22 Nisan 2025 Salı

Nat Cassidy "Nestlings"

Bu sefer polisiye değil; Rosemary's Baby ve vampirlerin yolunun kesiştiği, üstüne bir de kötü giden bir evlilik, bu evliliğe eşlik eden doğum sonrası depresyonu ve doğumdan kaynaklanan fiziksel bir engellilik, üstüne bir de işsizlik hikayesi. Tüm bunlar, ilk çocuklarını kucaklarına almalarının üzerinden geçen her bir günde evliliklerinde de evlerinde de hayatın burunlarından gelmekte olduğu bir çiftin hikayesi.

Şansın yüzlerine gülmesiyle ünlü ve görkemli bir binada, bir yığın zenginle birlikte yaşamaya başlayan orta sınıf bir çift Ana ve Reid. Yeni evlerine taşınıp yeni bir hayata başladıkları gün biz de onlarla tanışıyoruz. İkisi arasında sevginin izlerinin sindiği gerilimli ve artık nefreti doğurmaya girişmiş bir ilişkiyi sezmemek mümkün değil.

Bu arada küçük çocukları; sürekli ağlayan ve bakımı zor bir çocuk; Ana'nın kalıcı hasar almış vücudunu kullanamıyor olması, tekerlekli sandalye ile hareket edebiliyor olması tüm ev taşınma işlerinin üzerine ayrı bir yük olarak biniyor. Stres, gerilim, Reid'in işindeki sorunlar, Ana'nın evden devam ettiği seslendirme işine bir türlü odaklanamıyor olması derken...

Çocuk durmaksızın ağlamaya, huysuzlanmaya başlıyor.

Ve evin içinde, sanki birileri girip çıkmış gibi pencereler açılıyor, kapanıyor...

Gizemli komşuların bir kısmı tarihte donup kalmış gibi, tarihin parçaları da apartmanın parçası olmuş gibi.

Diğer komşular ise, binanın kendi gizemli yapısı içinde evlerine hapis sanki. Komşuluk ve iletişimin hiçbir izi olmayan, kendi dehlizlerinde kaybolmuş insanların rutinine ev sahipliği yapan bir apartman.

Bir yuva.

Ama Ana ve Reid'in hayallerindeki yuva değil; aslında, bu yuva onların da değil.

Hikayeyi tahmin edersiniz. Mekansal olarak çoğunlukla apartmanda, apartmandaki dairede geçen bir roman ancak hikayenin yoğunlaşıp gerilimin şiddeti artan bölümlerde mekanı yazar hikayeye çok iyi yedirmiş. Matruşka gibi, diye düşünmüştüm. Finale doğru gerilim artarken hem apartman, hem apartmanın içindeki daire, hem de apartmanın içindeki bir seslendirme kabini gibi kurguyla mekanın sıkışık-gerilimli hali bence ustaca olmuş.

Korku-gerilim nadir okuduğum bir tür, son yıllarda en azından. Ama sevdiğim bir türdü; güzel örneklerini bulmak yerine çok satanların aynı kapaklı romanlarına denk geldikçe yarım bıraktım çoğunu. Ama bu güzeldi; yeni kitabı da çıkmış ya da çıkacak yazarın, gözüme kestirdim. 

Satu Rämö "The Clues in the Fjord"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, Finlandiyalı olup İzlanda'da yaşamakta olan bir yazarla, Satu Ramö ile devam ediyor. Uzun zamandır Finlandiya'da geçen bir polisiye okumamuştım, yazarın adına gözüm takılınca bir an soğuk diyarların Fin polisiyesidir diye merak ettim ama olaylar İzlanda'da geçiyor. Yani yine İzlanda'dayız. Bu sıralar blog'da bir İzlanda yoğunluğu var, fark ettiniz mi...

Yazarın Hildur serisinin ilk kitabı The Clues in the Fjord. Olaylar İzlanda'nın gerçek anlamda ücra bir köşesinde, küçük bir topluluk olan bir kasabada, İzlanda'nın edebi ürünlerinde sıkça karşılaştığım üzere hafif klostrofobik bir havada geçiyor. Ancak bu mekansal kapalılığı biraz açan şey, kitabın adında da yer aldığı üzere "fjord"un ta kendisi. Nitekim ana karakter de buz gibi sularda sörf yapmaya fazlasıyla tutkun; fanusun dışında da sürmekte olan coğrafi-görkemli-ürkütücü yapının içinde onunla bir gezdiriyor hikaye bizi de.

Girişte; bir İzlandalı ve bir Norveçli'nin yolu kesişiyor. O yol, olayların geçtiği kasabanın şimdiki zamanına uzanacak olaylar zincirinin yüzyıllar öncesindeki ilk adımı.

Romanın ana kahramanı Hildur adlı bir kadın dedektif; romanın başında kaybolma hikayesine yer verilen iki küçük kız kardeşin ablası. İki kardeş birgün okula gitmek üzere evden çıkıyor, okula gidiyor ancak geri dönmüyorlar. Hildur serisi boyunca sanırım cevap aranacak sürekli bir konu da bu; iki kardeşe ne oldu? Kasabada açılışına hazırlanan tünele girip ne tünelden çıkan ne de bir daha izleri bulunan iki çocuğun başına ne geldi? Hildur bir yandan hayatındaki bu soruyla yaşıyor, annesi ve babasını kaybetmiş, teyzesinden başka kimsesi de kalmamış sempatik, spor düşkünü, her koşulda ama her koşulda, bazen "yok artık şimdi de koşmaya sörfe gitmez herhalde" dedirtecek kadar spor aşığı bir karakter. Spor tutkusunda Hildur gibi olun...

Öte yandan yazarın Finlandiya bağı da romanda bir diğer karaktere yansımış: Finlandiya'da bir biyoloji öğretmeniyken evliliğinin çöküşü sonrası bir çıkmazdan kendisini kurtarmak için polis olmuş, eğitimi ardından değişim programıyla İzlanda'nın ücra köşesindeki bu kasabaya gelmiş Jakob. Hildur'un spor tutkusuna şaşırmayın aslında, Jakob'un hangi koşullar altında örgü örmeye devam ettiğini görmeden sakın şaşırmayın. Evet, elinde şişleri, örmekte olduğu kazağı ve yünleriyle Jakob. Özellikle araç içinde ilerlerken örgü örmesine hayran kaldım.

Gelelim soğuk diyar polisiyesinin polisiye hikayesine ve romana dair düşüncelerime.

Öncelikle beklentilerimden daha iyi bir romandı; finale kadar merakta bırakmayı başarsa da olayların sebebine dair bilinmezler açıklanmadan okurun kafasından birkaç ihtimali oluşturmaya yetecek kadar ipucu da veren bir romandı.

Kasabanın sevimsiz, itici, hatta iğrenç bir "sakini" evinde öldürülmüş halde "keşfediliyor"; keşfediliyor çünkü çığ düşen evinden ölü olarak çıkarılan adamın boğazı kesik.

O sırada genç bir kız, çıktığı doğa turu sırasında geçici olarak konaklamakta olduğu kulübede son yemeğini yiyor.

Zaman geçtikçe cinayetler de birbirleriyle olan bağlantısızlıkları da ilginçleşmeye başlıyor. Ama dediğim gibi, inceden de bir açıklama sezdiriyor yazar.

Ha bir de bence hoş bir yönü; katili bilemedim. Ne zaman ki net biçimde benim katil adayım elendi, sonrasında başka bir ihtimal hesaplamaya başladım. Romanın böyle küçük kafa yormalara izin vermesini sevdim.

Tavsiye ederim, örgünüzü örüp koşarak okumayı deneyin bakalım nasıl olacak. Ve kışın, hava -10 derece civarındayken.

11 Nisan 2025 Cuma

Lina Wolff "The Devil's Grip"

Daha önce okumadığım Lina Wolff, tesadüfen gözüme çarpınca merak edip bu kitabını okumaya karar vererek yazarla tanışmak istedim. İyi de yapmışım.

Birini düzeltmek ya da birini kendi hayatına "uygun hale getirmek" çabasının nafileliğine ve çarpık ilişkilerin gideceği hastalıklı sona dair uç bir hikaye The Devil's Grip. 

İsveçli anlatıcı karakterimiz olan kadın, İtalya'da yaşamakta. Ortada sürekli hiçbir şey yapmadan geçen bir zaman var; bu zamanı kaplayan da olmayacak işe zorla olacak diye direten bir kadın ve bir erkeğin kurmaya çalıştığı ilişkiye dair sorunlar. Sorunların içinde boğulmaya, sorunlardan kaçmaktan daha çok meyilli olan anlatıcımız, Minnie (lakap), Mickey'si olan sosyopatla yaşadığı ilişkiye gömülmüş halde. Duygusal istismar, kıskançlık, aldatma... 

O kadar çirkin bir ilişkileri var ki. İkisi de birbirinin içindeki şeytanı ortaya çıkarıyor, ilişkiye dair hiçbir hoşluk barındırmayan birliktelik, zamanla sadece birbirine karşı canavarlaşan iki ruhu besliyor. Yazarın özellikle erkek karakterlere yüklediği acımasız saldırganlık, anlatıcı kadın karakterin pasif-kabullenişiyle insanı çileden çıkarıyor.

Sonunda Minnie, kaçması gereken adamın kafesinden kurtulmak için daha delice bir şey yapıyor ve gerçekten tutsak haline geleceği korkunç bir hamle yaparak, New Orleans'a, birkaç kez görüşmek dışında pek de tanımadığı bir adamın yanına gidiyor.

İstismarcı ilişkilere battıkça batan bir insanın korkunç, boğucu ve okurken "yav kaçsana artık" diye insanı delirten hikayesi.

Rahatsız olmak, boğulmak ve bir yandan da romanı elinizden bırakamamak, sonunda ne olacak beklentisiyle sinirlenerek okumaya devam etmek istiyorsanız tam sizlik, sürükleyici bir roman.


Ottessa Moshfegh "Eileen"

Bu okuduğum ikinci Ottessa Moshfegh romanı; ilki My Year of Rest and Relaxation'dı; hakkında blog'da bir yazı da var. Anlatıcı karakterle de hikayeyle de hiçbir bağ kuramadığım, mızırdanma gibi gelen bir romandı. Ancak iyi pazarlandığı kesin. Öte yandan Eileen, çok kanlı canlı bir roman. Yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım çünkü Eileen gibiyse, beğeneceğimi düşünüyorum.

Yirmi dört yaşındaki Eileen'in hayatından kısa bir kesit bu roman; bir haftalık bir süreye geri dönüş. Eileen'in ellili yaşlarındayken geriye dönüp baktığı bir iç dökme ya da hikayesini paylaşma. Nedense fazlasıyla itici bir karakter olduğu için, geçmişe bakıp yüzleşme ya da hesaplaşma olarak ifade etmedim, çünkü anlatıcı karakter olarak Eileen'in kendi hikayesinden rahatsız olduğunu da sanmıyorum.

Annesinin hastalanmasıyla pek de ilgisini çekmeyen lisans eğitimini bırakıp evine dönen Eileen, sağlıksız bir ailenin içinde diğer bireylerin umursanma sınırları içinde kalan bir karakter olarak, annesinin ölümü sonrasında alkolik babasıyla yaşamaya devam ediyor. Hikaye de süregelen bu günlerden birinden başlıyor. Alkolik, sivri dilli, kızına karşı sevgisiz, sevgisizliğini ve iğrençliğini ifade etmekten geri durmayan, hayli yıpratıcı bir psikolojik baskıyı kızına uygulamaktan geri durmayan bir adam bu baba. Eileen ile birlikte pisliğinin sayfalardan çıkıp adeta burnumu yaktığı bir evde yaşıyorlar; Eileen ise aynı zamanda bir ıslahevinde çalışıyor. Eileen'in sağı solu, sağlıksız ve aksak toplumsal bir çürümenin temsilcileriyle dolu. Örneğin iş yerinde de diğer çalışanlardan çekincesiz biçimde zorbalığa maruz kalıyor. Ancak tepkisiz; Eileen hiç yakınlık kuramayacağınız ancak tepkisizliğindeki şiddeti anlayabileceğiniz bir karakter.

Tek bir amacı var; yaşadığı yerden ayrılıp New York'a gitmek. İşte bu amaç için planını işletmeye başladığında, iş yerinde çalışmaya başlayan yeni bir genç kadınla hayatında ilk kez arkadaşlık kurmaya başladığını düşündüğü için, plan biraz sekteye uğruyor. Ancak bu ilişkinin gerilimi, sonunda yaratacağı geriliminin yükünü sezdirmeye başlayacak biçimde, fazlasıyla bastırılmış bir histeriyle hikayeye dahil oluyor.

Okumakta yer yer zorlandığım bir roman çünkü pisliği, bildiğiniz anlamda temizlik yüzü görmemiş bedenleri, mekanları, odaları, evleri ya da arabayı tasvir ederken yazar hiç çekinmemiş. Aynı şekilde kanlı canlı itici, neredeyse ruhsuz bir karakter olan Eileen'in bozuk bir ailenin ürünü olarak duygularından yalıtılmış hali de insanı bazen boğacak kadar gerçekçiydi.

Sıkışmışlık, yalnızlık ve kaçış arzusuyla harmanlanmış bir roman. Psikolojik olarak bozuk karakterlerin, özellikle karakterleriyle bakışacağınız romanları seviyorsanız tavsiye ederim.

Lucy Rose "The Lamb"

Son zamanlarda, hatta neredeyse bir yıldır hemen her yerde karşıma çıkan kitaplardan biriydi The Lamb. Sonunda okudum; yamyamlığın bir metafor olarak kullanıldığı garip kurgu, korku ve gotik roman tarzlarıyla temas eden bir roman.

Hansel ve Gretel'i bilirsiniz; işte o evi düşünün, dışındaki tatlıları ve şekerlemeleri çıkarıp, orman içinde kendi halinde köhne bir eve dönüşmüş gibi düşünün. On iki yaşındaki Margot ve annesi Ruth bu evde yaşıyor ve insan yiyorlar. Nasıl mı? Zaman zaman yola kurdukları tuzaklarla arabalarına zarar verdikleri insanları yardım istemek için evlerine yönlendiren sinsi planlarla, zaman zaman da turistlerin ormanda kaybolup kapılarını çalmasıyla. Ama her durumda, eve girenleri yiyorlar. Fazlasıyla rahatsız edici bir hikaye gibi, değil mi?

Daha da rahatsız edici kısmı, romanın korku türüyle temasından ziyade anlatıcı karakter Margot'un çevresindeki sevgisizlik ve yalıtılmışlık içinde sıkışıp kaldığı yalnızlığın sindiği sayfalar. Anne ve kız arasındaki ilişki, iç sıkan cinsten. Sevgizilikle sarmalanmış, daimi bir sevgi açlığının ele geçirdiği yamyam bir annenin, başlarına gelecek bir ifşadan kendilerini korumak amacıyla hayatını kapana sıkıştırdığı kızıyla olan ilişkisi. Ve tüm bu gerilimin içine, aileye sonradan katılan ve yenmeyen yeni bir karakter olarak bir başka yamyam, Eden.

Hastalıklı aile içi ilişkiler ve yalnızlığın ele geçirdiği The Lamb'ın hikayesinde, yamyamlığa yazarın verdiği bağımlılık, sağlıksız bir ilişkinin faturası olarak Margot'un ödemek zorunda kaldığı bir bedele dönüşüyor. Anneliğe dair genel geçer kabulleri yerinden eden bir roman. Keza yamyamlığa da. Bunu da böyle çok rahat yazıyormuşum gibi olmasın, özellikle finale doğru artan gerilim okurken rahatsız etti. Bunu yazarın başarısı olarak görüyorum. Bir çocuğun, Margot'un büyüme, hatta büyüyememe hikayesini okurken yaklaşan sonun yırtıcılığının üzerinde daha güçlü biçimde yükselen yalnızlık, romanı muazzam bir kasvete gömmüş.

Moraliniz bozukken okumayın. Yalnızlık ve sevgisizlik üzerine bir roman, yazar da bu temaları işlerken bir çocuğun yalın ve içten ifadeleriyle hikayeyi anlatabilme kabiliyetini sergilediği için, içinize işlemeden, romandan etkilenmeden okuma ihtimaliniz pek yok. 

Uyarmadı demeyin.

Ama okuyun da.

1 Nisan 2025 Salı

Thomas Enger & Jorn Lier Horst "Death Deserved"

Kareler ve Sayfalar Soğuk Diyar Polisiyesi (özel) Turu devam ediyor; Norveç'in iki ünlü polisiye yazarının ortak işi olan bir serinin ilk kitabıyla: Thomas Enger ve Jorn Lier Horst'tan Alexander Blix & Emma Ramm serisinin ilk kitabı, 2018 tarihinde yayınlanan Death Deserved.

Thomas Enger'in blog'da daha önce Burned adlı kitabına yer vermiştim, belki başkaları da vardır şu an hatırlayamıyorum ama merak ediyorsanız gönderinin altındaki etiket kısmından yazarın adına basın, hepsi karşınıza çıksın. Aynı şekilde Jorn Lier Horst'tan da, hatta en sonuncusu geçen yıl olmak üzere birkaç kitap hakkındaki yorumlarıma ulalaşabilirsiniz. Enger'in tarzını nedense Horst'a kıyasla daha çok seviyorum, Wisting serisinde de ısınamadığım bir kurgu var başından beri. Horst'un Wisting serisinin tv uyarlaması da mevcut, seri de hayli uzun, kaç kitap var ben de bilmiyorum çünkü bakmadım hepsine.

Fakat ikilinin ortak işi, çok güzel olmuş.

İskandinav polisiyenin klişelerini göze batırmadan kullanmışlar. Bir polis dedektifi olan, rütbesi yükselmeyen, orta yaşını geçmiş, karısından ve kızından ayrı, yalnız yaşayan Blix. Henning Mankell'in Wallander'ını anımsatan bir karakter. Bence açıkça ilham da vermiş; özellikle serinin ikinci kitabında, tıpkı Wallander'ın kızı Linda gibi Blix'in kızı da polis olmayı düşündüğünü söylüyor. Bir detay daha, her iki karakterin de kendilerini terk eden eşlerinin hayatlarındaki yeni erkekler, benzer statü grubundan erkekler. Çok aleni bir esinlenme mi yoksa İsveç polisiyesinin kralına, hatta İskandinav polisiyesinin gelmiş geçmiş en iyi yazarına bir selam mı bu Blix karakteri, bilemedim.

Diğer karakter ise Emma. Magazin ağırlıklı yazmasına rağmen ilk romanda gördüğümüz üzere, kariyerine suça ağırlık veren bir noktaya doğru kaydıran genç gazeteci Emma.

İkilinin karşılıklı paslaşarak cinayetlerde ayrı yollardan aynı sorulara cevap aradığı, farklı amaçlarla soruşturmalara dahil oldukları bir seri. İki karakter arasında uyum güzel bence, çok yenilikçi bir şey yok ama okuması keyifli, okurken merakta bırakan, katili tahmin etmeye de izin veren ama sonunda şaşırtmayı da başarabilen bir romandı Death Deserved de.

Konusuna gelince: Ünlüleri, hatta eski ünlüleri öldüren bir seri katil var; üstelik cinayetlerde yavaş yavaş belirlemeye başlayan bir düzen de var. Ancak bu düzeni çözmeden katili durdurmak mümkün değil. Sıradaki kurbanın peşinden hem ünlülerden haberdar olan bir gazetecinin hem de bir polis dedektifinin olması bu nedenle uyumlu ve mantıklı olmuş.

Katil tahmin ettiğim kişi çıkmadı, güzel tuzak kurmuş yazarlar.

Serinin ikinci kitabı Smoke Screen yazısı da gelecek, ama şimdiye kadar ilk kitabı daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. İki yazarla da hiç tanışmadıysanız, bence bu seri iyi bir giriş olacaktır. Bir günde bitirilecek cinsten bir soğuk diyar polisiyesi.

9 Şubat 2025 Pazar

Ragnar Jonasson "Death at the Sanatorium"

Kareler ve Sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turu, 2025'te de pes etmeyerek, en sevdiğim İzlandalı polisiye yazarlarından biri olan Ragnar Jonasson'un geçen yaz İngilizce'ye çevrilen romanı Death at the Sanatorium'la devam ediyor.

Jonasson'un Dark Iceland serisini çok seviyorum, blog'da da her kitabı hakkında yazı var, merak ederseniz üşenmeyip hepsini bulmanız mümkün. Ancak, bu romanında ve bir önceki, Reykjavik'te de cold-case'ler çevresinde benzer kurgular ile yazdığını düşünüyorum. Bu da bence, diğer romanlarına kıyasla onu daha sıradanlaştırıyor. Bu romanı bence Jonasson yazmamış da olabilirdi, diyorum mesela. Reykjavik için de aynısını düşünmüştüm. Onu başbakanla yazmıştı gerçi, ama olsun, Ragnar Jonasson farkı diye tanımlayabileceğim şeyden iki romanı da yoksun buldum mesela. Bu Ragnar Jonasson farkı da, Arnaldur Indridason'da da var olan bir şey; o yüzden, sevdiğim bir yazarın bu özelliğini kaybetmesini istemem.

Hulda serisinin ilk kitabı, Dimma mesela, okuyunca ağlatan bir romandı. Benzersizdi hüznü ve kasveti. Dark Iceland'ın ilk romanlarında da yoğun vardı o kapalı mekan kasvetiyle örtülmüş hüzün.

Death at the Sanatorium'da bu yok; aradığım şeye en yakını ise tek bir karakterin kişisel yaşam öyküsündeki dram. Öte yandan, Hulda'nın bu romanda yeniden karşımı çıkmasına, baş karakter olmadan karşıma çıkmasına ve Dimma'nın son bölümlerinde, ardında bıraktığı hikayenin başka karakterlerin hayatı üzerinden romanda yer almasına sevindim.

Roman, kriminoloji alanında yüksek lisans tezini yazan Helgi'nin, tezi bağlamında metodolojik bir incelemesini yapmaya giriştiği bir polis soruşturmasını yeniden ele almaya başlamasıyla ilgili. Helgi, yalnızca polis prosedürüne dair bir analize girişecekken, geçmişteki soruşturmayı deşmeye başlamasıyla bir yerde uyuyan bir ölüyü de uyandırmış oluyor. Akureyri'de polis olarak göreve başlamasına da sayılı günler kaldığı için, bir yandan tezinin bir yandan da soruşturmada kapsamında karşısında beliren soru işaretlerinin peşine takılıyor. Bir cinayet ve peşinden "katilin intiharı" ile sonlanan, o sırada suçsuz bir çalışanın da kısa süreliğine gözaltına alındığı, 1982'deki bir soruşturmayı incelerken, olayın hayatta kalan tanıklarıyla da yüz yüze görüşmeler yapıyor. Böylece Helgi de, yıllar önce Hulda ve ortağının kapattığı dosyanın kapağını yeni şüphelerle açıyor.

Helgi karakteri, polisiye tutkusuyla bana Ragnar Jonasson'un kendisini hatırlattı. Ayrıca, kız arkadaşı tarafından maruz kaldığı şiddet ve şiddetin dozu, bir erkek açısından ilişkilerdeki mağduriyete bakış eklemiş. 

Roman bir yandan geçmişe bir yandan şimdiki zamana dönüyor. Bence çok etkileyici bir roman değil, finalde okuru çok da şaşırtacak bir şey olmasa da, okurken kendisini rahat okutan bir yalınlığı var. Polis prosedürüne yoğun bir açlık, sorgulamanın ve ipucu peşinde gri hücreleri yormanın tadını çok vermese de, yazara ve türe olan sevgimden yine de sevdim diyebileceğim bir romandı.