Lars Kepler
adını ilk kez geçen yaz duyduğumu sanıyorum, Hipnozcu ile birlikte. Hatta
alınacak kitaplar listesine de eklemiştim ama alıp okumam neredeyse bir yılı
buldu.
Hadi zaman ve
zamanın geçmesi üzerine konuşalım?
Lars Kepler
adını ilk kez Hipnozcu ile duydum ancak okuduğum ilk Kepler (Aslında Lars
Kepler diye birisi yok, karı - koca yazar olan Alexander ve Alexandra
Ahndoril'in bu seriyi yazarken kullandıkları isim) romanı "İnfazcı"
oldu.
İnfazcı
başka bir yazının konusu olacağı için, Hipnozcu'dan devam edelim.
Joona Linna
serisinin birinci kitabı olan Hipnozcu'da, dediğim dedik, "ben dememiş
miydim?" lafını sıkça kullanan, kendi kuralları içinde hareket eden, suçun
kokusunu kilometrelerce öteden alabilen, işini bilen dedektif Joona Linna ile
tanışıyoruz. İsveç'te yaşayan bir Finlandiyalı olan Linna, serideki kitapların
baş karakteri aynı zamanda.
Hipnozcu'da vahşice
katledilen bir ailenin, katliamdan tesadüf eseri ağır yaralı olarak kurtulan
çocuğuna yapılan bir hipnoz seansı ile yoldan çıkan bir hikaye anlatılıyor. Katilin
kimliğine ulaşmak için en ufak bir ipucuna bile razı olan Joona Linna, bir daha
hipnoz yapmamaya yemin etmiş olan, ülkenin en iyi hipnozcularından birinin
çocuğu hipnotize etmesini istiyor ve vahşetin gizemi aralandıkça, içinden
çıkılmaz bir çok sorun da ortaya dökülmeye başlıyor; geçmiş uyanıyor ve şimdiki
zaman çığırından çıkıyor.
Kesinlikle
çok sürükleyici bir kitap, 607 sayfa olmasına rağmen bir günden kısa bir süre
içinde bitirdim. Hipnoz üzerine, hipnozun gerekliliği ya da riskleri üzerine merak uyandıran detaylar var. Haricinde, insan ruhunun kötülüğün pençesine nasıl düşebileceğini ve bunun sonucunda kötülüğün nasıl içe ve dışa dönük yıkımlara sebep olabileceğini gösteriyor.
Daha önce de
blog'da ya da Twitter'da sıkça yazdığım üzere, İskandinav polisiyesine karşı
özel bir ilgim var ve bunun da asıl sebebi Henning Mankell, sonrasında da Jo
Nesbo. Bu yüzden, ister istemez okuduğum her İskandinav polisiyesinde, okuduğum
her bir kitabı bu iki ismi baz alarak değerlendirmek gibi yanlış bir yola
sapıyorum. Ancak şu an mümkün mertebe bu kıyaslama yolundan uzak kalmaya
çalışarak, Lars Kepler romanlarına dair kısaca bir kaç nokta belirteyim.
Öncelikle,
sürekli bir hareket hali var. Mesela Henning Mankell romanlarının hayranı
olduğum karakteri Kurt Wallander ve gündelik sorunları hemen her bölümde
karşımıza çıkabiliyorken, Linna'nın özel hayatına ya da günlük hayatına dair
detaylar bir kaç yer haricinde karşımıza çıkmıyor. Kepler romanlarında asıl iş,
katilin peşinden tam gaz koşmak ve okuyucunun dikkatini sürekli uyanık tutmak.
(Bunu Mankell de yapıyor elbette, yalnızca anlatım bakımından, romandaki
karakterlere dair detayların sunuşu bakımından aradaki küçük bir farka dikkat
çekmek için belirttim). Bahsettiğim hareket hali, kitapta karşımıza çıkan her
karakterin üzerinde var; bu hareketi hızlandırmak adına da sanırım olabildiğinde
"gereksiz" tanımlamalardan, detaylardan, yorumlardan ve diyaloglardan
kaçarak sadece çözüme giden yolda işe yarayacak şekilde ilerliyor Kepler
genellikle.
Ali Arda'nın
İsveççe'den direkt çevirisini okuyor oluşumuz da bence güzel bir detay; böylece
"çevirinin çevirisini" okumamış, en azından yazarla aranızdan bir
dilin, bir çevirinin daha risklerini çıkarmış oluyorsunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder