14 Ocak 2015 Çarşamba

J. F. Michaud & J. J. F. Poujoulat "İstanbul 1830"

İstanbul'un şu an nasıl bir cazibesi vardır bilmiyorum. Yaşadığım üç yıl boyunca da bir kaç güzel kare haricinde şehri sevecek pek bir şey bulamadım. Beton üzerine beton koyarak, yeşili katlederek, tarıma elverişli alanların ve doğal hayatın tahrip edilmesi haricinde İstanbul'da tanık olduğum pek bir şey yok; ha bir de umutsuzluk, mutsuzluk, dert, sıkıntı...

Yakınmalarımı bir kenara bırakayım. Gemişte, nüfus ve yapılaşmanın bu kadar büyük bir soruna dönüşmediği dönemlerde, 1800'lerde İstanbul nasıldı diye merak ediyorsanız, iki Fransız tarihçinin gözünden 1830'da şehre bakma şansına sahipsiniz.

İmparatorluklar Şehri İstanbul 1830, dönemin imparatorluk başkentini bir çok farklı açıdan ele alan, yazarların mektuplarının derlenmesiyle oluşan bir eser.

25 Ağustos 1830 günü, Pera'dan anlatımına başlanan ilk izlenimler ile şehri ilk kez gören iki yazarın, şehre dair akıllarına kazınan ilk semboller karşılıyor okuyucuyu. Topkapı Sarayı'nı ihtişamlı bir simge olarak yorumlayan yazar, sarayın iç yapısına da değiniyor. Dönemin zorlu ekonomik şartlarından etkilenen padişahın saray içinde gittiği tasarrufların bilgisinin de verildiği bölümde, haremin masrafına da bir çelişki olarak değiniliyor.

Söz konusu dönemde yazar, despotizmin taraftar toplamasına ve halkın da bu garip durumu bağrına basmasından şaşkınlıkla söz ediyor. Maruz kalanın uygulayana karşı olan benimseyici tavrını eleştiren yazar, halkın yöneticinin hırsına hırs katacak desteğine neredeyse bir anlam veremiyor.

Yönetim ve baskı unsurlarının değerlendirmesini yapan yazarlar, aynı zamanda reformların tepeden inme olması sebebiyle halk tarafından nasıl benimsenemediğine vurgu yapıyor. Bir de ilginç biçimde kılık kıyafette yapılan değişikliklerin eleştirisi var; redingot altına şalvar giymiş, yarı Asyalı yarı Avrupalı giyindiklerini belirttiği insanları anlamlandıramıyor.

Şehrin içindeki farklı milletlerin gündelik yaşamları, kılık kıyafeti, ticari ilişkileri, dini özellikleri ve toplum içindeki konumları üzerine gözlemlerini paylaşan yazar, tüm bu farklı yapıların aynı zamanda Anadolu'da da varlığını gösterdiği gerçeğine mektubunda yer veriyor.

Türk reformunu kendi toplumundaki reform hareketiyle kıyaslayan yazar, İstanbul'daki reformun hükümetin halkını düzeltme amacını taşıdığını belirtiyor. Oysa kendi ülkesinde durum tersidir; halk, yönetimi düzeltme amacındadır.

Hedef konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan bir toplumla reform sürecinin yaşayacağı sıkıntılara değinen yazar, yapılan tüm reform hareketlerinin ancak ve sadece İstanbul ile sınırlı kalıp, Anadolu'yu bırakın, Bursa'ya bile ulaşamadığı acı gerçeğini özellikle vurguluyor.

Kadının toplum içindeki konumunu haremden itibaren ele alan yazar, Türk kadınının bilimsel olarak bir konuyla ilgilenmesinin toplumca nasıl istenmediğini anlatıyor. Kadın için en mutlu an ve en mutlu edici uğraş olarak hamama gitmek, yeni kıyafetler denemek, takılara sahip olmak gibi basit şeylerin öne sürüldüğünü ve kabul gördüğünü belirten yazar, kadının yalnız cinsiyeti ile, cinsiyetinden ibaret gibi görüldüğüne değiniyor. Kadını öğrenmek, ilerlemekten geri tutmaya çalışan bir anlayış olduğunu söyleyen yazarın ülkesi ve İstanbul kıyaslamaları da ilgi çekici bir detay.

1830'da İstanbul nasıldı merak ediyorsanız, farklı yönleriyle dönemin şehrini anlatan bu kitaba bakmanızda fayda var. 

Hiç yorum yok: