27 Mayıs
1869'da Litvanya'da doğan Emma Goldman, on yedi yaşında Amerika'ya taşındığında
anarşizm ile tanışan bir isim. Genelde anarşist - feminist denildiğinde benim
aklıma gelen ilk isim de kendisidir.
Bir
anarşistin hayata bakışını anlattığı bölümle başlayan kitapta, yazarın kendi
kaleminden, anarşizme yönelmesinin sebeplerini anlatıyor. Toplumda genellikle
"vandalizm"le bir tutulma yanılgısına düşülen bu ideolojiyi okurun
gözünde sisler arasından çıkarırken, diğer yandan da anarşist mücadelesinin
amaçlarını kendi bakış açısına göre sıralıyor. Özgürlük mücadelesi olarak adlandırdığı
bu yolculukta Goldman, özel mülkiyetten tutun da toplumsal cinsiyet rollerine
kadar bir çok alanda bireyin özgürleşmesini engellediğini düşündüğü maddeleri
okura sunuyor. Toplumsal refahın önüne set çeken özel mülkiyetle ilgili olarak,
ticaret ve kar amacının kişisel irade üzerindeki kısıtlayıcı ve yıkıcı etkisine
de oldukça sert ve net biçimde değiniyor.
Din, basın,
basın ve ifade özgürlüğü, hükümet gibi farklı başlıklar altında fikirlerini
aktarmaya devam eden Goldman, evlilik ve aşkla ilgili olan bölümde, kadının
"yuva" ideası etrafında nasıl tutuklu bırakıldığına değiniyor. Çocuk
sahibi olmayı şart gibi sunan toplumsal yapının kadının bireysel olarak yok
edilmesindeki rolünü ele alan yazar, evlilik kurumunun kadın üzerinde bir
denetim ve baskı mekanizması olarak kullanılmaya nasıl müsait hale
getirildiğini anlatıyor. Evlilik konusunda çekincesiz konuşan ve eleştirmekten
korkmayan Goldman, evliliği Dante'nin cehenneme atfettiği bir cümle ile
özetliyor; "Buraya girenler; tüm umutlarınızı geride bırakın!".
Kadının
erkek karşısında bir birey sayılmadığı acı gerçeği karşısında toplumdaki tüm
mantık dışı iddiaları ve düşünceleri bir bir sıralayıp bunların karşına çıkan
yazar, kadının erkek karşısında nasıl "boyun eğdirilmiş" kılındığını
okura ısrarla ve tekrarla sunuyor. Ataerkil bir "uygulama" olan
evliliğin düpedüz kapitalizm olduğunu vurgulayarak, insanın doğum hakkını
çalan, gelişimini durduran ve sahte duygular yükleyerek merhamet/sıcaklık gibi
kavramlarla kadını özdeşleştiren bir kurum olduğunu belirtiyor.
Evli, bekar
ya da boşanmış bir kadın olarak, kadına hangi durumda olursa olsun her zaman
ikincil öneme sahipmiş gibi davranılması karşısında yazarın nasıl çileden
çıktığını metinden anlamamak mümkün değil. Makineleşme sonrasında emeğinin
karşılığını iyice alamaz hale gelen, varlığı "makinelerin" arasında
sıkışıp kalan kadının özgürleşmesi yolunda nasıl bir mücadele vermesi gerektiği
çıkarımını okura bırakan, kendi ideallerinden de bahsederek bunu destekleyen
Goldman "Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir" diyerek,
dünyanın sadece erkekler yaşasın diye yaratılmadığı gerçeğini bir çok farklı
yönden sorgulayarak anlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder