6 Şubat 2015 Cuma

William Hope Hodgson "Sınırdaki Ev"

Bu yazıyı yazmak için, Nox Arcana'in "Transylvania" albümünü açtım. Sizlere de naçizane tavsiyem, Sınırdaki Ev'i okumadıysanız ve okumaya karar verirseniz, bu albüm eşliğinde okumanız. Pişman olacağınızı sanmıyorum. Hatta bence yazıyı okurken de açın, elbette yazıdan kitaptan alacağınız keyfi alacaksınız diye bir iddiam yok. Mütevazi ve Nox Arcana severim sadece. Ve kitabı beğendim. Her şey bu yüzden...

Konuya döneyim.

Dün aldığım, eve gelir gelmez okumaya başladığım ve bugün de bitirdiğim "Sınırdaki Ev",  kitap kapağında korku üzerine yazılan eserler anılırken ismi dahil edilmeden konu asla kapanmayacak olan yazar H. P. Lovecraft'in "Başyapıt" yorumunun hakkını fazlasıyla veren bir roman. Yazar William Hope Hodgson'ın (Adaşmışız... Kendime pay çıkarmak istedim sadece. Çünkü; kitabı beğendim. Her şey bu yüzden...) farklı türleri içinde barındıran ve bu türleri sırıtmadan birbirine bağlayabilen romanının, yazıldığı dönem de göz önüne alınırsa dilimize kazandırılmış olmasının önemini daha iyi anlayabiliriz sanırım.

1877 yılında İrlanda'daki Kraighten Köyü'ne yaptıkları iki haftalık seyahat süresince, bir harabede buldukları el yazmalarının okura sunumunu yapan Tonnison ve Berreggnog tarafından iletilen metinde, ıssız ve kasvetli bir evde yaşayan bir adamın kaleminden yaşadığı sıradışı olaylar, "Sınırdaki Ev"in hikayesi.

Köpeği Biber ve kardeşi Mary ile beraber tam da gotik diyebileceğimiz bir tarzda bize anlattığı bir evde yaşayan kahraman, evinin içinde başlayan ve sıklıkla evinin dışındaki fundalıklarda ve hikaye içinde "çukur" olarak tabir edilen bir yerde de yaşadığı deneyimleri kaleme alıyor. Tek başına keşfetmeye çalıştığı gizemler, evinin sakladığı sırlar, yaklaştıkça ve anlamaya çalıştıkça kendisini daha da ürküten, gerçek dışı görünen şeylerle ilerleyen hikayesinde okuru bir an bile sıkmıyor, sürekli bir hareket ve "şimdi ne olacak" hissi ile dolu karanlık, bilinmezliğin sunduğu korku eşliğinde akıp gidiyor sayfalar. Merak duygusunun peşinde, tüm ürkütücülüğüne ve tekinsiz gizemine rağmen keşfetme arzusunu bastıramadığı olayların ve mekanların peşinde ilerleyen anlatıcı ile beraber siz de aynı merak duygusunun hızıyla, hızla okuyorsunuz. 

Zaman ve mekanın ani değişimleri, sonsuzluğun da sonuna gidermiş gibi ilerleyen olaylar.... Özellikle de zamanın gerçekliğinin ve akışının tam bir bilim kurgu anlatısı içinde işlendiği bölümler var. Üzerine bir de zamanda yolculuğu eklediğinizi düşünün çünkü hikaye içinde gelecek gibi görünen, sonrasında şimdiki zamana dönülen ancak sanki bir yandan da "yaşam sonrası" ve "zamansız bir evreye" geçiş gibi görünen kısımlar var.

En son İthaki Yayınları'ndan çıkan Darwinya için üç farklı yazar ve tür çağrışımı yapıyor, hatta üç farklı türü birleştiriyor demiştim. Fakat Darwinya'daki bu durumu açıkçası pek ısınamamıştım, yazıyı bulup okuyabilirsiniz detaylı yazdım derdimi. Öyle daha net olur en azından. Fakat "Sınırdaki Ev" için, bu tarz birlikteliğini baya beğendim. Bilim kurgu - gotik arası gidip gelen bir tarzı var. Özellikle evren ve zaman üzerine olan kısımlarda bilim kurguyu, evin gizemli yapısı içinde ya da çevrede veya çukurdaki keşiflerde de klasik anlamda gotik/korku/gerilim tarzının baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üzerine bir de kitabın "garip kurgu" tanımını kendisine yükleyecek şekilde bir de fantastik yönü var ki ben bunu az önce saydığım tarzların yanında daha zayıf olarak hissettim. Hikayedeki yaratıkların baskın olduğu bölümlerde evet, ancak genelde nedense bilim kurgu-gotik ön planda bence. Ya çok da türleri ayrıştırmayayım şimdi, değerini böyle biçiyormuş gibi görünmeyim.

Yazarın kitabın ilk sayfasında yer alan biyografisinde blog'u takip edenlerin belki farkına vardığı, belki varmadığı, hayranı olduğum China Mieville'ın ilham aldığı yazarlardan biri olarak belirtiliyor Hodgson. "Garip kurgu", Mieville ilişkisi.

Hafta sonu vereceğim "roman" molasını bir cuma günü vermiş oldum ancak iyi ki de okumuşum; okuyun, okutun, "Sınırdaki Ev"le siz de gerilin.  

Hiç yorum yok: