16 Ocak 2015 Cuma

Emma Goldman "Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir"

27 Mayıs 1869'da Litvanya'da doğan Emma Goldman, on yedi yaşında Amerika'ya taşındığında anarşizm ile tanışan bir isim. Genelde anarşist - feminist denildiğinde benim aklıma gelen ilk isim de kendisidir.

Bir anarşistin hayata bakışını anlattığı bölümle başlayan kitapta, yazarın kendi kaleminden, anarşizme yönelmesinin sebeplerini anlatıyor. Toplumda genellikle "vandalizm"le bir tutulma yanılgısına düşülen bu ideolojiyi okurun gözünde sisler arasından çıkarırken, diğer yandan da anarşist mücadelesinin amaçlarını kendi bakış açısına göre sıralıyor. Özgürlük mücadelesi olarak adlandırdığı bu yolculukta Goldman, özel mülkiyetten tutun da toplumsal cinsiyet rollerine kadar bir çok alanda bireyin özgürleşmesini engellediğini düşündüğü maddeleri okura sunuyor. Toplumsal refahın önüne set çeken özel mülkiyetle ilgili olarak, ticaret ve kar amacının kişisel irade üzerindeki kısıtlayıcı ve yıkıcı etkisine de oldukça sert ve net biçimde değiniyor.

Din, basın, basın ve ifade özgürlüğü, hükümet gibi farklı başlıklar altında fikirlerini aktarmaya devam eden Goldman, evlilik ve aşkla ilgili olan bölümde, kadının "yuva" ideası etrafında nasıl tutuklu bırakıldığına değiniyor. Çocuk sahibi olmayı şart gibi sunan toplumsal yapının kadının bireysel olarak yok edilmesindeki rolünü ele alan yazar, evlilik kurumunun kadın üzerinde bir denetim ve baskı mekanizması olarak kullanılmaya nasıl müsait hale getirildiğini anlatıyor. Evlilik konusunda çekincesiz konuşan ve eleştirmekten korkmayan Goldman, evliliği Dante'nin cehenneme atfettiği bir cümle ile özetliyor; "Buraya girenler; tüm umutlarınızı geride bırakın!".
 
Kadının erkek karşısında bir birey sayılmadığı acı gerçeği karşısında toplumdaki tüm mantık dışı iddiaları ve düşünceleri bir bir sıralayıp bunların karşına çıkan yazar, kadının erkek karşısında nasıl "boyun eğdirilmiş" kılındığını okura ısrarla ve tekrarla sunuyor. Ataerkil bir "uygulama" olan evliliğin düpedüz kapitalizm olduğunu vurgulayarak, insanın doğum hakkını çalan, gelişimini durduran ve sahte duygular yükleyerek merhamet/sıcaklık gibi kavramlarla kadını özdeşleştiren bir kurum olduğunu belirtiyor.

Evli, bekar ya da boşanmış bir kadın olarak, kadına hangi durumda olursa olsun her zaman ikincil öneme sahipmiş gibi davranılması karşısında yazarın nasıl çileden çıktığını metinden anlamamak mümkün değil. Makineleşme sonrasında emeğinin karşılığını iyice alamaz hale gelen, varlığı "makinelerin" arasında sıkışıp kalan kadının özgürleşmesi yolunda nasıl bir mücadele vermesi gerektiği çıkarımını okura bırakan, kendi ideallerinden de bahsederek bunu destekleyen Goldman "Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir" diyerek, dünyanın sadece erkekler yaşasın diye yaratılmadığı gerçeğini bir çok farklı yönden sorgulayarak anlatıyor. 

Hiç yorum yok: