25 Nisan 2013 Perşembe

Jack Kerouac "Big Sur"


Jack Kerouac adının anılmasıyla beraber aklıma hemen “Yolda” gelir; belki büyük çoğunluk için de öyledir ve Yolda ile başlayan bir süreç sonunda Kerouac beat dönemi için ikonlaşmaya başladığı gibi, yeni keşfedenler üzerinde de aynı etkiyi yaratmayı her daim başarıyordur sanırım.

Yolda ardından, o dönemde yarattığı etki ve akabinde gelen, neredeyse “tapınmaya” varan ilgiden bunalan Jack Kerouac, Jack Doluoz olarak karşımıza çıkıyor ve bu yoğun ilgiden, yaşının getirdiklerinden (Big Sur’da yazar kırklı yaşlarının başında), aslında o ana dek geçen zamandaki yaşamının ardından biraz kafa dinlemek istiyor ve arkadaşının Big Sur’deki kulübesine çekiliyor. Amacı, uzun bir süre orada kalmak ve aradığı huzuru bulmak, kendi başınalığının tadını çıkarmak, evinin kapısına dadanan ergen hayranlarından kurtulmak, yaşamının saatteki hızını biraz yavaşlatmak aslında.

“Artık aşırıya kaçmak yok, dünyayı sessizce seyretmenin, hatta onun tadını çıkarmanın zamanıdır benim için, önce böylesi korularda, sonra da dünyada insanların arasında sakin sakin yürüyü onlarla konuşma zamanı, içki yok, uyuşturucu yok, işret alemleri yok, beatniklerle, ayyaşlarla, esrarkeşlerle ve herkesle yarışmak yok, artık kendime Ah, Tanrı ne diye bana bu çileyi layık görüyor diye sormuyorum, bu kadar, yalnızlığı sev, gez, garsonlarla konuş sadece, gerçekten Milano’da, Paris’te, sırf garsonlarla konuş, gez, toz, artık hayatı kendine zehir etmek yok...”

İnzivaya çekildiği bu dönemde, kendi fikirleri içinde geçen her günün ardından, aslında daha ilk günlerden itibaren kaçmaya çalıştığı dünyanın tamamen uzağına ulaşmayı başardığı Big Sur’de, aslında sıkılmaya başladığını fark ediyor ve yeniden, planladığından erken bir şekilde kulübeyi terk ediyor. Ancak Big Sur, illa ki dönüp dolaşıp geleceği yer oluyor. Bir kırılmanın ve karar anının yaşanacağı, hatta bir delirmenin sergileneceği sahne oluyor.

Yeniden arkadaşları arasına dönüyor; şu sıralar Üçün Biri adlı kitabına denk gelme olasılığınız fazla olan Neal Cassasdy’nin kitapta karşımıza çıkan “hali”Cody Pomeray’nin metresi olan Billie’nin evinde, Cody’nin kendisini orada bir süreliğine bırakması(!) sonucu içine düşeceği yeni ve garip durumun etkileri belirene kadar, yeniden içkiye, sabahları o akşamdan kalmalığın berbat haliyle uyanmaya, şiire, sonsuz muhabbetlere, insanlara kaldığı yerden devam ediyor Jack. Ancak kendisi kadar delirmeye müsait olan, hatta deliliğin zirvelerinde oynadığını düşündüğüm Billie’nin evinde sadece alkole ve pineklemeye kendisini kaptırdığı günlerin arından, Billie’nin garip bir çocuktan sanırım daha fazlası olan fakat nihayetinden yine garip bir çocuk olan oğlu etkisiyle de bilinçaltındn daha sonra delice fırlamaya başlayacak fikirlerin tohumlarını da bu dönemde atıyor benliğine.

Ardından yeniden, bir arkadaş grubu olarak, Billie ve oğlunun da dahil olduğu bir ekiple Big Sur’deki kulübeye dönülüyor ve tam bir çıldırmanın hızı işte bu ikinci dönüşte yaşnıyor. Olan biten herşeyin kendisini bir batağa sürüklediği hissi ile sarmalana Jack Duluoz, en sonunda bir çıldırma yaşıyor. Bu noktada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta ise çıldırmanın ve ardından gelenlerin, bir Katolik olarak yetiştirilen Jack Kerouac ekseninde düşünülerek, din kısmının es geçilmemesi. Zira çıldırış anlarında baskın olarak ortaya çıkıyor bu yetiştirilmenin izleri.

Herkesten şüphelenmeye, herkesin kendisini delirtmeye ve bir daha yazamaması için elinden tüm yetilerini almaya çalışmaya uğraştığı gibi bir paranoyaya kapılıyor; kendisinden bir beklenti içinde olan ve bu beklenti ile Duluoz’u boğduğunu farketmeyen Billie’nin de bence bu çıldırışta etkisi yadsınamaz. Özellikle Billie’nin çocuğunu öldüreceğine dair saplantılı biçimde ortaya çıkan korkusu (Jack Duluoz’un korkusu) sürekli tedirginlik yaratan ve çıldırışta büyük payı olan bir durum.

Bunu bir kadın – erkek ilişkisi temelinde göstermek istemiyorum zira öyle değil, sadece etkenlerden birini söylediğimi farz edin. Asıl sorun kendisini kendisinden kurtarmaya ve etrafındaki insanlardan kurtulup nefes almaya, evde canının sıkılması gibi doğal bir durumda ve rahatlıkta yaşamaya çalışan, bunu özleyen bir adamın “paçayı kurtarma çabası” sanırım. Bu kurtuluşu simgeleyen de tüm çıldırma anından sonra yeniden Big Sur’den ayrılışı ve ailesine, annesine dönmesi, evine gitmesi oluyor.

Kitap boyunca bir çıldırmaya doğru giden yazar, en karanlık anın ardından en aydınlık an gelecek fikrindeki gibi, bir çıkış yolu buluyor ve bunu çektiği onca şeyin şeyin ardından, huzura ulaşmışçasına kucaklıyor. Herkesin ve herşeyin “iyiye” ulaşacağından emin bitiriyor.

“... Güzelim bahar gecelerinde bahçece yıldızların altında duracağım – Bütün bunlardan iyi şeyler çıkacak daha – Ve işte öylece görkemli ve ölümsüz olacak – Başka söz söylemeye de gerek yok.”

Hikaye, bir adamın, yazarın (bir kuşağın belki de en büyük temsilcisinin) bu “yolculuğunun” yerleştirildiği çerçeve Beat kuşağının yaşamı üzerinden yapılıyor; bolca edebiyat, bolca fikir etrafınızı sarıyor.

Beat kuşağı ilginizi çekiyor mu bilmiyorum ama dönemin önemli temsilcilerinden birinin yazdığı Big Sur’da döneme, sonrasına ya da aslında yazara dair şu ana kadar oluşan bir merakınız varsa onu gidermeye, anlamatmaya ve anlamaya çalışmanıza yetecek kadar detay var.

Ayrıca, (yine dönemim diyeceğim) dönemin diğer ünlü yazarları, isimleri de kitapta; Allen Ginsberg, ırwin Garden adıyla, Henry Miller kendi adıyla kitapta yer alan ve ilk aklıma gelen isimlerden. Ek olarak, kitaptaki tüm karakterlerinin Kerouac’ın hayatındaki gerçek karakterler olduğunu belirtmekte fayda var. Big Sur de zaten gerçekten yola çıkılarak yazılmış bir eser.

Big Sur’de, kitabın sonunda Jack Duluoz, yani Kerouac’ın yazdığı bir şiir, Deniz adlı bir şiir var. Bu şiir de Big Sur’e ilk gidişi sırasında yazdığı, süreçten de kitabın içinde parçalar bulacağınız bir şiir. Eklemek istedim.

Hiç yorum yok: