayan bir hikaye.

Oldukça üzgün, polisiye tadının bu kasvete rağmen hiç kaçmadığı, okurun ipuçlarını takip ederek katili bulmasına imkan veren ama tam buldum derken de geri döndürebilen bir roman. Bir dramla polisiyeyi Arnaldur Indridason çok iyi birleştiriyor.

6 Aralık 2017 Çarşamba

Arnaldur Indridason "Sular Çekildiğinde"

Erlendur serisinden daha önce bir kitap hakkında daha yazmıştım blog'da ama sanırım kitabı pek beğenmemiştim. Yine kuzey polisiyesi üzerinden benden başka kimsenin ilgisini çekmeyecek lüzumsuz bir tartışmaya girerek bunu da yazıya dökmüş de olabilirim. Yine başlamayım.

Sular Çekildiğinde, Inspector Erlendur serisinin altıncı kitabı. Erlendur da (ne yapsam konu canım ciğerim Wallander'a geliyor) Wallander'ı anımsatan bir karakter ama ELBETTE bir Wallander değil. Bu kitapta yaşı biraz daha ilerlemiş ve yalnız hayatında ayrı olduğu eşi ve çocuklarıyla ilgili problemler kendisini iyice belli etmiş halde olduğu için aklıma Wallander geldi. Aklıma hep Wallander geliyor zaten çünkü her kuzey polisiyesini onunla kıyaslayacak kadar lüzumsuz bir önyargı ile okuyorum her satırı.

Kitabın konusu ise Reykjavík'te bir gölge bulunan bir ceset ile geçmişe dönük bir araştırma süreci ve yakın dönem dünya tarihine damgasını vurmuş en büyük mevzulardan biri. Stasi, KGB, NATO... Karşınıza bolca çıkacak olan bu isimlere alışabilirsiniz okumadan. Hele ki gündemimiz bolca NATO ile meşgulken kütüphanede elimi attığım bu kitabın da böyle çıkması muazzam oldu. Amerikancılıktı, Rusyaydı, NATO'ydu derken nüfusu ortalama bir ilimizden az fazla olan İzlanda'da casus avına çıkmaya kadar varıyor romanda iş. Tabi tam olarak böyle değil. Okursanız tadı kaçmasın diye çarpıttım. İyi yaptım bence.

Katılıp katılmayacağınız yorumlar yapabilir bu arada karakterler, tabi ben okurken taraflı okudum, sizin için nasıl bir okuma süreci olur bilemem ama her şeyle kavga etmeye hazır olduğum bir konu hakkında olduğu için okurken NE DİYORSUN LAN da diyerek okuduğum oldu, ADAM HAKLI dediğim de oldu.

Güzel polisiye ama.

Son olarak, NATO'dan çıkalım.






31 Temmuz 2016 Pazar

Arnaldur Indridason "Arctic Chill" (Kutup Soğuğu)

Tatilin yarısından fazlasının bitmiş olduğu gerçeğini idrak edip, hala gözümün içine bakan kitap yığının aslında yarısını bile okuyamadığımı fark edince ders çalışmaya ara verip kurgu okumaya döndüm birkaç günlüğünü. Zaten daha kötü olamaz çünkü hiçbir şey yetişmiyor hiçbir şey bitmiyor; bu gerçeği soğuk diyar polisiyelerinden birini okuyarak pekiştirdim.

Daha önce hiç okumadığım bir yazar Arnaldur Indridason. Elimdeki e-kitaplara bakarken gördüm, daha önce de Goodreads'te İskandinav polisiyeleri üzerine yapılmış bir listede görüp edinmişim. Pek de seçici olmayarak, sadece "İskandinav polisiyesi okuyarak" ders gerçekliğinden kaçmak için seçtim. Böylece dedektif Erlendur ile de tanışmış oldum. (Neden İskandinav polisiyesi diye soracak olursanız onu ayrı bir yazıda yazarım. Ki kimse sormaz. Ama ben yine de yazacağım aslında bu sahte soru kendime bir hatırlatma.)

Tayland'dan İzlanda'ya göçen bir kadının oğlu olan Elias, evlerinin yakında bıçaklanarak öldürülmüş halde bulunur. Erlendur önderliğinde polis, cinayeti çözmeye çalışırken haliyle göçmenler gerçeği de karşılarına çıkar. Yeni bir hayat için, bir umut buz diyarına göçüp gelmeyi bile göze almış insanların İzlandalılar ile aralarındaki ilişki, önyargılar, asimilasyon ya da asimile olmaya karşı direnç, oluşturdukları içe kapalı gruplar ve yerli halkın saklı ya da açık olarak kendilerine yansıttıkları.... Elias'ın ölümü, bir "göçmen nefreti", ırkçı bir saldırı mı, sorularını cevaplamaya çalışan ekip, araştırmaları sırasındaki farklı karakterlerin farklı hikayeleriyle, devam eden kendi hikayeleriyle de ilgilenmek zorundadır.

İskandinav polisiyesi saplantım, Mankell'in birinci, Nesbo'nun ikinci sırada olduğu ve aslında iki kişiden oluşan bir saplantı listesi halinde. İkisinin yerine geçebilecek ya da ikisinin eserlerinin yanına biraz olsun yaklaşabilecek bir polisiye daha okumadım o diyardan. Ha, Stieg Larsson derseniz, onun saydığım iki isimden farklı bir tarzda gördüğümden listeye almadım.

Arctic Chill, Erlendur serisinin yedinci kitabı. Fakat, Jo Nesbo'nun çevirilerinde olduğu gibi, sanırım bu seride de kitaplar sıralamay uygun çevrilmemiş. Yanlışım varsa düzeltebilirsiniz.

Indridason'ı bir daha okur muyum? Evet. Ancak beklentim sadece bir polisiye okumak olur. Mankell'i ya da Nesbo'yu okurken, en azından kendi adıma, asla sadece polisiye okuyor gibi hissetmiyorum. Sürekli bu iki isimle okuduğum her yeni Kuzey Avrupalı yazarı kıyaslıyor olmam da ayrıca bir sorun olabilir bu arada, neyse.

Arctic Chill, Doğan Kitap'tan 2015 yılında "Kutup Soğuğu" adıyla Türkçe olarak da yayınlanmış. Yazıya başlamadan bakmak aklıma geldi. Yazarın bir kitabı daha (Sular Çekildiğinde) aynı yayınevinden çıkmış. İlgilenen olursa diye bunu da ekleyim dedim. Artık yazıya geçebilirim.