24 Mayıs 2022 Salı

Ragnar Jonasson "The Island"

Hazır fırsat varken kareler ve sayfalar soğuk diyar polisiyesi (özel) turunda Ragnar Jonasson'un şimdiye kadar yayınlanmış tüm romanları hakkında yazmayı bitireyim istedim. The Island haricinde yazmadığım bir roman daha var, The Mist. Hidden Iceland serisinin ikinci ve üçüncü kitapları. İlk kitap Dimma, yani The Darkness hakkında yazdığım yazı da blog da var; birkaç yıl önceden kalan bir yazı. Okumak isteyen arayıp bulur... Dimma'nın finalinde ağlamıştım, çok etkilenmiştim. Ragnar Jonasson'un Ari Thor serilerinden tamamen farklı bir eserdi çünkü; meğer sonrasında gelecek romanlarda yazarın bir rutini olmayacakmış henüz bilmiyormuşum o zaman. Güzel bir şey bu bence. Garantiye alıp aynı biçimde yazmaya devam etmiyor.

Hidden Iceland serisindeki ana karakter Hulda. The Darkness, serinin birinci kitabı olmasına karşılık Hulda'nın hayatının ilerleyen dönemlerini anlattığı için The Island ile aslında birinci romandan sonra geçmişe yolculuk etmiş oluyoruz. Hem sıralama olarak hem de romanlardaki olayların akışı bağlamında sürekli geriye dönüşlerle ilerleyen bir kurgu var seride. Hulda da karşımıza yaşadığı acı olaylar ardından toparlanma sürecinde olarak çıkıyor. Bu süreçte babasının da peşinde. Babasız büyüyen ve babasına dair yalnızca savaş döneminde İzlanda'daki askeri birliklerden birinde görev yapan bir asker olduğu bilgisine sahip olan Hulda, babasının izini bulmaya karar veriyor. Elbette bu sadece Hulda'nın hikayesi. The Island kısmı yani adada olan biten ise bir cinayetle ilgili.

Dört arkadaşın kendilerinden başka hiçbir insanın olmadığı, istedikleri zaman anında ayrılma imkanları olmayan bir adaya gitmesiyle başlıyor hikaye. Karakterlerin zamanla tanımaya başlıyoruz, bu süreçte romanda öne çıkan aslında karşımızdaki karakterler. Romanın açılışı ise on yıl öncesinden başlıyor, biz bu on yıl önceki olayla günümüzde gerçekleşen ada tatili arasındaki bağı ilerledikçe öğreniyoruz. On yıl önceden bir cinayetin dört arkadaşla kesişen yolunu öğreniyoruz. Romanın temposu hızlı değil, hız kesmeden yaşanan olaylar olmamasına karşılık çok kolay okunuyor ve bölümler akarcasına geçiyor. 

Dört arkadaş; Dagur, Benni, Klara, Alexandra. Lise döneminde yakın arkadaş olan bu dörtlünün yıllar içinde gevşeyen bağlarına karşılık adada buluşmaları, romandaki gizemli unsurlardan biri. Artık dağılmış olan arkadaş gruplarının kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde çıktığı hafta sonu tatillerinden asla hayır gelmez. Neden çıkıldığı belli olmayan, zamanla öğrendiğimiz bu tatilin sebebi zaten o gizemli gerilim unsurlarından biri. Arkadaşlar arasındaki gerilimi yazar çok sade ve samimi biçimde vermiş, üzerine gerçek-dışı ekler konularak bir roman için çok katmanlı hale getirilmeye çalışılan, bu yüzden de itekleme görünen hikayeler karakterler üzerine binmiyor. Ragnar Jonasson'un yalın ve aynı zamanda canlı anlatımı bu romanda da olduğu gibi duruyor. Gittikçe kurgu olduğu hissini yaratan bir olay ya da özellik yok romanda, buna karşılık gittikçe çözülen düğümleri romanın sonuna dek saklayarak okuru merakta bırakmayı da başarıyor. Benim polisiyeden beklentim için bunlar önemli detaylar, ancak Ari Thor serisindeki kurgulara da benzemiyor. Mesela bu romanı sonuna yaklaştıkça okur çözebiliyor, ama yine de itmiyor sizi. 

Hulda'nın serisinde yani Hidden Iceland serisinde geçmişle yüklenmiş hikayelerin ağırlığı var; Arnaldur Indridason'daki o havayı bu seriyi okurken çok hissediyorum. The Island da öyle; geçmişin yükü bir yandan Hulda'nın süregelen hikayesinde öte yandan Hulda'nın çözmek için gittiği adadaki hikayede var. Kapanmamış defterlerle hesaplaşma, soruların peşinden cevaplar aramak için ancak uzun yıllar beklemek zorunda kalma var bu romanlarda. The Island da öyle. On yıl önce gerçekleşen bir cinayetin bugünle olan bağını keşfetmek, durgun duran bir suyun altındaki akıntıya ulaşabilmek The Island'daki mesele. 

Ragnar Jonasson Agatha Christie hayranı; karakterlerin psikolojik durumunu sunuşu, kurguda geçmişin yeniden gündeme gelmesiyle sonlanan yaşamların ağırlığı bana Christie romanlarındaki bazı temaları hatırlatıyor. Kin, intikam, nefret gibi dinmek bilmeyen duyguların yıllarca sıcağını koruyarak kalması, katlanarak karakterlerin etine kemiğine sinmesi Christie romanlarında öne çıkar mesela. Jonasson'un karakterlerinde de bu özellikleri görüyorum; bir de dediğim gibi psikolojileri. Jonasson ince ince psikolojik profil çıkarıyor. Bu kadar sade biçimde bunu yapması da yine hayran bırakıyor.

Hiç yorum yok: