27 Eylül 2014 Cumartesi

David Mitchell "Jacob De Zoet'in Bin Sonbaharı"

DÜRÜSTLÜĞÜN SAYGI GÖRMEDİĞİ BİR DÜNYADA YAŞAMAK

Doğru söyleyeni, doğruyu yapanı dokuz köyden, belki de tüm köylerden kovarlar. Gittiği yer cehennemi olur, ayrıldığı yerde bayram olur. Dürüstlük, doğruculuk günümüz dünyasında nedense bir zaaf gibi görülüyor, hatta fazla dürüst olmak kimileri için alaya alınacak bir özellik olarak algılanıyor.

Yalan, dolandırıcılık o denli yadırganmaktan uzaktır ki günümüz dünyasında... Dürüstlüğü salaklık, saflığı aptallık olarak görür toplum. Sizin iyi niyetiniz, yok edilmesi gereken bir değer, diğerlerinin kendisini daha aşağılık hissetmelerine sebep olan, yıkıcı bir özellik olarak görülür. Kendisini dürüstlük karşısında kötü hisseden, yapacağı yıkımla ortadan kaldırmayı amaçladığı tüm olgularda olduğu gibi, dürüstlükte de zorba, alaycı olacaktır. Adaletin fersah fersah uzaklarda yaşadığı toplumlar içinde en alt kademeden en üst kademeye kadar insan, dürüstlüğünün cezasını karşı tarafın baskısı altında çeker. Hayatı elinden gider, sahte belgelerle hapse atılır, işinden kovulur, hak etmediği hakaretlere maruz kalır. Zira o dürüsttür ve toplum için asıl sakıncalı olan yalan ya da dolandırıcılığın yanında bu değer, tüm toplumun sağlıksızlığı açısından pek bir zararlıdır.

KATİP JACOB'UN ZOR  HAYATI

David Mitchell'in 1799 yılında başlattığı Jacob De Zoet'in Bin Sonbaharı adlı eserinde, dürüst, ilkeleri olan ve Zebur'unu bir yol gösterici olarak kabul eden vicdan sahibi, iyi niyetli katip Jacob ile tanışıyoruz. 1700'lü yılların sonunda, Japonya'da geçen hikayede, çalıştığı şirketin Japonya'daki şubesinde katip olarak giden Jacob De Zoet'in, farklı bir kültürün içinde ve yasaklanan bir dinin mensubu olarak yaşamaya başlamasına tanık oluyoruz. Hikaye, 18. yüzyılın sonlarında geçtiği için, günümüz dünyasındaki kültürler arası farklılıkların o zamana göre aslında ne denli keskin sınırlardan uzak olduğunu okuyucu olarak gözlemleme şansını sunuyor bize.

Yine de yüzyıllar geçse de insanoğlunun üç kuruş için beş takla atmaktan çekinmediği, dolandırıcılığın bir marifet olarak görülmediğini geçmişte geçen bu güzel kitapta görmek yine mümkün oluyor. İşine, kendisine, kısaca hayata ve insan olmaya olan saygısından dolayı reddettiği her şeyde işinden olmasına, mevkisinden olmasına dahi razı görünen Jacob'un bir yandan da aşık olduğu kadına ulaşma çabasını okuyoruz. Ticaretin merkezi olan Decima'da çarkları döndüren yolsuzluklar ve kanunsuzluklar içinde, kendi inançları ve doğruları ile yaşama savaşı veren katibin hiç derdi yokmuş gibi bir de içine düştüğü aşk çıkmazı, hikayeye tat katan ayrı bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.  

Ülkesinde bıraktığı Anna'ya olan bağlılığı ve Aibagava'ya duyduğu aşkın arasında kalan genç adamın, aşması gereken zorlukların yanında kültür çatışmasının sonuçlarını da göze alması gerektiği gerginliği okuyucuya çok net yansıtılıyor. Kadının konumunu, kadının toplumda ne denli aşağıda bir konumda olduğunu vurgulayan hikayede, bir kadının özgür iradesinin yok edilmesinden tutun da sömürülmesine ve bir mal gibi alınıp satılmasına kadar, maalesef günümüzde bile görmekte olduğumuz tüm olumsuzluklar Jacob'un hikayesi içinde bizlere yansıyor.

Hikayenin başında arka planda da kalsa, sayfalar ilerledikçe Aibagava'nın da, Jacob'un hayatında olduğu kadar kitabın içinde de ne denli önemli bir konumda olduğunu anlıyorsunuz. Başına gelen derdin içinde siz de kendinizi görüyor, kadınların içine zorla itildiği, haksızlığın ve değersizliğin kol gezdiği bir "hapishanede" acı çeken bu genç kadının çilesini paylaşıyorsunuz. Harcanan, köle gibi tutsak edilen her insan gibi, Aibagava'nın acısı da sizi derinden etkiliyor.
Jacob ve Aibagava'nın hikayeleri kitap boyunca farklı bölümlerde okuyucu sunulmaya devam ederken; suç ve ceza kavramlarını sorgulamaya, günümüz dünyasıyla, hayatımızla bağlantılar kurmaya okuyucuyu davet ediyor yazar. Bir çaydanlığı çaldığı için idama giden onlu yaşlarındaki gençlerin yanında, ticaretin merkezinde dönen tüm yolsuzlukların örtbas edilmesi insanı gerçekten rahatsız ediyor. Okurken kendi hayatlarımızı, kendi dünyalarımızı düşünmemek elde değil. Kimin neye göre ceza aldığını, hangi suçun hangi insan için ne ceza gerektirdiği gibi zerre adaletten uzak çıkarımları zihninizde kuruyorsunuz okurken.

Ve sorguluyorsunuz. Adalet nedir, kölelik nedir, özgürlük nedir?

2 yorum:

Gül Akça dedi ki...

İlk bölüm hariç kitabı sevmiştim ben...

Kareler Ve Sayfalar dedi ki...

@Gül Akça: Ben de beğendim, baya heyecanlı ilerliyordu.