5 Eylül 2014 Cuma

Lars Kepler "Hipnozcu"

Lars Kepler adını ilk kez geçen yaz duyduğumu sanıyorum, Hipnozcu ile birlikte. Hatta alınacak kitaplar listesine de eklemiştim ama alıp okumam neredeyse bir yılı buldu.

Hadi zaman ve zamanın geçmesi üzerine konuşalım?

Lars Kepler adını ilk kez Hipnozcu ile duydum ancak okuduğum ilk Kepler (Aslında Lars Kepler diye birisi yok, karı - koca yazar olan Alexander ve Alexandra Ahndoril'in bu seriyi yazarken kullandıkları isim) romanı "İnfazcı" oldu.

İnfazcı başka bir yazının konusu olacağı için, Hipnozcu'dan devam edelim.

Joona Linna serisinin birinci kitabı olan Hipnozcu'da, dediğim dedik, "ben dememiş miydim?" lafını sıkça kullanan, kendi kuralları içinde hareket eden, suçun kokusunu kilometrelerce öteden alabilen, işini bilen dedektif Joona Linna ile tanışıyoruz. İsveç'te yaşayan bir Finlandiyalı olan Linna, serideki kitapların baş karakteri aynı zamanda.

Hipnozcu'da vahşice katledilen bir ailenin, katliamdan tesadüf eseri ağır yaralı olarak kurtulan çocuğuna yapılan bir hipnoz seansı ile yoldan çıkan bir hikaye anlatılıyor. Katilin kimliğine ulaşmak için en ufak bir ipucuna bile razı olan Joona Linna, bir daha hipnoz yapmamaya yemin etmiş olan, ülkenin en iyi hipnozcularından birinin çocuğu hipnotize etmesini istiyor ve vahşetin gizemi aralandıkça, içinden çıkılmaz bir çok sorun da ortaya dökülmeye başlıyor; geçmiş uyanıyor ve şimdiki zaman çığırından çıkıyor.

Kesinlikle çok sürükleyici bir kitap, 607 sayfa olmasına rağmen bir günden kısa bir süre içinde bitirdim. Hipnoz üzerine, hipnozun gerekliliği ya da riskleri üzerine merak uyandıran detaylar var. Haricinde, insan ruhunun kötülüğün pençesine nasıl düşebileceğini ve bunun sonucunda kötülüğün nasıl içe ve dışa dönük yıkımlara sebep olabileceğini gösteriyor. 

Daha önce de blog'da ya da Twitter'da sıkça yazdığım üzere, İskandinav polisiyesine karşı özel bir ilgim var ve bunun da asıl sebebi Henning Mankell, sonrasında da Jo Nesbo. Bu yüzden, ister istemez okuduğum her İskandinav polisiyesinde, okuduğum her bir kitabı bu iki ismi baz alarak değerlendirmek gibi yanlış bir yola sapıyorum. Ancak şu an mümkün mertebe bu kıyaslama yolundan uzak kalmaya çalışarak, Lars Kepler romanlarına dair kısaca bir kaç nokta belirteyim.

Öncelikle, sürekli bir hareket hali var. Mesela Henning Mankell romanlarının hayranı olduğum karakteri Kurt Wallander ve gündelik sorunları hemen her bölümde karşımıza çıkabiliyorken, Linna'nın özel hayatına ya da günlük hayatına dair detaylar bir kaç yer haricinde karşımıza çıkmıyor. Kepler romanlarında asıl iş, katilin peşinden tam gaz koşmak ve okuyucunun dikkatini sürekli uyanık tutmak. (Bunu Mankell de yapıyor elbette, yalnızca anlatım bakımından, romandaki karakterlere dair detayların sunuşu bakımından aradaki küçük bir farka dikkat çekmek için belirttim). Bahsettiğim hareket hali, kitapta karşımıza çıkan her karakterin üzerinde var; bu hareketi hızlandırmak adına da sanırım olabildiğinde "gereksiz" tanımlamalardan, detaylardan, yorumlardan ve diyaloglardan kaçarak sadece çözüme giden yolda işe yarayacak şekilde ilerliyor Kepler genellikle.

Ali Arda'nın İsveççe'den direkt çevirisini okuyor oluşumuz da bence güzel bir detay; böylece "çevirinin çevirisini" okumamış, en azından yazarla aranızdan bir dilin, bir çevirinin daha risklerini çıkarmış oluyorsunuz. 

Hiç yorum yok: