11 Ekim 2016 Salı

Michael Ende "Momo"

Bir ders için kurgu okuyor olmanın dayanılmaz coşkusu içinde okudum bu kitabı. 

Kalabalık bir şehrin kenarında, yoksul insanların kendi dünyalarında başlıyor roman. Bir gün nereden çıkıp geldiği, kim olduğu bilinmeyen bir kız çocuğu olan Momo, bu insanların arasına katılıyor. Yalnızlığının haricinde kitaba adını veren bu karakterin en önemli özelliği ise hakkındaki sır perdesinden ziyade dinlemeyi bilmesi. Ki herhangi birini "hıııı hııı"lamaktan öteye gitmeyen bir dinlemeden bahsetmiyorum. Kişinin kendisini görebileceği bir ayna gibi insanlara sunduğu dinlemeden bahsediyorum. Zaman ayırıp, önem verip kelimeleri duymaktan bahsediyorum. Pek denk gelmediğim bi insani özellik işte.

Momo, bir masal gibi başlıyor. Sonrasında ise yazarın okuru götürdüğü yerde Durkheim'ı, Weber'i, Marx'ı görmek mümkün oluyor. Nasıl derseniz, kısaca yazayım.

Şehrin kenarında, karmaşadan ve kalabalıktan uzak bir insan topluluğunun ötesine bakıldığında yazarın çizdiği manzara gittikçe rasyonelleşen ve bunu da zaman planlaması üzerinden kuran bir toplum. Şehir, Momo'da gittikçe kafesi yansıtmaya başlıyor zira insanların hayatlarını kontrol altına alan güç, kendisi ilk burada var ediyor ve bu şekilde, merkezden çevreye doğru insanları etkisi altına almaya başlıyor. Kontrol, gri takım elbiseli adamların eline geçiyor. Kontrolü ellerinde tutmanın yolu ise zaman. Zamanı kontrol ederek, toplumsal bir değişimi başlatıyorlar. Aile içinden başlayarak her alana yayılan bir zaman kontrolü, şehrin kıyısında son anlarını yaşamakta olan sıcak ve birincil ilişkileri de içine alıp yok edecek bir şekilde gelişiyor romanda. 

İnsanların zamanla yalnızlaşması, tam olarak neden öyle olması gerektiğini idrak edemediği halde insanların yavaş yavaş bencilleşerek zaman tasarrufunun kölesi olması, çizdiği tablo itibariyle başta saydığım isimleri çağrıştıran noktalardan biri. Hayatın akılcı planlamasıyla hayatın akılcılığın kafesine girmesi arasındaki çizginin çoktan aşılmış halini gösteriyor yazar. Bencilliğin pençesinde, tüketimin egemenliğinde, fast food kültürünün hakim olduğu bir yere gidiyor hikaye. İnsanların nereye ve ne amaçla yetişmeye çalıştıklarına dair pek bir fikirleri olmasa bile sürekli acele ettikleri, tek bir şeye bile zamanları olmadığı, değil dinlemek, konuşmaya ya da fark etmeye zamanları olmadığı (çünkü olmaması gerek) bir kabusu resmediyor. Ki bu kabus da zaten çalışma hayatında olan çoğu insanın aşina olduğu bir resimdir. Kendi adıma, çalıştığım dönemde kendi yaşadığım ve etrafta gördüğüm birkaç şeye kitapta denk geldim.

İnsanlar arasındaki "biz"in tutucu vasfını kaybetmeye başlayarak yerini "ben"e bıraktığı toplum ve tüm bu kaosu, yabancılaşmış hali değiştirmek için çabalayan, olan biten içinde hala kendisi olarak kalabilmiş küçük bi çocuğun hikayesi. Etrafa masalmış gibi baktığınızı düşünün. İşte o. Biraz üzebilir. 

Tavsiyedir.

2 yorum:

ACEMIDEMIRCI dedi ki...

Kitaplara yetişemeyeceğiz. Öyle eminim ki...

Kareler Ve Sayfalar dedi ki...

@ ACEMIDEMIRCI: Olduğu kadar artık ^^