24 Nisan 2015 Cuma

Jose Saramago "Mağara"

Kendine has yazım tarzı, diye bir kalıbı kullanarak bahsedebileceğimiz yazarlardan biri Jose Saramago. Öyle ki, ilk kez okuduğumda okuma hızım pek bir düşmüştü; belki hikayesinin ilginç kurgusundan da olabilir, bilemeyeceğim. Ardından yazarın daha fazla eserini okumaya başladıkça anlatımına alıştım ve Mağara'yı bu yazara alışmış olmanın getirisi olarak "başlasam şimdi kesin bitiremem" dediğim günlerde okudum.

Mağara, sanayileşme sonrası ortadan kaybolma hızı artan meslek gruplarının sanayi karşısındaki gerileme ve beklenen sonucu, yok olmaya - çökmeye değinen bir kitap. Cipriano Algor, kızı ve damadı ile birlikte şehirden çok da uzak olmasa da, şehirleşmenin henüz yutamadığı bir köyde yaşayan bir çömlekçidir. Kilden çömlekler yaparak üç kuşaktır bu işi yaparak geçinen bir ailenin ferdi olan Algor, Merkez olarak karşımıza çıkan ve kapitalist - sanayileşmiş dünyayı temsil eden yerde güvenlik görevlisi olarak ayın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiren damadı ve kendisine çömlek yapımında yardımcı olan kızıyla beraber kendince huzurlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak bir zaman gelir ki, Merkez'in artık Algor'un kil çömleklerine ihtiyacı kalmaz; insanlar kil yerine plastik çömlekleri tercih etmeye başlamıştır ve bu el işi ürünler artık yalnızca, o da şansları varsa koleksiyoncuların ilgisini çekecektir.

Elindeki düzeni kaybetmenin şokunu yaşan Algor'un, kapitalist dünya içinde el emeğinin yeri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi ve inancını içten içe kaybetmiş olmasına rağmen kızının çıkış yolu bulma çabalarının parçası olmasına rağmen, kendisi ve ailesinin, dünyasının yeni bir döneme girmesi hikayesi Mağara.

Şehirleşmenin ve makineleşmenin sonucunda yaptığı iş başta olmak üzere doğası ve gündelik hayatına da yabancılaşan insan portresini çömlekçi üzerinden çizen Saramago, "Buldum" adı ile hikayeye dahil olan bir köpek üzerinden de uzaklaşılan düzene kısa bakışlar gönderdiği cümleler ile de çömlekçinin de okurun da gözlerini bir anlığına yaşlarla doldurabilecek samimi durumlar yaratıyor. İnsanın sanayileşme sonrasında kaybettiği "şeylerin" bir kaç kere Buldum üzerinden aktarıldığını düşünüyorum.

Bir çöküşün, alışveriş merkezlerinde yürümenin dahi "bir işlevi varmışçasına" sunulduğu dünya içinde kaybolan çok şey olduğu muhakkak. Yiten mesleklerin yasını tutup ancak belgesel çekmek için araya didine buldukları, mesleğini öğreteceği hiçbir kimsenin köyünde/civarında kalmadığı ya da buna hevesli kimsenin olmadığı insanları aslında mesleklerinden eden düzen içinde, avm'de kahve içmeyi "çok elit"(!) bir şey sanan insanların aslında bu belgesel/haber gerektiği zaman koşa koşa köylere, kentten uzağa kendilerini atmaları da aklıma geldi okurken. Kentleşmenin çağdaşlığa ya da bilimselliğe götürmediği, yüksek binaların göğe yaklaşmasıyla insanın ya da toplumların ilerlemesi arasında paralellik olmadığını idrak etmekten pek uzak olan insanların, "köy kahvaltısı" diye pazarlanan ve zaten hali hazırda bildikleri şeyleri plastik sandalyelerde oturarak bilmem kaç liraya yemelerinin fotoğraflarını paylaşması gariplikler de aklıma geldi.

İnsanları çarpık kentleşmenin parçası edip varoşlarda yaşamaya muhtaç eden bir düzenin eleştirisi olarak da görebiliriz Mağara'yı; damadının Merkez'de yükselmesi ve alışılmış dünyalarının dışında para için, parayla hayatta kalmak için mücadele etmek adına yine kente, Merkez'de bir şansları olduğunu düşünen Algor'un kızı, size de yabancı gelmemiştir. Ürünü elinde kalan onlarca köylünün, üretim süreci içine ancak makineleşmenin ucuz işgücü olarak girebilecek ve aslında hayatı mahvolmaktan bir adım öteye gidemeyecek hale gelmeye mecbur bırakılan insanların hikayesi bu.

Hiç yorum yok: