İstanbul'un
şu an nasıl bir cazibesi vardır bilmiyorum. Yaşadığım üç yıl boyunca da bir kaç
güzel kare haricinde şehri sevecek pek bir şey bulamadım. Beton üzerine beton
koyarak, yeşili katlederek, tarıma elverişli alanların ve doğal hayatın tahrip
edilmesi haricinde İstanbul'da tanık olduğum pek bir şey yok; ha bir de
umutsuzluk, mutsuzluk, dert, sıkıntı...
Yakınmalarımı
bir kenara bırakayım. Gemişte, nüfus ve yapılaşmanın bu kadar büyük bir soruna
dönüşmediği dönemlerde, 1800'lerde İstanbul nasıldı diye merak ediyorsanız, iki
Fransız tarihçinin gözünden 1830'da şehre bakma şansına sahipsiniz.
İmparatorluklar
Şehri İstanbul 1830, dönemin imparatorluk başkentini bir çok farklı açıdan ele
alan, yazarların mektuplarının derlenmesiyle oluşan bir eser.
25 Ağustos
1830 günü, Pera'dan anlatımına başlanan ilk izlenimler ile şehri ilk kez gören
iki yazarın, şehre dair akıllarına kazınan ilk semboller karşılıyor okuyucuyu.
Topkapı Sarayı'nı ihtişamlı bir simge olarak yorumlayan yazar, sarayın iç
yapısına da değiniyor. Dönemin zorlu ekonomik şartlarından etkilenen padişahın
saray içinde gittiği tasarrufların bilgisinin de verildiği bölümde, haremin
masrafına da bir çelişki olarak değiniliyor.
Söz konusu
dönemde yazar, despotizmin taraftar toplamasına ve halkın da bu garip durumu
bağrına basmasından şaşkınlıkla söz ediyor. Maruz kalanın uygulayana karşı olan
benimseyici tavrını eleştiren yazar, halkın yöneticinin hırsına hırs katacak
desteğine neredeyse bir anlam veremiyor.
Yönetim ve
baskı unsurlarının değerlendirmesini yapan yazarlar, aynı zamanda reformların
tepeden inme olması sebebiyle halk tarafından nasıl benimsenemediğine vurgu
yapıyor. Bir de ilginç biçimde kılık kıyafette yapılan değişikliklerin eleştirisi var; redingot altına şalvar giymiş, yarı Asyalı yarı Avrupalı
giyindiklerini belirttiği insanları anlamlandıramıyor.
Şehrin
içindeki farklı milletlerin gündelik yaşamları, kılık kıyafeti, ticari
ilişkileri, dini özellikleri ve toplum içindeki konumları üzerine gözlemlerini
paylaşan yazar, tüm bu farklı yapıların aynı zamanda Anadolu'da da varlığını
gösterdiği gerçeğine mektubunda yer veriyor.
Türk
reformunu kendi toplumundaki reform hareketiyle kıyaslayan yazar, İstanbul'daki
reformun hükümetin halkını düzeltme amacını taşıdığını belirtiyor. Oysa kendi
ülkesinde durum tersidir; halk, yönetimi düzeltme amacındadır.
Hedef
konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan bir toplumla reform sürecinin
yaşayacağı sıkıntılara değinen yazar, yapılan tüm reform hareketlerinin ancak
ve sadece İstanbul ile sınırlı kalıp, Anadolu'yu bırakın, Bursa'ya bile
ulaşamadığı acı gerçeğini özellikle vurguluyor.
Kadının
toplum içindeki konumunu haremden itibaren ele alan yazar, Türk kadınının bilimsel olarak bir konuyla ilgilenmesinin toplumca nasıl istenmediğini anlatıyor. Kadın için en mutlu an ve en mutlu edici uğraş olarak hamama gitmek,
yeni kıyafetler denemek, takılara sahip olmak gibi basit şeylerin öne sürüldüğünü
ve kabul gördüğünü belirten yazar, kadının yalnız cinsiyeti ile, cinsiyetinden
ibaret gibi görüldüğüne değiniyor. Kadını öğrenmek, ilerlemekten geri tutmaya
çalışan bir anlayış olduğunu söyleyen yazarın ülkesi ve İstanbul kıyaslamaları
da ilgi çekici bir detay.
1830'da
İstanbul nasıldı merak ediyorsanız, farklı yönleriyle dönemin şehrini anlatan
bu kitaba bakmanızda fayda var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder