10 Şubat 2018 Cumartesi

Jean Hyppolite “Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar”

ENS’de Sartre, Aron ve Merleau-Ponty gibi isimlerle beraber eğitim gören Fransı filozof Jean Hyppolite, Hegel’in Marx’tan önce bir Marksist olduğunu söylediği bu çalışmasında, Marx’ın Hegelci yönünü ortaya koyarken, iki büyük ismin birbiriyle olan ilişkisini değerlendiriyor.
Hyppolite, Hegel’de tikel yaşam formları karşısına ölüme biçtiği rolün, efendi – köle ilişkisinde uyanışa benzer biçimde yer aldığını belirtiyor. Maddesel varlığın aşılması yolunda ölümün rolü, yaşamın ölüm karşısındaki konumunun idrakı ile gerçekleşiyor. Şöyle ki, özgürlüğün yaşamın riske girmesi koşuluyla kazanılabilir olduğunu vurgulayan Hegel’in, kendi – için varlık olmanın yani varoluşun, sadece yaşıyor olmanın ötesindeki uyanışın ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini ölümle mücadelenin tarihin bir koşulu sayması üzerinden değerlendiriyor. Ölüm kaygısının insana has yönünü düşünmek bunu somutlaştırmak için en basit örnek. Efendi – köle diyalektiğinde kölenin uyanışı sonrasında değişen durum gibi, insanın ölüm karşısında uyanışını da düşünebilirsiniz. Bu bağlamda, Hegel’de devrimci bir eylemin ortaya çıkması için mutlak bir tehdidin zorunlu oluşuna dikkat çekiyor Hyppolite. Bir grubun kendisini tehdit altında gördüğü an yeniden doğuşunun mümkün olduğunu ifade ederek bunu Hegel’deki özgürlüğün kazanılması için bir hareket olarak değerlendiriyor. Örnekleyelim; ulusal bütünlüğünün tehlikede olduğunu düşünen bir devletin kendisini savunma durumuna geçmesi gibi. Ancak yazarın vurguladığı gibi, buradaki örnek ve ifadeler Hegel’i doğrudan bir devrimci olarak değerlendirme amacı taşımıyor, ki yazarın da belirttiği üzere Hegel bir devrimci değil (yazar, özellikle reformcu olduğunun altını çiziyor). Buna rağmen Hegel’in hayalcilikten, değişime karşı hayalciliğe sığınmaktan uzak oluşunu da ifade ederek, sabrın memnuniyetsizlik duyulan durumlar karşısında cesaret ve atılganlığın önüne set çekecek bir hal yaratmaması gerektiğini savunduğunu da vurguluyor.
Hegel’in yurttaşlığı bölünmemiş bir irade olarak devletin altına yerleştirerek böylece bir yandan organizmacı anlayışı anımsatır biçimde bütünün işleyişinin altında her bireyin eylemi için bir zemin sunmaktadır. Bu eylemlerin bireysel iradenin bir yansıması olarak değerlendirildiğini belirten Hyppolite’in bu vurgusu Hegel’in bireyin varlığının bireyce akılcı biçimde kavranabilmesi için aynı koşullarda (rasyonel) bir devletin yurttaşı olmasını işaret etmesini akla getiriyor. Devleti bireyler üstü bir konuma yerleştiren Hegel, bu konumu aynı zamanda parçaların bütünlüğünün garantisi olarak ele almaktadır; genel irade olarak yasalara yansıyan yapıyı tüm tikel talep ve arzuların önüne yerleştirmektedir. Hegel’in aydınlanma ile özbilincin nesnel bir zemine kavuşmuş olduğunu belirtmesi de bununla bağlantılı olarak yazarca ele alınıyor zaten; başkası – için olan varlıktan kendi – için olan varlığa aydınlanmacı akıl ile geçildiği şeklinde yorumlarsak, örneğin bu durumda Fransız Devrimi’nde de yurttaşlık bilincinin varlığı, ancak bütünlük içinde kendi – için olan varlığın keşfi ile ulaşılan bilinci anlamak için yol gösterir.
Hegel’in somut diyalektik kullanmasına Lucaks’ın analizi üzerinden yer veren Hypoolite, Hegel’in Marx öncesinde kapitalist toplumun ortaya çıkışına dair yaptığı betimlemelere, yeni toplumsal düzendeki üretim ilişkilerinin barındırdığı çelişkilere ve bu çelişkilere dair öngörülerine değiniyor. Örneğin toplumsal iş bölümünün insan ve doğa arasındaki mesafeyi nasıl açtığını yabancılaşma üzerinden irdelemesi, insanın kendi emeği sonucunda nesnelleşmesi ve yabancılaşması (ki Marx’a göre Hegel nesnelleşme ve yabancılaşma kavramlarını karıştırmaktadır) gibi sonrasında Marx’ta sıklıkla göreceğimiz konuları nasıl öncelediğini gösteriyor. Hyppolite, Hegel’in zenginliğin akıl almaz bir boyuta ulaşarak yoksulluk ile zıt yönlerde nasıl ayrı ayrı büyüyeceğine dair çıkarımına yer verirken aynı zamanda mekanikleşen iş bölümü ve emeğin soyutlaşmasıyla beraber üretim sistemindeki değişmenin yeni pazarlar ve üretimle beraber alacağı boyuttan bahseden Hegel’in kitlelerin yoksulluğa mahkum edilmesi yönündeki sözleriyle destekliyor.
Hegelci yöntemi, özbilincin yabancılaşmasını aşma yönünde bir sistem olarak değerlendiren Hyppolite, bu yabancılaşmayı da insanın bu özbilincinin toplumsal ilişkiler ve toplumsal kurumlar üzerinden dışsallaşmasını ve takiben yabancılaşması üzerinden incelediğini ifade ediyor. Yani, özbilinç ve özbilincin yabancılaşması arasındaki diyalektik ilişkiyi ise Marx’ın devrimci diyalektiği için temel oluşturduğunu vurgulayan yazar, Marx’ın toplumsal zemine çektiği bilincin yabancılaşma sonucunda, tarihsel bir zorunluluk olarak yabancılaşmayı sonlandırma görevini yükleneceği bir rolü yine insana yükleyeceği biçimde kurgulayacağı yöntem böyle gelişiyor. Toplumsal hayatın aktörlerine rolün verildiği an yani. Marx, Hegel’deki aşkın ideanın yerine proletaryayı koyarak Hegel’den aldığı diyalektiği toplumsal gerçeklik zeminine çeker, burada Hegel’den çıktığı yolun sonunu götürdüğü yeri görürüz: Hegel’deki uyanan bilinç, Marx aracılığıyla devrimci diyalektiğe yorumlanır. Yani, Marx’ın “zincilerinden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” diye uyandırmaya çalıştığı bilinç, özgürlük, Hegel’den açılan yolun sonunda çıkar. Marx’ın Hegelci ulusun yerine koyduğu toplumsal sınıflarla ve böylece sınıflara (aktör) yüklediği görevlerle artık diyalektik, Marx’ta devrimci gücüne kavuşmuş ve Hegel’in çözülmeyecek biçimde sunduğu yabancılaşmasından da kurtulabilir hale getirilmektedir.
Lenin’e yıllar sonra Hegel’e dönüş yaptıracak olan, Marx, Hegel ve iki isim arasındaki bu ilişkiyi merak edenler için Hyppolite iyi bir kaynak sunuyor.

Hiç yorum yok: